14 Haziran 2010 Pazartesi

TARİHİ ŞEHİRLERİN KONSERVASYONU VE ŞEHRİMİZ

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Şehriyle “dertlenen”lerin Graeme Shaukland’ın “Tarihi değeri olan kentlere neden el atmalıyız” isimli önemli makalesinden haberi var mı? bilemiyorum. 1996 yılında yayınlanan bu makale, tarihi değeri olan şehirlerimizin bugünü ve yarınıyla ilgili önemli tesbitler ve teklifler içeriyor. Şehrinin tarihsel arka planından haberi olmayan veya tarihselliğini yok sayan, veyahut da tarihinden kaçma, nefret etme adına şehrinden adeta intikam alma hummasına tutulan şehir yöneticilerinin, şehir plancılarının, devlet ricalinin şehirlerimizden nasıl intikam aldıkları yakın tarih sayfalarımızda ayrıntılarıyla yer alıyor.

Biz, Graeme Shaukland’ın dilinden “tarihi değeri olan şehirler”in bugününe dair uyarılarına kulak vermenin önemli bir mükellefiyet olduğuna işaret etmek istiyoruz. Batılı bir şehir felsefecisinin uyarılarından önce, çok daha köklü, derin ve medeniyet idrakiyle bu uyarıları yapmış olan muhakkik mimar Turgut Cansever’e kulak verilmedi ki, bir batılının makalesine mi kulak verilsin? diyor ve gene de Shaukland’ın söylediklerini dinlemek istiyoruz.

Şehrimiz Trabzon’u da doğrudan kapsayan bu tesbitler, bugünün şehir yöneticilerine bir şey söyler mi? Bilemiyoruz. Pek söyleyeceğini de zannetmiyoruz. Niçin? Çünkü; şehrine kötülükten başka bir miras bırakmayan şehir yöneticilerini hatırlayınca ve gördükçe bu düşüncemiz pekişiyor. Bir tarafta şehre taammüden (tasarlayarak) yapılan kötülüklere karşılık, tegaffülen (gaflet halinde) yapılan kötülüklerin de diğerinden farkı yok aslında. Halâ da şehrimizde neyi niçin yapmak zorunda olduğuna karar verememiş, verdiği kararların da şehrin geleceğini nasıl etkileyeceğinin farkında olmayanların bulunduğunu ve bunların şehrin geleceğini karar altına aldıklarını düşünürsek, şehrimiz adına kaygılanmamamız elde değil.

Shaukland “tarihi değeri olan kentlere neden el atmalıyız?” makalesine doğrudan bir cevapla giriyor: “Bu kesinlikle ele alınması gereken bir konudur, çünkü konservasyon çalışması yapmış herhangi birine ilk derste öğretildiği gibi konservasyon zaman, para, idari ve politik müzakere yönünden normal olarak idare, planlama ve inşaat masraflarına oranlı çok daha büyük harcamalar gerektirir. Açık bir arazide buldozer kullanmak veya inşaat yapmak daha çabuk, politik yönden daha dramatik, parasal yönden de genellikle daha ucuza çıkar bir işlemdir.”

Doğru. Eski şehri koruma “idraki” olmayanlara ne şehirden ne de korumadan bahsetmek gereksiz. Böyle bir idrakleri yok ki bu yönde “korunacak şehir”leri olsun. “Koruma” veya “konservasyon”un artık yaşaması ve yaşanması mümkün olmayan müzelik bir şehri çağrıştırmasına karşılık, Shaukland’ın bahsettiği, vurgu yaptığı “yaşanabilen tarihi şehir” tasavvuru günümüzün şehir yöneticilerine bir şey anlatmıyor.

Batılı ülkelerde tarihi şehirlerin korunmasının nasıl hayatî bir mesele olduğuna dikkat çeken Shaukland, “Bugün Avustralya ondokuzuncu yüzyıldan miras aldığı şehircilik planına eskisinden daha çok özen gösteriyor, çünkü şimdi burası giderek yoğunlaşan bir yeniden yapılanma faaliyetinin tehdidi altındadır…”

Şehrimizin de bu şekilde “yeniden yapılanma faaliyetinin tehdidi altında” olmadığını söyleyebilir miyiz? Neyi miras aldığından neyi miras bırakması gerekeceğine kadar bütün bir hafızası silinme operasyonu yaşamış, halen de bu operasyonu yerel yöneticiler, mimar, toplu konutçular ve plancılarla devam eden ve bunlara hiçbir müdahale yapılmayan bir şehirde böyle bir tehdidin kim farkında olabilir ki?

Şehrin can çekişme seansları hayatiyet kabul ediliyor. Şehrin can çekiştiğinin bile farkında olunmayan bir yerde yaşamak veya ölmenin de bir anlamı yok.

Shaukland, örneklerle uyarılarına devam ediyor: “Mimarlık mirasları az olan ülkeler bir anlamda kendi geçmişlerini yaratmak zorundadır. Ancak başka bir anlamda da, her kuşak kendi geçmişini yeniden keşfetme durumunda; onun kendi sanatsal mirasına biçtiği değer geçmiş kuşakların biçtiğinden farklı olabiliyor. Karaipler’de bağımsızlığına yeni kavuşmuş, eski kültürleri ve tarihleri köleliğin çöp sepetine atılmış ülkeler bugün, köle sahiplerinin evlerinin restorasyonu için para harcıyorlar. Dünyanın gelişmesinde patlama yapan Laisses-Faire kentlerinden birisi Sidney’de halkın desteklediği konservasyon sayesinde yeni yapılan devlet karayolları projelerinin tehdidi altındaki ondokuzuncu yüzyıl güzelim teras evlerinin tahribi önlendi…”

Tarihsel mimari stoku olmayan ülke ve şehirler bile kendilerine geçmiş arama mecburiyetinde iken, ancak böylece varolabileceğinin bilincinde iken, ülkemizde tarihsel mimari stokunu imha etmeyi adeta bir “ibadet” bilen yöneticilerle bugünlere geldiğimiz düşünüldüğünde nasıl bir facia ve katliamları yaşadığımıza, buna rağmen gene de ayakta kaldığımıza hayret ediyoruz. Hoş, ayakta nasıl kaldığımız da tartışılır ya, o ayrı bir mesele. En azından “nelerin yok edildiği”ne ilişkin bir sorgulayıcı tarih ve şehir tarihi bilincinden bahsedebiliyorsak, şehrimizin kendisine “geçmiş bulma” ihtiyacında olmadığını da idrak ediyoruz.

Shaukland devam ediyor: “Yinede ben tarihi kentlerin, köy ve binaların dokusunu koruma arzu ve kararlılığının ulusal bilinçteki psişik kaynaklardan ve bir ulusun kültüründe sadece kısmen bilinçli olan psiko-sosyal güçlerden etkilendiği inancındayım. Örnek olarak Fransa ve Polonya gösterilebilir. Bu iki ülke cadde ve anıtlarında restorasyon ve temizleme politikasına giriştiği zaman, devreye sokulan işte bu tür kaynaklardı… Geçmişin sihirli denebilecek bu gücü sadece korumakta olan şeyin kendi öz güzelliğinden, kentlerin artizanlarca yapıldığı bir dönemin yaşayan simgesi olmasından değil, her şeyden önce temsil ettiği kişilikten ileri geliyor.Çok-uluslu ekonomik gruplaşmanın, tekdüze makine yapımı ürünlerin, süper milli politik çözümlerin egemen olduğu böyle bir çağda milli gruplar ve etnik azınlıklar şahsiyet ve yaşamlarını sürdürme savaşı verdiklerinden bugün bu devamlılık duygusu hiç olmadığı kadar önem kazandı.

Tarihi kentler ve binalar işte bu bağlantıyı sağlar. Yeni kentsel gelişmenin giderek standartlaştığı, şahsiyetsizleştiği bir çağda bunlar, bir kentin öbür kentten farklı oluşumuyla hemen ayırt edilir. Eski binaları olmayan bir kentte yeterince şahsiyet de yoktur. Şahsiyet yoksunluğu yeni oluşan kentlerin dertlerinden biridir…””

Son cümlenin ürperticiliğinden yola çıkarak, bu cümleyi tarihi şehirlerimize, özellikle de kendi şehrimize giydirdiğimizde dehşete kapılıyoruz ! Çünkü giderek eskiyi imha etmenin şahsiyet zannedildiği bir “yıkım ekipleri”yle şehirde gladyatör gibi dolaşanlar oldukça, ne şehirden ne de şahsiyetten bahsetmek mümkün olacaktır.

Şehrimiz Trabzon’u düşünerek cümleyi tekrarlayalım: “Eski binaları olmayan bir kentte yeterince şahsiyet de yoktur. Şahsiyet yoksunluğu yeni oluşan kentlerin dertlerinden biridir..”

Modern zamanlarda, dünya kenti, yeniden yapılanma, kentsel tasarım gibi sanal şehevî zevkler veren kavramların tatminliğinde şehrimizin şahsiyetini katletmeye devam ettiğimizin farkında mıyız?
(Günebakış, 15 Haziran 2010)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder