24 Nisan 2011 Pazar

ŞEHİR MORG'A DÖNÜŞMEDEN...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Şehirlerin tarihi süreç boyunca yaşadıkları dönüşümler, gelecekte varoluşlarını belirleyen özelliklerdir. Büyük toplumsal, kültürel, mimari, ticari gelişme ve değişimlere zemin olmuş şehirlerden bugün yaşayan ve eski önemini koruyanlara baktığımızda, kendilerini sadece ‘tarihi malzeme’ olarak değil, tarihle birlikte bugüne ve geleceğe hazırlanmış 'organizma'lar olduklarını görürüz.

Dünyanın birçok yerinde artık sadece ‘nekropol’ olarak zamanın yok ediciliğine kendisini teslim eden, insanı ürperten kalıntılardan ibaret hale gelmiş ihtişamlı şehirler, belki de gelecekte varolabilme ‘kibri’yle yarınlarında ‘nasıl var olurum’ endişesini taşımıyorlardı. Kim bilir…

Yarında var olacak şehir ‘yarınını bugünden inşa eden şehir’dir. Bırakınız yarını, bugününü bile nasıl inşa edeceğini bilmeyen, sadece geçmiş zamanın son bir kalıntısı olarak canlılığını sürdüren şehirleri bekleyen ‘hazin bir yarınsızlık’tır.

Yaşadığımız şehir de acaba böyle bir ‘yarınsızlık’la mı karşı karşıyadır?

Bu soruya verilecek cevap, aynı zamanda şehrin bugününe verilecek cevaptır.

Şehirlerin de insanlar gibi muhataplarına çağrısı var. Bu çağrıyı duyabilmek, şehre duyarlı olmaya bağlıdır. Duyarlılık, aidiyetin sonucudur. Aidiyet ise farkındalığın.

Bu noktada yaşayan şehir ile ölüler şehri/ölü şehir arasındaki fark, şehrin çağrısı olarak ortaya çıkıyor.

Şehir vardır; canlı iken bile nekropolden ibarettir. Modern zaman şehirlerinin birçoğu bu türden şehirlerdir.

Şehirler vardır; kemaliyle varoluşunu tamamlayıp, bugünlere sadece mimari ve sanatıyla bile kendisini taşımasına rağmen ‘yaşayan’ özelliğe sahiptir. İstanbul başta olmak üzere bazı tarihi şehirlerimiz, birçok Yakındoğu, Uzakdoğu şehirleri böyledir.

Nekropolün zıddı metropol müdür? Günümüzün modern metropollerine baktığımızda, Üstad’ın “hayattan canlı ölüm” dediği bir kaosla var olmaya, hatta daha büyük kaoslarla devleşmeye aday metropoller var…

Batı merkezli metropol kentler anlayışı insanı boğuyor, mahzunlaştırıyor; şaşırtıcı ama bir o kadar da yırtıcılaştırıyor. O şehirde sadece biyolojik bir yaratık olarak yaşayabiliyoruz.

Biyolojik yaratığın tek gayesi: Metabolizmasını beslemek, sürdürmektir.

Sözün burasında kültürümüzdeki “helak” kavramına gönderme ve vurgu yapalım. Modern metropoller insanı bu hale getirmekle acaba kendileri de helâk sürecine mi girdi? Aslında ihtişam gibi görünen suretleri, metropollerin bünyevî helâklerine işaret olmasın? Bu şehirlerin insanı, daha doğrusu biyolojik yaratığı bir mütefekkirin deyimiyle, “yara aldığın yerden ısırmaya hazır köpekbalığı gibi” bekliyor. Yaşamak için yok etmek zorunda… Çünkü metabolizmadan ibaret yaratık haline gelme böyle bir biyolojik savaşa mecbur ediyor onu…

Onun içindir ki biz şehrimize, şehir de bize yabancılaştı..

Ülkemizin, tarihi süreç boyunca getirdiği kültürel ve mimari mirasa rağmen, şehirlerimizde gelenek ışığından ilham almayan yenileşmeler, hamleler yapamazsak, herhalde şehirlerimiz, modern insan topluluğunun mezarlığı olarak varlığımıza karşı son görevini yerine getirmek mecburiyetinde kalacak.

Modern zaman metropollerinin gördüğü en önemli fonksiyon kendisiyle birlikte genetiğini değiştirdiği insana ‘mezar’ olması. İnsan-şehir ilişkisi artık metropol-mezar ilişkisine dönüşmüş durumda. Buna rağmen insan biyolojik yürüyüşünü “hayat zannetme”ye devam ededursun..

Bu gidişle insanlar modern zaman metropollerinde ayrıca ‘mezarlık’ arama ihtiyacı duymayacaklar. Çünkü zaten ruhî ölümlerinin gerçekleştiği metropol, biyolojik ölümlerin de kendilerini depolayacağı büyük bir morg haline gelmiştir.

Morg; yani cesetlerin geçici bir süre muhafaza edildiği soğuk hava deposu…

Modern zaman şehirleri giderek ölüler şehrinin bir önceki aşaması olan morga dönüşüyor.

Metropol, morg ve nekropol…

İnsanı “yaşamaya değer hayat”a davet eden kadim zaman şehirleri ile insanı “barsaklardan ibaret’ canlıya dönüştüren metropoller… Tabii devamı morg şehir ve nekropol…

Artık “şehir morg”undan değil, “morg şehir”lerden bahsedeceğiz. Çünkü, insanın kendi “helak”ine sebep olacak şeyleri bizzat kendisinin gerçekleştirmesi istikametinde, kendi yaşama çevresini yani şehrini de ‘morg’a çevirmesi çok da fantezi bir kurgu olmasa gerek…

Kadim şehirlerin yaşayanlarıyla birlikte “helâk”i kimi zaman birden, kimi zaman da tedrîcen gerçekleşmiş. Yarınlara bir ibret mesajı bırakarak... Tabii anlayanlar için.

Modern zaman şehirleri ise böyle bir mesaj bile bırakamayacak.
Bu helâk haline rağmen, üzerinde insanların mı, metabolitik canlıların mı yaşadığı belli olmayan şehirlerimiz ve şehir yöneticilerimiz de ne yazık ki böyle bir “morg şehir” özlemi içinde…

Artık bütün şehirlerimizi bir kasırga gibi istila eden yeni kılıklı, yabancı söylemler eyleme dönüşerek ortaya insanların biyolojik istifinden ibaret böylesine bir “soğuk morg şehir” meydana getiriyor. Bu söylem ve kavramların başında “kentsel dönüşüm”, “marka şehir” geliyor… Bu kavramların içini gelenekten besleyebiliyor ve doldurabiliyorsanız amenna ! Ancak, ne gelenekten, ne geleneğe bağlı dönüşümden idrak payı olmayanların elinde şehirlerimizin nasıl dönüştüğü ortada! Bu halin sonuçta bir “bumerang” olması da kaçınılmaz…

Bütün bu helâk, yarınsızlık, morg şehir olma halleri, bize, yani bugünün şehirlisine ne söyler?

Bir şey söyleyebilmesi için:
Görmek için gözlerin iltihaplanmaması,
Duymak için kulakların iltihaplanmaması,
Anlamak için idraklerin iltihaplanmaması gerekiyor.

İnsanlığın şehirde “morg ahalisi” haline geldiğinin idraki, insanın kendini ve şehrini idraki için belki de bir imkan ve fırsattır.

Derdimiz, dersimiz ve duamız; şehrimizin morga, insanımızın da katakomplarda nefes alabilen biyolojik canlılara dönüşmemesi…

İnsanlığa yol gösterecek suyu arayanın H2O değil, geleneğimizin ruh ve iman ikliminin kıvrımlarından idrakimizin bu gününe ve yarınına billur parıltılar, muhabbet enzimleri devşirdiği şehirler istiyoruz.

Aslında şehir de bizden merhamet istiyor, şehrimizin çağrısı da bu.

Aslında insanın mümkünü de budur, imkânı da...

(Günebakış,27 Nisan 2011)

21 Nisan 2011 Perşembe

MAHKÛMLARA GARDİYANLARINI SEÇME HAKKI VERMEK...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Toprağı münbit, coğrafyasında "kendine mahsus" oldukça özel şeyler üretebilen Trabzon, insan kalite ve kapasitesiyle de bir "değer havzası" kimliği taşıma potansiyeline sahiptir. Ancak bu potansiyeli gerçeğe dönüştürme becerisini gösterebiliyor mu? Bu genelleşmiş soruya toptan evet veya hayır demek zor. Ancak, önümüzdeki seçimlere yaklaşıldığı şu günlerde gerek iktidar partisi gerekse diğer partilerin bütün bir Trabzon halkını TBMM’de temsil için aday olanlar ve adaylığı “nasbedilen”lere bakınca Trabzon’un tarihsel, siyasal, kültürel, vs. birikimiyle örtüşmeyen bir “aday tablosu” görüyoruz.

Trabzon’u tanımak ve taşımanın büyük bir iddia olduğu bilinciyle söyleyelim ki; Vekil adaylarını nasbedenlerin tek kaygısı “ehilleştirilmiş” insan aramaları, nasbedilenlerin de “ben yeterince ehilleştirilmişim” psikolojisinde olduklarını ispata çalışmaları…

“Ehilleştirme”den kastımız; ‘kullanıma uygun hale gelme’dir.

Siyaset arenasında “kullanıma uygun eleman”lar varolduğuna göre, suyun her iki tarafı da halinden memnun, mes’ut bir şekilde karşılıklı meşk ediyorlar.
Adayların naspedilmek için geçtikleri süreçlere yakından şahit olmuş birisi olarak, nasıl bir “sorgu odası”ndan geçirildiklerini bilmesek, bu sorgu odasından “alnının akı”(!)yla çıkanları tebrik edesimiz gelir.

Liyakatin, ehliyetin, temsil kabiliyet ve kudretinin asla sözkonusu olmadığı, hatta bunların adeta suç unsuru addedildiği bir siyasal atmosferde yaşıyoruz.

Ne yazık ki diğer şehirler gibi Trabzon da önümüzdeki seçimde kendisini temsil etmek için ‘nasbedilen’leri ‘seçmeye mahkûm’ bir şehir halkı olarak sıradanlığını sürdürecek.

Demokrasi denilen yönetim biçiminde halk da böylece “kendi temsilcilerini seçtiğine” inandırılmış oluyor.

Sanıyorum Tolstoy’a ait bir muhteşem sözdü: “Mahkûmlara gardiyanlarını seçme hakkı vermek, onları hürriyete kavuşturmak mıdır?”

Bu söz, tam da seçimler öncesinde ülkemizin profilini yansıtıyor. Bildiğimiz klâsik soruları sormaya gerek var mı : Kim kimi seçiyor? Seçilenlerde ölçü ne? Vs. vs. Bunların önemi yok. Çünkü varolan sistem, seçilenlerle ilgili “temel soruları” sormayı engelliyor. Sorsanız bile sorunuz havada kalıyor, muhatabını bulamıyor.
Şüphesiz şehir bir hapishane değil, yaşayanlar da mahkûm değil. Ancak, şehrin iradesini elinde bulunduranların, şehrin sakinlerinin iradelerini, tercihlerini ‘mecburi’ hale getirmeleri insanın yukarıdaki sözü hatırlatıyor.

Trabzon, yakın siyasî tarihinde önemli olaylar yaşamış bir şehrimiz. Başta Ali Şükrü Bey’in şehadeti bize gösteriyor ki Trabzon muhtevası ve hedefi doğru bir “muhalif duruşu”yla da öne çıkabilmiş bir şehirdir. Şehrin böyle bir potansiyele sahip olduğu doğru. Ancak bu potansiyelin nasıl harekete geçeceğini sorduğumuzda cevap almak veya cevap vermek çok zor.

Vekil olacakların herşeyden önce başta sembol şahsiyet Ali Şükrü Bey’in şehri adına temsil ettiği mana ve değerleri iyi özümsemesi gerekiyor. Ali Şükrü Bey’i örnek göstermekten kastımız; inandığı değerler adına her şeyi göze alan bir siyasî cesaret ve dirayet sahibi olması…

Bugünkü siyasî temsil tablosuna baktığımızda; Trabzon’u öncelikle tarih, kültür ve medeniyet birikiminin farkındalığıyla yüklenebilecek bir temsilden yoksun olduğunu söylemek gerekiyor. Mutlak sahip olunması gereken “medeniyet idraki”, siyasilerimiz için gereksiz bir fantezi… Nereden mi biliyoruz? Tablo ortada…

Popülerliğin tek kaygı olduğu, imajların gerçeklere egemen olduğu bir siyasi tablo Trabzon’u da kuşatmış durumda. Bunu görmek için “derin keşif” sahibi olmak gerekmiyor.

Siyasî popülizmin herşeyi önüne katıp götürdüğü bir ortamda “şehri kim temsil edecek?” sorusu sıradan gibi görünse de temel soru olma özelliğini muhafaza ediyor.
Hangi soruları sorarsanız sorun, hangi cevapları alırsanız alın sonuç aynı.
Gene Trabzon için eski deyimle “veyl!” diyoruz.

Belki bir gün şehir kendisini “muhtevasıyla” doğrudan gösterir de (eski deyimle) “kifayetsiz muhteris”ler bu muhtevada kendilerine yer bulamazlar.
Teşhis değil gözlem ve olması gerekenler üzerindeyiz. Şehrimize duyduğumuz muhabbetin siyasî tablolara da yansımasını istiyoruz. Onun için eleştiriyor, onun için endişeleniyoruz.

Görünen o ki; Trabzon, bunca potansiyeline rağmen hakettiği “siyasî temsil”de kendisini layıkiyle ortaya koyamayacak gibi.

İnsanlar gibi şehirler de yarışırlar. Muhteva ve kaliteleriyle… Kültürü, sanatı, mimarisi, ekonomisiyle… Her alanda epey kan kaybeden ama buna rağmen “varoluş cehdi”ni kaybetmeyen Trabzon, önümüzdeki dönemde kendisini siyasî imajdan ibaret siluetlere emanet etmemeli, potansiyelini heba etmemeli.

Temel bir soru olarak yazımızın başlığı üzerinde düşünmeye çağırıyoruz:

Gardiyanlarını seçme hakkının hürriyet olmadığı anlaşılana kadar şehrimizin geleceği adına endişemiz sürecektir.

Kadîm tarihinde Roma’ya kafa tutabilen, klasik Osmanlı çağında medeniyet şehri olarak varolan, yakın tarihinde ise şahsiyetli muhalif duruşuyla dikkatleri üzerine çeken Trabzon, ne yazık ki bugün içerisinde bulunduğu “siyasî anestezi”yle varlığının idrakinde değil… Neye memur, neye mecbur olduğunun farkında değil…
Kime söylüyoruz? Kim dinler?

Kendi kendimize soruyor ve cevap arıyoruz.

(Günebakış, 20 Nisan 2011)

3 Nisan 2011 Pazar

ŞEHİR "BÜNYAD ETMEK"...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Şehrimizin de Fâtih’i olan Sultan Mehmed’e ait İstanbul’un imarı ile ilgili bir vakfiyede, şehir-insan ve medeniyet ilişkisindeki ölçüyü ifade eden şu tarihî cümle yer alır:
“Hüner bir şehir bünyâd itmekdür. Reâyâ kalbin âbâd itmekdür!”
Yâni, “Asıl marifet bir şehir kurmak, şehir imar etmek;(le birlikte) o şehirde yaşayanların kalbini âbâd etmek, kazanmaktır. “
Bu tarihî cümle/söz, her şeyden önce “niçin şehir?” sorusuna verilen ontolojik bir cevaptır. İnsan ve yaşadığı yer olarak şehrin varoluşunu kemaliyle anlamlandıran bu cümlenin çağrışımları ve üzerimize yüklediklerini düşündüğümüzde, şehrin gönlüne doğru yürüyebiliriz artık.

Bu şiir tadındaki cümle, bir şehrin “nasıl olması” ve “nasıl olmaması” gerektiğine ilişkin temel ölçüyü verdiği gibi; aynı zamanda şehir kurmanın, o şehrin yaşayanlarıyla kalbî bir ilişki içerdiğine de işaret eder. “Şehrin bünyâd edilmesi”yle “kalbin âbâd edilmesi” birliktedir. “Şehrin ruhu” işte budur. İnsan-mekân ilişkisindeki akıldan kalbe denklem budur.

Bu cümle ve bunun gibi tarihî ölçü mahiyetindeki sözlerden çıkarılacak fikirleri, çözümlemeleri, modern hayatta şehirlerin karşılaştıkları, baş edemedikleri sorunlardan kaçmak için kullanmak yerine, bugüne taşımak ve “metin”le “hayat” arasındaki ilişkiyi yaşanılır hale getirmek gerekiyor. Tarihî şehirle bugünün şehri arasındaki ilişkiyi doğru ve kırıksız bir çizgiyle sürdürmek, şehrin varoluşunun temel şartıdır.

Şehrin tarihi varoluşuyla geleceğinin birleşeceği an “bugünde yaşayan/yaşatılan” şehirdir.

Fatih’in bu tarihî sözünü modern zaman şehirlerimizin/şehir yöneticilerinin her an kendilerini hesaba çekecekleri, kendilerini test edecekleri dinamik bir ölçü olarak görebiliyorsak şehirlerimizin ‘yeniden imar ve inşa’sında sağlıklı bir zemin bulmuş olacağız demektir.

Bu söz; her şeyden önce şehir yöneticilerinde olması gereken ‘sorumluluk bilinci’ne vurgu yapıyor. Maharet, şehir kurmakta değil, o şehrin insanlarının kendilerini mensup hissedecekleri, aidiyet rengini almış bir anlayıştadır. Sonuçta bilincin gönül sularında yıkanmış engin ovasında bir şehre var olma imkânı tanımak bir idrak ve inşa işidir.

İdrak ile inşa edilmiş bir şehre ancak gönül ruhsat verir, kuru bürokrasi değil.

Eğer gönül razı değilse, ne koyarsan taş üstüne kaçaktır; yürek imarına, idrak, tarih ve bilinç mevzuatına kesin aykırıdır, bir korsan yapılaşmadan ibarettir.

Şehrin ‘bünyâd’ının sebebi; orada yaşayan insanın âbâdıdır. Yâni, insanın feyizli, erdemli bir yerde yaşamasıdır.

Aynı şekilde, tarihî kültürümüzde insanla mekânın birbiriyle olan kalbî ilişkisine işaret eden “şeref-ül mekân bil mekîn” yâni, “Bir şehri aziz kılan, o şehrin sakinleridir, yaşayanlarıdır.” Sözü de asırlar ötesinden bugüne ve yarınımıza seslenen şehir-insan ilişkisini kuşatıcı, ölçü mahiyetinde önemli bir sözdür.

Fatih’in cümlesi ile bu sözü birlikte okuduğumuzda yeryüzünün imar ve inşasının her şeyden önce insan ve mekânı “kuşatıcı bir idrak”le anlamayı, kavramayı bize ihtar ettiğini görürüz.

Evet ihtar! Şüphesiz bu hatırlatma nitelikli ihtar, öncelikle şehir yöneticilerinin nasıl bir vebal altında olduklarına işaret ediyor. Bugün “kentsel dönüşüm” adına şehirlerimiz ‘bünyâd’ mı ediliyor yoksa ‘kurban’ mı ediliyor, öncelikle bu soruya cevap vermek lâzım ki, şehirle insan arasındaki kalbî ilişkinin tarihsel temelleri anlaşılabilsin ve bugüne taşınabilsin. Modern zaman şehirlerinde yaşanan insan ve mekân kaosuna karşı alınan tedbirler, hazırlanan projeler ne yazık ki sadece şehrin üzerine oturduğu coğrafyanın karakterini bozmaktan başka bir işe yaramıyor. Coğrafyanın karakterinin bozulması, şehrin bozulması; şehrin bozulması da orada yaşayan insanın ‘yaşama tercihi’ni yok etmesi, yâni iradesini kendi dışındaki mekanik şartlara teslim etmesi demektir.

Oysa ki, Fâtih Sultan Mehmed’in “şehir bünyâdı” ile “kalbin âbâdı” birlikte anlaşılabilse, yüzyıllar boyunca karakterini bozmadan, hatta karakterini olgunlaştırarak gelişen şehirlerimizde insan da “yaşamaya değer bir hayat”la varlığının farkına varacaktır. Fetihle birlikte İstanbul’un imar ve inşasında öncelikle kurucu bir “şehir felsefesi”nin formüle edilmesi diyebileceğimiz Fatih’in bu muhteşem sözü, günümüzün şehir yöneticilerine de yol haritası niteliğinde bir rehber cümledir. Modern zaman şehirlerinin bozulmayacak bir kozmik yapıya kavuşmalarının sırrı da bu muhteşem ölçüye verecekleri kıymette yatıyor.

Bu cümleden çıkaracağımız bir başka sonuç: Şehirlerin kendilerini, şehir mekanlarını taşıyamaz hale gelmesi, durağanlaşmaları karşısında, her an yeni, her an yenilenebilen bir ‘bünye’ye sahip olabilmeleri “bünyâd” ile “âbâd” arasındaki ilişkinin doğrudan ve kalbî biçimde sürdürülmesine bağlıdır.

Fatih’teki insan-şehir ve medeniyet idraki olmadığı takdirde insan ve şehir ilişkisi; tıpkı ipekböceğinin kendi etrafında ördüğü kozanın nihayetinde kendisini ‘hayat’tan koparıp ölümünü hazırlaması gibi olacaktır. Bugünkü yapay, şehir gerçekliğinden uzak “kentsel dönüşüm” çabaları da şehrin tedricen ölümünü kendi hazırlaması gibi bir trajik sonucu getirecektir. Nitekim şehirlerimizdeki tablo ortada…


Şehrine olan sorumluluğu ‘aşk’ derecesine yükselen şehir yöneticilerinde şehrin her bir taşı, kendisiyle kalbî-hissî ilişki kurulan bünyevî organlardır. Aksi halde ise şehir bir cesetten, kadavradan farksızdır.

Şehrimizin erdemi, şehirde yaşayanlarla; şehirde yaşayanların erdemi de şehrinin yaşanabilir kalabilmesiyledir. Bu sorumluluğu üstlenebilecek idrake sahip miyiz? Sadece soruyor ve doğru cevap arıyoruz.

Eskiler kendilerinden sonrakilere “neleri nasıl bırakmaları gerektiği”nin sorumluluğuyla bugün içerisinde yaşadığımız şehri bize “armağan” ettiler. Biz gelecek nesillere nasıl bir şehir bırakacağız? Bu soruya da doğru cevap arıyoruz.

Şehir idrak, irfan, imar, ihya ve inşasını, şehrimizi 550 yıl önce bize ‘açan’ Fâtih’in yukarıya aldığımız ölümsüz sözünü rehber edinerek sürdürebiliyorsak ne mutlu! Aksi hal ve şehirde yapılacak her şey “bir şehir imha etmek ve reaya kalbin berbad etmek” olacaktır!

Bu yıl’ın 26 Ekim’inde Fâtih’in Trabzon’u fethinin 550. yılını idrak edeceğiz. Fetihten 550 yıl sonra şehrimizin “bünyadı” ve “abadı”nın ne anlama geldiğini yeniden düşünebiliyor muyuz?

(Günebakış, Nisan 2011)

SEÇİMLER, SİYASİ GLADYATÖRLÜK VE ARENA ÜZERİNE... -Vekil adaylığına dair ironik gerçekler-

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Genel seçimler yaklaşmaya başlayınca, “adaylık psikozu”yla şehrini TBMM’de “temsil” etmek isteyenlerdeki cinnet derecesindeki ihtirası görünce, bu halin çok da sağlıklı bir durum olmadığını, siyasetin alanından çok psikiyatrinin alanına giren bir durum olduğunu gözlemli-yoruz.

Adeta yeni bir “Leyla ile Mecnun” kara sevdasının gözleri kör ettiği bir “siyasî ihtiras”a şahit oluyoruz. Bu durum sadece şehrimiz için değil, tüm şehirler için geçerli… Reel politik böyle bir ‘patolojik tablo’ ortaya çıkarıyor…

Bu vasatta, Vekil olmak isteyenlerin birçoğunda akıl ve idrak ölçülerinin yitirildiğini söylemek ise sıradan bir gözlem…

Kaynağını tam bilemediğim bir söz hatırlıyorum: “Şehvet anında insanın aklının üçte ikisi gider!” Buradaki “şehvet”, cinsel uzantısı da dahil, siyasi, ekonomik, statik konumlara işaret ediyor. Bu ‘yerinde’ sözün karşılıklarını bugünkü siyaset arenasında birebir görebiliyoruz. Önünüze aniden çıkan bir parti adayının size hemen üzerinde partisinin amblemi ve kendi adı soyadı-mesleği yazılı kartvizitini ve elinde “şehrine ve ülkesine nasıl hizmet edeceğini” anla-tan, grafikerin düzeltmesinden geçmiş zoraki tebessümle omuz öne eğik fotoğrafı bulunan broşürü uzatması karşısında tebessüm edebilir veya şaşırabilirsiniz. Bu aday spekülasyonun-da şehrin ve ülkemizin kendisine nasıl muhtaç olduğunu, kendisinin nasıl “sorun çözücü” ol-duğunu, şehrin problemlerini bildiğini ve çözüm projelerinin kendisinde olduğunu ifade eden ironik cümleler zincirinin destanlaştığını da görebilirsiniz.

Kendisinin liyakat ve ehliyette mesafesiz bir üstünlüğü olduğuna inanmaktan tutunuz da, aday olamadığı ve seçilemediği takdirde şehrin ve ülkenin neler kaybedeceğini de hem ‘duruş’undan hem de kendini tanıtan broşürden okuyabilirsiniz. “Halkın şiddetli ısrarı üzeri-ne” aday olduğunu da unutmayalım. “Hizmete adanmış bir hayata” talip olmak böyle bir şey olsa gerek (!) Ola ki listeye giremese veya seçilemese de seçim sonrasına hazır ‘yatırım’ları da ihmal etmez.

“Emaneti ehline verme” ile “Kifayetsiz muhteris” kavramlarının karşılıklarını görebileceğiniz bir siyaset arenasındayız. Bu günler tam bir çatışma ve birbirini yok ederek ancak hayatta kalınabileceklerin konuşlandığı arena !

Bu arenada rakiplerini yok ederek sağ kalanlar, “aşil kompleksi”yle ölümsüz yürüyüşlerini sürdürecekler! Topuklarındaki ‘zaaf’ı bilen, bu zaaflarıyla onları her an yokedecek güce sahip sadece İmparator! Yâni Parti Genel Başkanı !

Biliyorsunuz arenadaki gladyatörlerin önemli bir özelliği “imparator” önünde, “imparator için” savaşmak ! Yenenler imparatoru tazimle selamlayacak, öldürülenler de ‘onurlu bir vu-ruşma’da ölmenin huzuruyla arenayı terk edecekler (!)

İmparator ve Senato için bütün varlığımız feda olsun!

Roma İmparatoru Sezar’ın meşhur “Veni vidi vici: Geldim, gördüm, yendim!” sözünü de bu arada hatırlamakta fayda var! Çünkü adaylarımızın her birisi adeta bir Sezar!

Siyasi arenanın kuralı, antik dönemlerdeki gibi: Yaşamak için yok etmeye mecbursun ! Siyasî gladyatörlerimizin arenada rakiplerini yok etmeleri böylesi bir “ahlâki-etik” duruşun gereği ! Şehirleri, ülkeleri için yapamayacakları fedakârlık (!) yok !

Bu arenada, fedakarlık, liyakat, ehliyet, keyfiyet, muhteva, temsil gibi öncelikle ahlâki nitelikli kavramların “siyasi gladyatörlük” adına nasıl heba edildiğine de şahit olabiliyoruz.

Uzatmamız mümkün… Ancak giderek “nevrotik” bir sapmaya neden olan bu halin tez zamanda “normalleşmesi”ni diliyoruz.

Sözümüzün burasında, İsmail Hacıfettahoğlu ağabeyimizin notlarından bize aktardığı, gündemimizle alâkalı tarihî bir seçime değinmek istiyorum.

Parlamenter sistemin ilk adımlarından olan 1908’de ikinci meşrutiyetin ilânıyla birlikte yapılacak seçimlerle Trabzon da oldukça yakından ilgileniyordu. Seçimlerin nasıl yapılacağı, kimlerin mebus seçileceği, halkın iradesinin sandığa nasıl yansıyacağı gibi belirsizlikler ve en-dişeler halkın ve eşrafın zihinlerini meşgul ediyordu. Ayrıca “Halka zulmetmiş, nüfuz istismarı yapmış, yolsuzluk ve suiistimallerde bulunmuş kişilerin mebus olmasının önüne geçilebilecek miydi? “ gibi temel kaygılar da seçimler öncesi cevap aranan önemli sorulardı.

Dönemin oldukça güçlü olan Trabzon yerel basını da seçimlerle yakından ilgileniyordu. 29 Eylül 1908 tarihli Feyiz Gazetesi’nde Ahmet Namık “Maksadımız” başlıklı yazısında Trabzon’da kimlerin mebus olması ve olmaması konusunda görüşlerini şöyle dile getiriyordu:

“Meclis-i Mebusan’a intihap edeceğimiz zevatın, vatana, vatandaşlarına şiddetle muhabbeti ve muhabbet-i samimiyesi olan erbab-ı sadakat ve hamiyetten bulunmasını aramaktır. Mekatib-i aliye, maarif-i kafiye görmüş olanlarını seçmektir. Umur-u devlete, ihtiyacat-ı mem-lekete, ahval-i millete vakıf zevattan olmasını arzu etmektir. Mektep görmüş, maarif tanımış, evsaf-ı lazimeyi haiz olanların dahi intihabında tereddüt değildir. Şu kadar ki hükümet ile aha-li beyninde istimal-i nüfuz ile suret-i na-meşruda paralar tutan adamları Meclis-i Mebusan’a göndermek doğru değildir.”

Bugünkü Türkçeye çevrildiğinde kısırlaşan, maksadın tam olarak ifade edilemeyeceği bu cümlelerde Trabzon’da nasıl bir mükemmeliyetçi “siyasi kalite” arandığı görülüyor.

İttihatçı komitacılığın da önemli merkezlerinden de biri olan Trabzon’da 29 adayın katıldığı 1908 seçimlerindeki ilginç tabloyu göstermesi bakımından adaylar şunlar:

“Ali Naki Efendi, Hacıhamdizade Hacı Tevfik Efendi, Trabzon eski müftüsü İmadeddin Efendi, Eyüpzade İzzet Efendi, Müftü Emin Efendi, Matyo Kofidi Efendi, Giresunlu Apik Efendi, Nemlizade Hacı Osman Efendi, Hafız Mahir Efendi, Haznedarzade Mahmut Efendi, Davavekili Yorgo Polidi, Meclis-i İdare Başkatibi Arif Efendi, Tayyibzade Hafız Zühtü Efendi, Giresunlu Aristodiki Efendi, Karagözyan Ohannis Efendi, Hemşinli Hafız Mesut Efendi, Beşirzade Midhat Efendi, Rüsumat Nazırı Emin Efendi, Hartamaszade Baki Efendi, Andorya Miridis Efendi, Hacı İbrahim Cudi Efendi, Kazazzade Hasan Bey, Alemdarzade Emin Efendi, Alaybeyzade Naci Efendi, Kalcızade Mahmut Bey, Şehrikyan Artin Efendi, Antra Nişan Efendi, Velisoridi Dimistoki Efendi, Giresunlu Ahmed Avni Efendi.”
İkinci Meşrutiyetle birlikte yapılan seçimlerden 103 yıl sonra, siyasi partilerin milletvekili adaylarına baktığımızda bu özelliklerle donanmış “temsil” ehliyet ve liyakatine sahip kimleri görebiliyoruz? Veya görebiliyor muyuz?

Klasik deyimle “tarih tekerrür ediyor.” Ancak bir farkla: 103 yıl sonra kalitede geriye gidiş sözkonusu… Hoş, kalite arayan da pek yok, kalite de ortaya koyan da..

Trabzon, kendisini “temsil” edecekleri hakkıyle ortaya çıkaracak kadar idrak ve irfanı yüksek bir şehir iken, esefle söyleyelim ki siyasî tarihinde 1908’de aranan vasıflara haiz temsilci pek çıkaramadı! Önümüzdeki seçimlerde de çıkaracağından emin değiliz! Göreve talip olmanın nasıl müthiş bir sorumluluk gerektirdiğini düşündüğünüzde “yetkin” olanların bile ortaya çıkmaktan çekindikleri mes’uliyet günlerindeyiz.

Trabzon, aşağıya çekilmek istenen siyasi kalitesini başkalarına ihale etmeyecek, düşürmeyecek kadar irade sahibi olabilmelidir! Bu bünyeye, bu potansiyele sahiptir, ancak…

(Günebakış, 6 Nisan 2011)