Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Şehirlerin tarihi süreç boyunca yaşadıkları dönüşümler, gelecekte varoluşlarını belirleyen özelliklerdir. Büyük toplumsal, kültürel, mimari, ticari gelişme ve değişimlere zemin olmuş şehirlerden bugün yaşayan ve eski önemini koruyanlara baktığımızda, kendilerini sadece ‘tarihi malzeme’ olarak değil, tarihle birlikte bugüne ve geleceğe hazırlanmış 'organizma'lar olduklarını görürüz.
Dünyanın birçok yerinde artık sadece ‘nekropol’ olarak zamanın yok ediciliğine kendisini teslim eden, insanı ürperten kalıntılardan ibaret hale gelmiş ihtişamlı şehirler, belki de gelecekte varolabilme ‘kibri’yle yarınlarında ‘nasıl var olurum’ endişesini taşımıyorlardı. Kim bilir…
Yarında var olacak şehir ‘yarınını bugünden inşa eden şehir’dir. Bırakınız yarını, bugününü bile nasıl inşa edeceğini bilmeyen, sadece geçmiş zamanın son bir kalıntısı olarak canlılığını sürdüren şehirleri bekleyen ‘hazin bir yarınsızlık’tır.
Yaşadığımız şehir de acaba böyle bir ‘yarınsızlık’la mı karşı karşıyadır?
Bu soruya verilecek cevap, aynı zamanda şehrin bugününe verilecek cevaptır.
Şehirlerin de insanlar gibi muhataplarına çağrısı var. Bu çağrıyı duyabilmek, şehre duyarlı olmaya bağlıdır. Duyarlılık, aidiyetin sonucudur. Aidiyet ise farkındalığın.
Bu noktada yaşayan şehir ile ölüler şehri/ölü şehir arasındaki fark, şehrin çağrısı olarak ortaya çıkıyor.
Şehir vardır; canlı iken bile nekropolden ibarettir. Modern zaman şehirlerinin birçoğu bu türden şehirlerdir.
Şehirler vardır; kemaliyle varoluşunu tamamlayıp, bugünlere sadece mimari ve sanatıyla bile kendisini taşımasına rağmen ‘yaşayan’ özelliğe sahiptir. İstanbul başta olmak üzere bazı tarihi şehirlerimiz, birçok Yakındoğu, Uzakdoğu şehirleri böyledir.
Nekropolün zıddı metropol müdür? Günümüzün modern metropollerine baktığımızda, Üstad’ın “hayattan canlı ölüm” dediği bir kaosla var olmaya, hatta daha büyük kaoslarla devleşmeye aday metropoller var…
Batı merkezli metropol kentler anlayışı insanı boğuyor, mahzunlaştırıyor; şaşırtıcı ama bir o kadar da yırtıcılaştırıyor. O şehirde sadece biyolojik bir yaratık olarak yaşayabiliyoruz.
Biyolojik yaratığın tek gayesi: Metabolizmasını beslemek, sürdürmektir.
Sözün burasında kültürümüzdeki “helak” kavramına gönderme ve vurgu yapalım. Modern metropoller insanı bu hale getirmekle acaba kendileri de helâk sürecine mi girdi? Aslında ihtişam gibi görünen suretleri, metropollerin bünyevî helâklerine işaret olmasın? Bu şehirlerin insanı, daha doğrusu biyolojik yaratığı bir mütefekkirin deyimiyle, “yara aldığın yerden ısırmaya hazır köpekbalığı gibi” bekliyor. Yaşamak için yok etmek zorunda… Çünkü metabolizmadan ibaret yaratık haline gelme böyle bir biyolojik savaşa mecbur ediyor onu…
Onun içindir ki biz şehrimize, şehir de bize yabancılaştı..
Ülkemizin, tarihi süreç boyunca getirdiği kültürel ve mimari mirasa rağmen, şehirlerimizde gelenek ışığından ilham almayan yenileşmeler, hamleler yapamazsak, herhalde şehirlerimiz, modern insan topluluğunun mezarlığı olarak varlığımıza karşı son görevini yerine getirmek mecburiyetinde kalacak.
Modern zaman metropollerinin gördüğü en önemli fonksiyon kendisiyle birlikte genetiğini değiştirdiği insana ‘mezar’ olması. İnsan-şehir ilişkisi artık metropol-mezar ilişkisine dönüşmüş durumda. Buna rağmen insan biyolojik yürüyüşünü “hayat zannetme”ye devam ededursun..
Bu gidişle insanlar modern zaman metropollerinde ayrıca ‘mezarlık’ arama ihtiyacı duymayacaklar. Çünkü zaten ruhî ölümlerinin gerçekleştiği metropol, biyolojik ölümlerin de kendilerini depolayacağı büyük bir morg haline gelmiştir.
Morg; yani cesetlerin geçici bir süre muhafaza edildiği soğuk hava deposu…
Modern zaman şehirleri giderek ölüler şehrinin bir önceki aşaması olan morga dönüşüyor.
Metropol, morg ve nekropol…
İnsanı “yaşamaya değer hayat”a davet eden kadim zaman şehirleri ile insanı “barsaklardan ibaret’ canlıya dönüştüren metropoller… Tabii devamı morg şehir ve nekropol…
Artık “şehir morg”undan değil, “morg şehir”lerden bahsedeceğiz. Çünkü, insanın kendi “helak”ine sebep olacak şeyleri bizzat kendisinin gerçekleştirmesi istikametinde, kendi yaşama çevresini yani şehrini de ‘morg’a çevirmesi çok da fantezi bir kurgu olmasa gerek…
Kadim şehirlerin yaşayanlarıyla birlikte “helâk”i kimi zaman birden, kimi zaman da tedrîcen gerçekleşmiş. Yarınlara bir ibret mesajı bırakarak... Tabii anlayanlar için.
Modern zaman şehirleri ise böyle bir mesaj bile bırakamayacak.
Bu helâk haline rağmen, üzerinde insanların mı, metabolitik canlıların mı yaşadığı belli olmayan şehirlerimiz ve şehir yöneticilerimiz de ne yazık ki böyle bir “morg şehir” özlemi içinde…
Artık bütün şehirlerimizi bir kasırga gibi istila eden yeni kılıklı, yabancı söylemler eyleme dönüşerek ortaya insanların biyolojik istifinden ibaret böylesine bir “soğuk morg şehir” meydana getiriyor. Bu söylem ve kavramların başında “kentsel dönüşüm”, “marka şehir” geliyor… Bu kavramların içini gelenekten besleyebiliyor ve doldurabiliyorsanız amenna ! Ancak, ne gelenekten, ne geleneğe bağlı dönüşümden idrak payı olmayanların elinde şehirlerimizin nasıl dönüştüğü ortada! Bu halin sonuçta bir “bumerang” olması da kaçınılmaz…
Bütün bu helâk, yarınsızlık, morg şehir olma halleri, bize, yani bugünün şehirlisine ne söyler?
Bir şey söyleyebilmesi için:
Görmek için gözlerin iltihaplanmaması,
Duymak için kulakların iltihaplanmaması,
Anlamak için idraklerin iltihaplanmaması gerekiyor.
İnsanlığın şehirde “morg ahalisi” haline geldiğinin idraki, insanın kendini ve şehrini idraki için belki de bir imkan ve fırsattır.
Derdimiz, dersimiz ve duamız; şehrimizin morga, insanımızın da katakomplarda nefes alabilen biyolojik canlılara dönüşmemesi…
İnsanlığa yol gösterecek suyu arayanın H2O değil, geleneğimizin ruh ve iman ikliminin kıvrımlarından idrakimizin bu gününe ve yarınına billur parıltılar, muhabbet enzimleri devşirdiği şehirler istiyoruz.
Aslında şehir de bizden merhamet istiyor, şehrimizin çağrısı da bu.
Aslında insanın mümkünü de budur, imkânı da...
(Günebakış,27 Nisan 2011)
duzenliyahya@gmail.com
Şehirlerin tarihi süreç boyunca yaşadıkları dönüşümler, gelecekte varoluşlarını belirleyen özelliklerdir. Büyük toplumsal, kültürel, mimari, ticari gelişme ve değişimlere zemin olmuş şehirlerden bugün yaşayan ve eski önemini koruyanlara baktığımızda, kendilerini sadece ‘tarihi malzeme’ olarak değil, tarihle birlikte bugüne ve geleceğe hazırlanmış 'organizma'lar olduklarını görürüz.
Dünyanın birçok yerinde artık sadece ‘nekropol’ olarak zamanın yok ediciliğine kendisini teslim eden, insanı ürperten kalıntılardan ibaret hale gelmiş ihtişamlı şehirler, belki de gelecekte varolabilme ‘kibri’yle yarınlarında ‘nasıl var olurum’ endişesini taşımıyorlardı. Kim bilir…
Yarında var olacak şehir ‘yarınını bugünden inşa eden şehir’dir. Bırakınız yarını, bugününü bile nasıl inşa edeceğini bilmeyen, sadece geçmiş zamanın son bir kalıntısı olarak canlılığını sürdüren şehirleri bekleyen ‘hazin bir yarınsızlık’tır.
Yaşadığımız şehir de acaba böyle bir ‘yarınsızlık’la mı karşı karşıyadır?
Bu soruya verilecek cevap, aynı zamanda şehrin bugününe verilecek cevaptır.
Şehirlerin de insanlar gibi muhataplarına çağrısı var. Bu çağrıyı duyabilmek, şehre duyarlı olmaya bağlıdır. Duyarlılık, aidiyetin sonucudur. Aidiyet ise farkındalığın.
Bu noktada yaşayan şehir ile ölüler şehri/ölü şehir arasındaki fark, şehrin çağrısı olarak ortaya çıkıyor.
Şehir vardır; canlı iken bile nekropolden ibarettir. Modern zaman şehirlerinin birçoğu bu türden şehirlerdir.
Şehirler vardır; kemaliyle varoluşunu tamamlayıp, bugünlere sadece mimari ve sanatıyla bile kendisini taşımasına rağmen ‘yaşayan’ özelliğe sahiptir. İstanbul başta olmak üzere bazı tarihi şehirlerimiz, birçok Yakındoğu, Uzakdoğu şehirleri böyledir.
Nekropolün zıddı metropol müdür? Günümüzün modern metropollerine baktığımızda, Üstad’ın “hayattan canlı ölüm” dediği bir kaosla var olmaya, hatta daha büyük kaoslarla devleşmeye aday metropoller var…
Batı merkezli metropol kentler anlayışı insanı boğuyor, mahzunlaştırıyor; şaşırtıcı ama bir o kadar da yırtıcılaştırıyor. O şehirde sadece biyolojik bir yaratık olarak yaşayabiliyoruz.
Biyolojik yaratığın tek gayesi: Metabolizmasını beslemek, sürdürmektir.
Sözün burasında kültürümüzdeki “helak” kavramına gönderme ve vurgu yapalım. Modern metropoller insanı bu hale getirmekle acaba kendileri de helâk sürecine mi girdi? Aslında ihtişam gibi görünen suretleri, metropollerin bünyevî helâklerine işaret olmasın? Bu şehirlerin insanı, daha doğrusu biyolojik yaratığı bir mütefekkirin deyimiyle, “yara aldığın yerden ısırmaya hazır köpekbalığı gibi” bekliyor. Yaşamak için yok etmek zorunda… Çünkü metabolizmadan ibaret yaratık haline gelme böyle bir biyolojik savaşa mecbur ediyor onu…
Onun içindir ki biz şehrimize, şehir de bize yabancılaştı..
Ülkemizin, tarihi süreç boyunca getirdiği kültürel ve mimari mirasa rağmen, şehirlerimizde gelenek ışığından ilham almayan yenileşmeler, hamleler yapamazsak, herhalde şehirlerimiz, modern insan topluluğunun mezarlığı olarak varlığımıza karşı son görevini yerine getirmek mecburiyetinde kalacak.
Modern zaman metropollerinin gördüğü en önemli fonksiyon kendisiyle birlikte genetiğini değiştirdiği insana ‘mezar’ olması. İnsan-şehir ilişkisi artık metropol-mezar ilişkisine dönüşmüş durumda. Buna rağmen insan biyolojik yürüyüşünü “hayat zannetme”ye devam ededursun..
Bu gidişle insanlar modern zaman metropollerinde ayrıca ‘mezarlık’ arama ihtiyacı duymayacaklar. Çünkü zaten ruhî ölümlerinin gerçekleştiği metropol, biyolojik ölümlerin de kendilerini depolayacağı büyük bir morg haline gelmiştir.
Morg; yani cesetlerin geçici bir süre muhafaza edildiği soğuk hava deposu…
Modern zaman şehirleri giderek ölüler şehrinin bir önceki aşaması olan morga dönüşüyor.
Metropol, morg ve nekropol…
İnsanı “yaşamaya değer hayat”a davet eden kadim zaman şehirleri ile insanı “barsaklardan ibaret’ canlıya dönüştüren metropoller… Tabii devamı morg şehir ve nekropol…
Artık “şehir morg”undan değil, “morg şehir”lerden bahsedeceğiz. Çünkü, insanın kendi “helak”ine sebep olacak şeyleri bizzat kendisinin gerçekleştirmesi istikametinde, kendi yaşama çevresini yani şehrini de ‘morg’a çevirmesi çok da fantezi bir kurgu olmasa gerek…
Kadim şehirlerin yaşayanlarıyla birlikte “helâk”i kimi zaman birden, kimi zaman da tedrîcen gerçekleşmiş. Yarınlara bir ibret mesajı bırakarak... Tabii anlayanlar için.
Modern zaman şehirleri ise böyle bir mesaj bile bırakamayacak.
Bu helâk haline rağmen, üzerinde insanların mı, metabolitik canlıların mı yaşadığı belli olmayan şehirlerimiz ve şehir yöneticilerimiz de ne yazık ki böyle bir “morg şehir” özlemi içinde…
Artık bütün şehirlerimizi bir kasırga gibi istila eden yeni kılıklı, yabancı söylemler eyleme dönüşerek ortaya insanların biyolojik istifinden ibaret böylesine bir “soğuk morg şehir” meydana getiriyor. Bu söylem ve kavramların başında “kentsel dönüşüm”, “marka şehir” geliyor… Bu kavramların içini gelenekten besleyebiliyor ve doldurabiliyorsanız amenna ! Ancak, ne gelenekten, ne geleneğe bağlı dönüşümden idrak payı olmayanların elinde şehirlerimizin nasıl dönüştüğü ortada! Bu halin sonuçta bir “bumerang” olması da kaçınılmaz…
Bütün bu helâk, yarınsızlık, morg şehir olma halleri, bize, yani bugünün şehirlisine ne söyler?
Bir şey söyleyebilmesi için:
Görmek için gözlerin iltihaplanmaması,
Duymak için kulakların iltihaplanmaması,
Anlamak için idraklerin iltihaplanmaması gerekiyor.
İnsanlığın şehirde “morg ahalisi” haline geldiğinin idraki, insanın kendini ve şehrini idraki için belki de bir imkan ve fırsattır.
Derdimiz, dersimiz ve duamız; şehrimizin morga, insanımızın da katakomplarda nefes alabilen biyolojik canlılara dönüşmemesi…
İnsanlığa yol gösterecek suyu arayanın H2O değil, geleneğimizin ruh ve iman ikliminin kıvrımlarından idrakimizin bu gününe ve yarınına billur parıltılar, muhabbet enzimleri devşirdiği şehirler istiyoruz.
Aslında şehir de bizden merhamet istiyor, şehrimizin çağrısı da bu.
Aslında insanın mümkünü de budur, imkânı da...
(Günebakış,27 Nisan 2011)