3 Nisan 2011 Pazar

ŞEHİR "BÜNYAD ETMEK"...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Şehrimizin de Fâtih’i olan Sultan Mehmed’e ait İstanbul’un imarı ile ilgili bir vakfiyede, şehir-insan ve medeniyet ilişkisindeki ölçüyü ifade eden şu tarihî cümle yer alır:
“Hüner bir şehir bünyâd itmekdür. Reâyâ kalbin âbâd itmekdür!”
Yâni, “Asıl marifet bir şehir kurmak, şehir imar etmek;(le birlikte) o şehirde yaşayanların kalbini âbâd etmek, kazanmaktır. “
Bu tarihî cümle/söz, her şeyden önce “niçin şehir?” sorusuna verilen ontolojik bir cevaptır. İnsan ve yaşadığı yer olarak şehrin varoluşunu kemaliyle anlamlandıran bu cümlenin çağrışımları ve üzerimize yüklediklerini düşündüğümüzde, şehrin gönlüne doğru yürüyebiliriz artık.

Bu şiir tadındaki cümle, bir şehrin “nasıl olması” ve “nasıl olmaması” gerektiğine ilişkin temel ölçüyü verdiği gibi; aynı zamanda şehir kurmanın, o şehrin yaşayanlarıyla kalbî bir ilişki içerdiğine de işaret eder. “Şehrin bünyâd edilmesi”yle “kalbin âbâd edilmesi” birliktedir. “Şehrin ruhu” işte budur. İnsan-mekân ilişkisindeki akıldan kalbe denklem budur.

Bu cümle ve bunun gibi tarihî ölçü mahiyetindeki sözlerden çıkarılacak fikirleri, çözümlemeleri, modern hayatta şehirlerin karşılaştıkları, baş edemedikleri sorunlardan kaçmak için kullanmak yerine, bugüne taşımak ve “metin”le “hayat” arasındaki ilişkiyi yaşanılır hale getirmek gerekiyor. Tarihî şehirle bugünün şehri arasındaki ilişkiyi doğru ve kırıksız bir çizgiyle sürdürmek, şehrin varoluşunun temel şartıdır.

Şehrin tarihi varoluşuyla geleceğinin birleşeceği an “bugünde yaşayan/yaşatılan” şehirdir.

Fatih’in bu tarihî sözünü modern zaman şehirlerimizin/şehir yöneticilerinin her an kendilerini hesaba çekecekleri, kendilerini test edecekleri dinamik bir ölçü olarak görebiliyorsak şehirlerimizin ‘yeniden imar ve inşa’sında sağlıklı bir zemin bulmuş olacağız demektir.

Bu söz; her şeyden önce şehir yöneticilerinde olması gereken ‘sorumluluk bilinci’ne vurgu yapıyor. Maharet, şehir kurmakta değil, o şehrin insanlarının kendilerini mensup hissedecekleri, aidiyet rengini almış bir anlayıştadır. Sonuçta bilincin gönül sularında yıkanmış engin ovasında bir şehre var olma imkânı tanımak bir idrak ve inşa işidir.

İdrak ile inşa edilmiş bir şehre ancak gönül ruhsat verir, kuru bürokrasi değil.

Eğer gönül razı değilse, ne koyarsan taş üstüne kaçaktır; yürek imarına, idrak, tarih ve bilinç mevzuatına kesin aykırıdır, bir korsan yapılaşmadan ibarettir.

Şehrin ‘bünyâd’ının sebebi; orada yaşayan insanın âbâdıdır. Yâni, insanın feyizli, erdemli bir yerde yaşamasıdır.

Aynı şekilde, tarihî kültürümüzde insanla mekânın birbiriyle olan kalbî ilişkisine işaret eden “şeref-ül mekân bil mekîn” yâni, “Bir şehri aziz kılan, o şehrin sakinleridir, yaşayanlarıdır.” Sözü de asırlar ötesinden bugüne ve yarınımıza seslenen şehir-insan ilişkisini kuşatıcı, ölçü mahiyetinde önemli bir sözdür.

Fatih’in cümlesi ile bu sözü birlikte okuduğumuzda yeryüzünün imar ve inşasının her şeyden önce insan ve mekânı “kuşatıcı bir idrak”le anlamayı, kavramayı bize ihtar ettiğini görürüz.

Evet ihtar! Şüphesiz bu hatırlatma nitelikli ihtar, öncelikle şehir yöneticilerinin nasıl bir vebal altında olduklarına işaret ediyor. Bugün “kentsel dönüşüm” adına şehirlerimiz ‘bünyâd’ mı ediliyor yoksa ‘kurban’ mı ediliyor, öncelikle bu soruya cevap vermek lâzım ki, şehirle insan arasındaki kalbî ilişkinin tarihsel temelleri anlaşılabilsin ve bugüne taşınabilsin. Modern zaman şehirlerinde yaşanan insan ve mekân kaosuna karşı alınan tedbirler, hazırlanan projeler ne yazık ki sadece şehrin üzerine oturduğu coğrafyanın karakterini bozmaktan başka bir işe yaramıyor. Coğrafyanın karakterinin bozulması, şehrin bozulması; şehrin bozulması da orada yaşayan insanın ‘yaşama tercihi’ni yok etmesi, yâni iradesini kendi dışındaki mekanik şartlara teslim etmesi demektir.

Oysa ki, Fâtih Sultan Mehmed’in “şehir bünyâdı” ile “kalbin âbâdı” birlikte anlaşılabilse, yüzyıllar boyunca karakterini bozmadan, hatta karakterini olgunlaştırarak gelişen şehirlerimizde insan da “yaşamaya değer bir hayat”la varlığının farkına varacaktır. Fetihle birlikte İstanbul’un imar ve inşasında öncelikle kurucu bir “şehir felsefesi”nin formüle edilmesi diyebileceğimiz Fatih’in bu muhteşem sözü, günümüzün şehir yöneticilerine de yol haritası niteliğinde bir rehber cümledir. Modern zaman şehirlerinin bozulmayacak bir kozmik yapıya kavuşmalarının sırrı da bu muhteşem ölçüye verecekleri kıymette yatıyor.

Bu cümleden çıkaracağımız bir başka sonuç: Şehirlerin kendilerini, şehir mekanlarını taşıyamaz hale gelmesi, durağanlaşmaları karşısında, her an yeni, her an yenilenebilen bir ‘bünye’ye sahip olabilmeleri “bünyâd” ile “âbâd” arasındaki ilişkinin doğrudan ve kalbî biçimde sürdürülmesine bağlıdır.

Fatih’teki insan-şehir ve medeniyet idraki olmadığı takdirde insan ve şehir ilişkisi; tıpkı ipekböceğinin kendi etrafında ördüğü kozanın nihayetinde kendisini ‘hayat’tan koparıp ölümünü hazırlaması gibi olacaktır. Bugünkü yapay, şehir gerçekliğinden uzak “kentsel dönüşüm” çabaları da şehrin tedricen ölümünü kendi hazırlaması gibi bir trajik sonucu getirecektir. Nitekim şehirlerimizdeki tablo ortada…


Şehrine olan sorumluluğu ‘aşk’ derecesine yükselen şehir yöneticilerinde şehrin her bir taşı, kendisiyle kalbî-hissî ilişki kurulan bünyevî organlardır. Aksi halde ise şehir bir cesetten, kadavradan farksızdır.

Şehrimizin erdemi, şehirde yaşayanlarla; şehirde yaşayanların erdemi de şehrinin yaşanabilir kalabilmesiyledir. Bu sorumluluğu üstlenebilecek idrake sahip miyiz? Sadece soruyor ve doğru cevap arıyoruz.

Eskiler kendilerinden sonrakilere “neleri nasıl bırakmaları gerektiği”nin sorumluluğuyla bugün içerisinde yaşadığımız şehri bize “armağan” ettiler. Biz gelecek nesillere nasıl bir şehir bırakacağız? Bu soruya da doğru cevap arıyoruz.

Şehir idrak, irfan, imar, ihya ve inşasını, şehrimizi 550 yıl önce bize ‘açan’ Fâtih’in yukarıya aldığımız ölümsüz sözünü rehber edinerek sürdürebiliyorsak ne mutlu! Aksi hal ve şehirde yapılacak her şey “bir şehir imha etmek ve reaya kalbin berbad etmek” olacaktır!

Bu yıl’ın 26 Ekim’inde Fâtih’in Trabzon’u fethinin 550. yılını idrak edeceğiz. Fetihten 550 yıl sonra şehrimizin “bünyadı” ve “abadı”nın ne anlama geldiğini yeniden düşünebiliyor muyuz?

(Günebakış, Nisan 2011)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder