Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Bir “şehrin düşüşü”nden bahsetmek veya “şehirleri ihanetin vurduğu”nu söylemek insanın da dehşete düşmesine sebep oluyor. Şehrin düşmesi, şehrin tahribinin de ötesinde yok edilmesi demek. Hele “şehre ihanet”, hiçbir cezanın karşılayamayacağı, ayrıca affı mümkün olmayan bir suç!
Yazımızın başlığı, Bizanslı Yeorgios Francis’in İstanbul’un fethini anlattığı kitabının adı “Şehir Düştü”den alınma. Francis, İmparator Konstantin’in sarayında onun en yakın danışmanı sıfatıyla bulunmuş bir tarihçi sıfatıyla, tanık olduğu İstanbul’un fethini “şehir düştü” adıyla anlatıyor eserinde.
Başlığımızdaki “Şehirleri ihanet vurdu!” cümlesi de Muhakkik-Mimar merhum Turgut Cansever’e ait.
Bağdat’ın, Şam’ın, Kurtuba’nın, Buhara’nın düşüşü Müslümanların gözünde neyse; 1453’te İstanbul’un batılıların/hristiyanlığın gözünde düşüşü de odur. Ancak, bir şehrin başkaları tarafından ele geçirilmesiyle şehrin yok edilmesi farklı anlamlar taşır. Çünkü Müslümanların “fetih” idraki; ele geçirdiği şehirleri yok ediş değil, şehrin muhafazası, imar ve ihyasını içeren bir anlama sahiptir. Buna en güzel örneklerden birisi İstanbul’un fethidir.
Müslümanlar, yüzyıllar boyunca fethettikleri şehirlerde kadîm Roma, Yunan ve daha eski çağlardan kalan eserleri, kültür varlıklarını korumalarına rağmen; batılıların istilâ ettiği şehirlerdeki İslâmî eserlere tahammülsüzlükleri, onları yokedişleri “fetih” ve “işgal” arasındaki farkı ortaya koyar.
Konumuz “fetih” ile “işgal” arasındaki farkı anlatmak değil. Veya Francis’in söz konusu eserinin muhtevası değil. “Şehir düştü” başlığından yola çıkarak yaşadığımız şehrin “nasıl düştüğü”ne vurgu yapmaktır.
Bir şehri kaybedenlerin, şehri kendisinden koparılanların bu hadiseyi en trajik biçimde iki kelime ile ifade eden oldukça anlamlı ve etkileyici bir ifade: Şehir Düştü! Bu başlığın çağrıştırdıklarından, şehrimize dair kalemime üşüşen notlara yer vermek istiyorum. Yâni şehrin düşüşüne “not düşüyoruz !”
Gerçekten şehrimiz düştü mü? Hayalî ve sanal bir şehrin düşüşünü mü kurguluyoruz?
Tarih; şehirlerin yaşadığı istilalar, yıkımlar, katliamlar, jenositleri kaydettiği gibi, halen yaşadıkları ve bundan sonra yaşayacakları istila, yıkım, katliam ve jenositleri de kaydediyor, kaydedecek. Sadece “kaydedecek” mi? Belki sonraki nesiller “dehşet ve ibret”le bu kayıtlara bakar da yaşayacakları şehre dair ‘olmaması’ ve ‘yapılmaması’ gerekenler için bu kayıtlardan istifa ederler.
Bir şehrin kadîm zamanlarda istilalarla yok edilişiyle, modern zamanlarda yok edilişi aynı. Sadece araçlar değişiyor. Modern zamanlarda şehirlerin mahvı Bağdat, Gazze, Kâbil gibi ya fiilen yapılan harekât ve bombardımanlarla veya Suudilerin Mekke, Medine ve diğer mübarek şehirlerde, Yahudilerin de Kudüs ve diğer filistin şehirlerinde yaptıkları gibi idraksizce, haince yok ediliyor, peygamberler tarihine ait ne varsa vahşice çiğneniyor ya da BİZDE OLDUĞU GİBİ bizzat şehrin yöneticileri tarafından “kentsel dönüşüm” adı altında tedricen “değiştirilerek yok edilmesi” şeklinde tezahür ediyor.
Bu üç tarz şehir yok edişinde en trajik olanı hangisi? Üçünün de birbirinden farkı yok. İstilâcıların hol haritaları aynı: “Şehirleri yaşanmaz ve yaşanamayacak hale getirme!”
Dünün tarihinde şehirler sadist istilâcılar tarafından yıkılıyor, yok ediliyordu. Bugünün tarihinde ise önce imar planları, sonra kentsel dönüşüm ve marka şehirler adı altında yapılan istilâlarla…
Muhakkik Mimar Turgut Cansever Osmanlı mirasını “hareketli kültürün ürünü” olarak tanımlar ve bu “hareketli kültürde mekân duygusu en yüksek düzeyde” olduğunu belirtir. Ancak ne bu “hareketli kültür mirası”nı sürdürecek bir idrak, ne de bunu görecek bir gözün olmaması, Cumhuriyetle birlikte başlayan ve halen hızla devam eden şehir yıkımlarıyla bizi karşı karşıya getirdi.
Cansever 1996’da “Şehirleri İhanet Vurdu” başlığıyla kendisiyle yapılan bir söyleşide bu anlamda “şehir yıkımları”na işaret ediyor:
“Şehirlere düzen getirmek istiyorlar ve şehir planlarına imar planı diyorlar. Dünyada bu planların adı ‘şehir planı’ iken burada eskiden mamur olmayan yeri imar etmek için plan yapıyorlar. İnsan ölçeği ile topoğrafyanın realitelerine hürmet eden, her kişinin katılımını mümkün kılan akıl almaz bir standartlar düzeninin ve en zenginin konağının yanında orta hallinin ya da fakirin yaşayabildiği müthiş bir sosyal dayanışma ile kültürel bütünlüğün ürünü olan, fakir insanın evinin en yüksek mimarî kaliteye sahip olmasını mümkün kılan bütün eski şehirlerin üzerinden masaya cetvel koyup yollar geçirerek yıkan planlara imar planı diyorlar.”
Dehşet !
Cansever’in sözlerine bir cümle de biz ekleyelim: Bugün de “yıkım planları”na KENTSEL DÖNÜŞÜM diyorlar!
Cansever kendisine sorulan “Şehirleri yeniden şekillendirme iradesi oldu mu?” sorusuna daha da dehşete düşürecek bir cevap veriyor: “Evet, eski şehirleri yok ederek. Paris taklidi iki tarafında apartmanlar yapmak Cumhuriyetin getirdiği politika ve yaklaşım olarak gündeme geldi." Bu yaklaşımdan yâni katliamdan en fazla payını alan tarihî şehirlerden birisi Trabzon’dur. Şehrin kimliğini hatırlatan, ifade eden tarihî şehir siluetinin 1930’lardan başlayarak önce doğrudan, sonra da tedrîcen nasıl yok edildiği tarihte şehir katliamları olarak kayıtlıdır.
Günümüzün “kentsel dönüşüm” mantığının aynı 1930’larda tarihî şehirlerimizde yaşandı. Modern zaman şehirlerinde “kentsel dönüşüm”ün karşılığı “şehir düştü” demektir. Cansever adeta bu sonucu görür gibidir: “Bu Türkiye’nin şehir geliştirmek için gerçek bir tasavvurunun olmamasından doğan bir sonuçtur. “
Şehrimizin son yıllarda yaşadığı ve bundan sonra hızla yaşayacağı “kentsel dönüşüm”ler, ortada “benim şehrim” diyebileceğimiz bir şehir bırakmayacak. Çömlekçi, Zağnos, Tabakhane, Ayasofya, Ortahisar gibi Trabzon’un tarihî şehir yerleşim ve dokusunu “Kentsel Dönüşü”me kurban edecek bir şehir yabancılaşması hızla başladı… Biz; çirkinlikleri yok etme, şehri dönüştürme adına şehrin TOPOĞRAFYASINI BOZAN, coğrafyasını değiştiren girişimlerin şehri ihya değil, şehri imha ettiğini düşünüyoruz.
Bu idrak/siz/lere gene Cansever sesleniyor: “Doğru, gerçeğe uyarak elde edilir. Bir şehir de öyle. Bin kilometre ötede resim masasının üzerinde yolları çizen, sağından solundan şu kadar boşluk bırakacaksın diyenler mahallî ve mikrokozmos gerçeğini bilemezler. Dolayısıyla çirkinlik ve iptidaîlik halka mecburi bir ölüm kefeni gibi giydirilmektedir.”
Evet, “Şehir düştü!”…
Düşen şehir artık istilâcıların elinde cetvel-pergel-gönye ile “kentsel dönüşüm”e hazır halde bekliyor!
Kentsel dönüşüm adına şehre ilk kazma vurulduğunda, şehrin coğrafyasında ilk iş makinası girdiğinde “şehrin düşüşü” başlamış demektir.
Bu düşüşün sebebi: Şehir yöneticileri ve şehirlerden de sorumlu siyasî irade. Bir o kadar da şehirliler.
Censever’in cümlesini bir vebal gibi tekrar hatırlatıyoruz:
“Şehirleri ihanet vurdu!”
Ancak, ihanet eden de, ihanet edilen de işin farkında değil. En trajik olan hal de bu!
Sık sık tekrarladığımız büyük ârif Yunus Emre’nin mısraı, muradımıza tercüman oluyor:
“Kasdım budur şehre varam, feryad ü figan koparam!”
Tabii şehrimizi bulabilirsek !
(Günebakış, 8 Haziran 2011)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder