Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Gerçekliğiyle rüyaları süsleyen şehirler, şehirlerin de kendilerine örnek aldığı şehirler vardır. Bu anlamda Mekke, Medine ve Kudüs’ün mekân ve mânâsı medeniyet coğrafyamızda “prototip” olarak varlığını sürdürmüştür hep. Medeniyetimizin kırılma dönemlerinde bile varlıklarını taşıdıkları ruh ve ‘sükûneti’yle koruyan bu şehirler, dünyanın hangi bölgesinde olursa olsun, varolan ve yeni kurulacak şehirlerimiz için de model teşkil etmiştir.
Medeniyet tasavvurumuzu kaybedip, şehir idrak ve inşamızdan uzaklaştığımız dönemlerde ortaya çıkan “kaos”un peşinden sürüklediği şehirlerimizi, her türlü çözülmeye, çürümeye ve bozulmaya rağmen ayakta tutan onların gördükleri işte bu “varoluş rüya”sıdır.
“Kimin şehri?” sorusu başta Mekke, Medine ve Kudüs olmak üzere bütün şehirlerimizi özenilir ve yaşanılır kılan temel sorudur. İstanbul da bu mânâda “işaret edildiği” ve “barındırdıkları”yla tarihsel çekiciliğini ve ihtişamını hâlâ koruyan bir medeniyet şehrimizdir.
Öyle ki, Hendek Savaşı için hazırlık yaparlarken, bir taştan çıkan kıvılcım üzerine Hz. Peygamber’in “Size Kostantiniyye’nin fethini müjdeliyorum!” sözü, İstanbul’un her şeyin ötesinde önemini ve “niçin fethedildiği”ni ortaya koyuyor.
İstanbul’un anlamı, böyle bir “büyük mânâ”ya işaret etmesidir.
“İstanbul’u Anlamak” büyük dâvâ, büyük iddia… O’nu anlamak, şehirlerimizi, ‘yaşadığımız şehrimizi’ anlamak olacaktır. Çünkü o bir remz şehirdir. Kendisine yüklenen mâna, kendisinden yükselen mânâ ile örtüşmüş olarak günümüze kadar gelmiştir. Fatih’in 1453’deki fethiyle birlikte Osmanlı coğrafyasının doğudaki en uzak şehri Trabzon’un 1461’de, batıdaki en uzak şehri Saraybosna’nın da 1463’te fethi ile birlikte İstanbul’un buralara taşınan manâsı, onun nasıl bir “taç şehir” olduğunu ortaya koyuyor.
İstanbul’un, barındırdığı eserler ve mimarî stokunun üzerinde bir manâsı olduğunu, tarih boyunca kendisine saldıranlardan ve ona meftûn olanlardan anlayabiliyoruz.
Şüphesiz Cumhuriyetle birlikte ‘tarihinden intikam’ öfkesiyle başlayan şehir yıkımlarından en büyük payı da yine İstanbul almıştır. Sonra diğer medeniyet şehrimiz Trabzon, Bursa, Diyarbakır, vd. bu tasarlanmış tahribatlardan paylarını almışlardır. Daha sonra bilinçsizce yapılan imar planları, kent tasarımları ve kentsel dönüşümler şehirlerimizi arabeskleştirmenin ötesinde tarihsel kimliğini, manâsını yok edecek girişimlere, uygulamalara sahne olmuşlardır.
“Çevre ve Şehircilik Bakanına Okuma Kılavuzu”muzun bu bölümünde rahmetli Mütefekkir Muhakkik Mimar Turgut Cansever’in “İSTANBUL’U ANLAMAK” kitabı önümüzde berrak bir YOL GÖSTERİCİ olarak izlerini takip etmemizi bekliyor.
Cansever, 1958 yılında İstanbul’da toplanan Uluslararası Mimarlar Birliği (Union International des Architects) şehircilik kongresi vesilesiyle İstanbul Valisi’nin verdiği davette, Kongrenin Şehircilik Komitesi Başkanı Andre Gutton’un Vali’ye cevabını şöyle anlatıyor:
“Kongreye katılan yabancılara ve onlar adına Şehircilik Komitesi Başkanı Andre Gutton’a davete ve toplantıya katıldıkları için teşekkür etti. Gutton’un cevabı uzundu. Birinci cümlesi ise bütün toplumumuzun yüreğini titretmesi gereken önemdeydi. Bu cümle şöyleydi: ‘Öncelikle ifade etmek isterim ki, insanlık tarihin en büyük kültür çağlarının, en büyük değerlerinin üst üste ve zengin tabakalar halinde bir arada bulunduğu bu en müstesna toprak parçasının üzerindeki değerlerin hüsn ü muhafazası imtiyazına mukavvaten sahip bulunuyorsunuz. “’Bu cümlenin anlamı apaçıktır.Açıkça ‘Bu kültür değerlerini muhafaza edemezsiniz buradaki varlığınız ve bu toprağın sahibi olma hakkınız sona erer’ demek istiyordu Andre Gutton.”
Bir şehrin tarihsel kimliğini ifade eden eserlerini korumak, aynı zamanda o şehri korumaktır. İstanbul bu anlamda ‘bize ait’ bir şehir olarak her karesi korunması, yaşatılması gereken en önemli şehrimizdir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Sinan bir an’aneyi tek başına tüketen ve kendinden sonra gelenlere pek az bir şey bırakan sanatkârlardandır” demişti. Cansever de Tanpınar’ın bu sözünden yola çıkarak “Tanpınar’ın bu sözü gerçeği yansıtır; ancak Sinan, 1571’den sonra vücuda getirdikleriyle, Tanpınar’ın tükettiğini söylediği muhteşem geleneğin ötesinde yeni ufuklar bulunduğunu ortaya koymuş ve bu sebeple mimarlığın en yüce temsilcilerinden biri düzeyine ulaşmıştır…. Sinan, dünyayı güzelleştiren eserler vücuda getiren, olağanüstü zenginlikte bir muhayyileye sahip, eserlerini mensup olduğu medeniyetin inanç temellerinden ayrılmaksızın vücuda getiren, onları, ulaştığı her merhalede yeni güzelliklerin farkına vararak şekillendiren bir cengâver, bir mü’mindir. En gelişmiş eseri addettiği Selimiye’den sonra vücuda getirdiği her eser, yaptıklarının devamı olmanın ötesinde, en berrak mimarî mesajları ve açıklamaları ihtiva eder.” tespitinde bulunuyor.
Cansever’in Mimar Sinan’a ilişkin bu cümleleri aslında kendisinin misyonunu ve fotoğrafını ortaya koyuyor.
Eğer eserine nüfuz edebilirsek Turgut Cansever’i anlamak İstanbul’u, İstanbul’u anlamak da Cansever’i anlamak olacaktır.
Hamaset bataklığına düşmeden belirtelim ki; İstanbul’u Cansever’den okuyabilmek; şehir idrakimizin temellenmesine, modern zamanlarda şehirlerimizi bekleyen tehlikelere, onları yarına taşımaya dair irade ortaya koyabilmek demektir.
Çevre ve Şehircilik Bakanı ve Bakanlık ilgililerinde eğer bir “medeniyet tasavvuru” varsa ve buna bağlı “şehir idraki” bulunuyorsa, İstanbul’u seyretmeden önce “Cansever’in İstanbul’u”nu okumak gibi bir yükümlülükleri var. “İstanbul’u Anlamak”ın oluşturacağı şehir idraki, bugüne kadar tahrip edile edile gelen şehirlerimizin ıslahı ve kurtuluşu için belki bir çare olabilir.
Cansever, “İslam Mimarlık Mirası içinde İstanbul” başlığı altında şehrin anlamından yola çıkarak; “İslâm, varlığın bütünlüğünü, insan hayatının bütün veçhelerini kapsar. Bu bakımdan evler, mahalleler ve şehirler İslâm mimarlık kültürünün büyük abidelerinden ayrılamaz. Evler ve mahalle İslâm mimarisinin en önemli ürünleridir. “ “…Bir taraftan, İslâm aleminin yenilgiler ve fukaralaşma sonunda yaşam düzeyinin gerilemesi, diğer taraftan da İslâmî inanç temellerinden uzaklaşma sonunda yaşam biçiminde meydana gelen değişmeler sebebiyle İslâm mesken mimarisi, mahalle ve şehir yapısı da çöküntüye uğradı.” diyor ve şu temel tespiti yapıyor: “İslam toplumunun çekirdek biçimleri olan ev ve mahalle, dış etkilere karşı en köklü direnç mihrakları oldukları için sömürgeci ve işgalci güçlerin de önemli hedefleri haline geldi…”
Mütefekkir Mimarın mahalle ve evi nasıl bir medeniyet perspektifiyle ontolojik bir biçimde ele aldığını hayretle okumaya devam ediyoruz:
“İslam ülkelerinin özellikle sömürgeci, işgalci kültürlerle daha yakından temas halinde bulunan şehirli nüfusu, İslâm’ın ev, mahalle ve şehir kültürünü reddedip, batı taklidi apartman hayatını tercih ettiği için bütün İslâm ülkelerinde evler ve mahalleler yok oldu. Büyük abideler de çevrelerinden koparılıp yalnız ve fonksiyonsuz ölü yapılar haline getirildi.
Bu durum, kırk-elli yıl kadar önce, İslam ülkelerinde az sayıda insan tarafından fark edildi. Bu küçük ekalliyetin şehir, ev, mahalle mimarisini koruma önerileri modernleşme taraftarlarınca alaya alınırken, diğer taraftan da kültürel amaçlarına yönelik yatırım programlarının yönlendirdiği büyük nüfus kitlelerinin etkisi altında öncelikle korunması gereken mesken stoku, mesken mimarisi, mahalleler ve tarihi şehirler yok oldu...”
“…Bugün, teknoloji fetişizminin ürünü olan mesken mimarisinin, birey ve ailenin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olduğunun anlaşılmasıyla, terk edilen veya taksim edilen İslam mesken mimarisinin meslek meseleleri için nasıl gerçek çözümleri içerdiği ve ülkemizde İslam mimarlık mirasının en önemli kısmını teşkil ettiği için İslam mesken mimarlık mirasından arta kalan ne varsa hepsinin korunmasının, ilk ve en önemli hedef haline geldiği anlaşılmış bulunmaktadır.”
Bu temel bakış açısına bağlı olarak İstanbul’u değerlendiren Cansever’in, her satırı özümsenmesi gereken “İstanbul’u Anlamak”taki pratik önerilerini buraya almıyor, onları ilgili teknik kadrolara bırakıyoruz. Sadece İstanbul başta olmak üzere bütün büyükşehirlerimize musallat olan “idareci acziyeti”ne işaret eden cümlesini alıyoruz: “Şehirsel nüfus hareketlerinin gelişmesinin kontrol edilemeyecek bir hıza ulaşmasını engellemekle görevli merkezî planlama ve karar organları, baskı gruplarının kısa vadeli taleplerini gözeten yaklaşımlarının esiri olmuş, şehirlerin kontrol edilemez nüfus dalgalarının baskısından korunması için gereken tedbirler alınamamıştır. Geliştirici sosyal, ekonomik ve fizikî planlama bütünlüğü yerine, baskı gruplarına hizmet eden tek boyutlu, merkezî ve iktisadî açıdan temenni niteliğini aşmayan planlar ile yetinilmiş, bu planlamada şehir ve mimarlık mirasının korunmasının yeri bile olmamıştır…” İstanbul’un gelecekteki nüfus artışına dikkat çeken Cansever; “buradan hareketle, metropole yeniden yerleşecek milyonlarca insandan bir tek kişinin bile son elli senedir yapılanlara benzer apartmanlara yerleştirilmesine müsaade edilmemeli, yeni konut inşaatı, tarihî İslâm ananesinin devamını sağlayacak şekilde gerçekleştirilmelidir. ..” diyor.
Cansever başka bir galaksiden mi söylüyor bunları dersiniz? Çünkü bu ‘radikal’ tedbirleri almak bir yana, anlayabilmek için bile “haylice idrak gerek”! Hele de devletlûların böyle bir “risk”e girmelerini düşünmek hayal olur. Cansever’in 1980 yılındaki bu uyarıları 31 yıl sonra hâlâ geçerli. Uyarıları geçerli ancak, uyarılanların üzerlerine almaları da mümkün görünmüyor.
Mevcut iktidarın çevre ve şehircilikte de yakaladığı ‘tarihî imkân ve fırsat’ı heba etmemesinin tek yolu Cansever’in bu ‘tarihî ikaz’larına kulak vermektir. Gerisi lâf ü güzâf… Aksi halde “500 bin konut yaptık 500 bin daha yapacağız” demenin manâsı, “500 bin tabut yaptık 500 bin daha yapacağız” demek olacaktır. Şehir bu demek değil. Sözün burasında Üstad Necip Fazıl’ın “Istırabından bile habersiz” dediği “…hasta hastalığının farkında olmasa veya hastalığına razı olsa bile doktorun onu zorla şifaya kavuşturma vazifesi” gibi bir görevi kendilerine misyon edinecek bir iktidar ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı var mıdır? Şimdilik sadece soru soruyoruz. Cevabı verilmediği takdirde gelecek nesillerin soru yerine nasıl bir hesap soracağını tahmin edemiyoruz.
Yazımızın burasında Cansever’in “İstanbul Anlamak’ kitabının bölüm başlıklarını verelim:
İstanbul’u Anlamak (İslam Mimarlık Mirası İçinde İstanbul, Sonsuzluğa Çakılı bir Yıldız: Boğaziçi, İstanbul’da Bahçe Kültürü, İstanbul Metropolünün Geleceği Açısından Haliç, Topkapı Projesi Hakkında, “Tarih Özenle Ayakta Kalır”, İstanbul’un Tahribi ve Çöküşü İçinde Eyüp Sultan ve Geleceği, Sultanahmet Camii Kalem İşleri Restorasyonu Hakkında, Salacak’ta Çürüksulu ya da Birgi Yalısı, Çukurçeşme Hanı Restorasyonu Projesi Vesilesiyle, Adalar’da Mimari Çevrenin Tarihi ve Geleceği, İstanbul İmar Hareketleri Tetkik Komisyonu Raporu, İstanbul’un Geleceği, Yarının İstanbul’u)
İstanbul’u Planlama (Ülke Ölçeğinde İstanbul’u Planlamak, Boğaz Köprüsü: Boğaz Geçişleri Sorununu Çözümleme Metodolojisi, İstanbul Planlamasının İlk Hedefleri, İstanbul Planlaması ve Alternatifler, İstanbul’un Temel Meseleleri, İstanbul Koruma Projesinin Temel Meseleleri, İstanbul’un Geleceği Nasıl Olmalıdır?, UIA Şehircilik Komisyonu’nun İstanbul’daki Toplantısı Münasebetiyle, İstanbul’u Endülüs’ün Sonu Bekliyor, Büyük Tarihi Anıtların ve Sitelerin Korunması, Restorasyonu Hakkında Not.)
Beyazıt Meydanı Tartışmaları Bir meydanın Yok Oluş Hikayesi (Dünden Bugüne Beyazıt Meydanı, Bir Cennetin Yok Oluş Hikayesi, Beyazıt Meydanı Meselesinin İç Yüzü, Beyazıt Meydanındaki Eski Eserlerin Durumları ve Restorasyonları Hakkında Rapor, Hürriyet (Beyazıt) Meydanı Projesi Üzerinde Yapılan Tartışmalar Dolayısıyla, Beyazıt Meydanı Projelerini Tetkik Toplantısı Zabtı)
İki Söyleşi (Yeditepe Üzerine, Üçüncü Köprü Üzerine Konuşma)
Daha önce söylediğimiz gibi: Sadece kitabın konu başlıkları bile bir yol haritası niteliğinde…
İstanbul’un her karesine ilişkin mekân üstü bir tutarlı bakış açısıyla ‘İstanbul’a adanmış’ bir mimarın kulaklarımızı patlatan ancak duyamadığımız feryâdlarına karşı duyma melekesini kaybeden kulaklarımızın ‘iltihap’dan kurtulması gerekiyor. Şüphesiz, öncelikle ilgili Bakanlığın…
Cansever’in İstanbul’u anlatırken kullandığı metaforlar da müthiş. Örneğin İstanbul’un 7 tepesi ile ilgili şu sözleri gibi: “Bu şehri 7 tepeyle tanımlama teşebbüsü, bir çevreyi idrak teşebbüsüdür. Bu konuda İslâm’ın getirdiği temel, çok ciddi, çok önemlidir…. Çevre bilincini, çevre idrakini canlı tutmak İslam kültürlerinin en temel kaygısı oluyor. Daha da ötesi, İslam’ın tarih düşüncesine göre, insan kendisi için mümkün olan bir gelişmeyi tamamlayamadan ikinci bir gelişmeyi gerçekleştiremiyor. Bundan hareketle, Hz. Adem, insanlığın ilk temel hikmetini geliştiren kişi sayılıyor.
Edebiyatta, şiirde tepelerden söz edilmesi, çevre bilincinin yeniden canlandırılmasının bir parçası olarak görülebilir. Şehir biçimlendirilmesinde başka meselelere ilgi gelişiyor. Büyük binalar topografyanın önemli noktalarına konuyor, oraya inşa ediliyor. Bina topografya ile bütünleşiyor. Tepelere inşa etmekle, binalara ve şehre ayrı bir anlam katmak mümkün oluyor. Bu yol, trafik, su gibi meselelerin çok üstünde bir kaygı. Adeta dinî bir misyonun yerine getirilmesine götürüyor insanı…”
Şehrin topografyasını bu derinlikte anlamak ve anlamlandırmada başka bir mütefekkir mimar var mıdır bilemiyorum.
Yazımız gereği kitabın neresinden alıntı yapacağımızı şaşırıyoruz. Şehirlerimiz için önerdikleri fantazyadan ibaret konformist çözümler değil. Cansever’in İstanbul’un herhangi bir mekânına ilişkin bir tespiti bize bütün şehirlerimizdeki problemlerin çözüm anahtarını sunuyor adeta.
Cansever’in “İstanbul İmar Hareketleri”yle ilgili yazısındaki şu sözleri tüm tarihî şehirlerimiz için geçerli: “İstanbul, topografyasıyla olduğu kadar, bu topografya üzerine işlenmiş iskeletiyle de, bugüne kadar kısmen intikal edebilmiş bir yaşam kültürünün ifadesidir. Bu şehir, millî varlığımızı teşkil eden temel kültür direklerinden ve bugünü, geçmişteki heybetli tarihe bağlayan en kuvvetli bağlardan bir tanesidir. Bu yüzden de İstanbul eski bir kitap gibi ele alınması ve ihtimam edilmesi gereken bir şehirdir. Biz, son yıllarda bu ihtimamı göstermek bir yana, şehrin tarihî karakterini, taşınması güç bir yük olarak algılayan bir zihniyet hakimiyetine şahit olmuş bulunuyoruz…”
İçinde yaşadığımız şehre bu gözle bakabiliyor muyuz? Veya Çevre ve Şehircilik Bakanlığımız tüm şehirlerimize bu gözle bakabiliyor mu? Bakmak yetmiyor, görmek gerekli! Görebilmek için de Cansever’in bahsettiği şehir ve medeniyet gıdası gerek. Bu gıdaları kusmayacak, hazmedecek bir bünye gerekli…
“Çevre ve Şehircilik Bakanı’na Okuma Kılavuzu”yla akıl vermiyoruz. Sadece, çevre ve şehircilik için alınması gereken aklın nerede olduğuna işaret ediyoruz. Belki “selim akıl”a ihtiyaç hissedilir diye ‘adres’ gösteriyoruz.
İstanbul’a sun’i bir kanal açmadan evvel, öncelikle “idrak kanalları”nı muhakkik mimar rahmetli Cansever’e açabilsek, şehirlerimizi ‘yaşanılır’ kılmanın ilk adımını atmış olacağız.
“İstanbul, tam beş asır İslâm aleminin merkezi ve insanlık tarihinin en yüksek kültür odağı olarak geliştirilmişken bugün bir çirkinlikler ve kültürel kirlilikler ortamı haline düşürülmüş ise insanlığa, İslam alemine ve toplumumuza karşı ilk ve aslî görevimiz İstanbul’u tekrar eskisi gibi bir kültür ve medeniyet merkezi haline getirmek olmalıdır.”
Cansever’in İstanbul için söylediği bu sözleri, başta yaşadığımız şehir Trabzon olmak üzere tüm şehirlerimize teşmil edecek “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı” ve şehir yöneticilerini bekliyoruz !
“Yarının İstanbul’u” için de şunları söylüyor muhakkik mimarımız: “Türk düşünürleri gerçekten amaçlarını açıkça ve doğru tarif ederek topluma önderlik edememişlerdir…. Türk aydınının Türk halkına yönelik ümitsiz bakışını terk etmesi lazım. Ben şuna inanıyorum ki, yalnızlığımızı kırarak, daha yüksek sesle ve daha açık bir şekilde, Türk halkına İstanbul ve Türkiye şehirleşmesinin meselelerini nakletmeliyiz. Neden? Çünkü artık Türk halkının da açık seçik gördüğü bir felaketin eşiğine gelmiş bulunuyoruz….”
“Türk aydınları kendi kafalarındaki imajları Türk halkına kabul ettirebilmek için, merkezi devlet ideolojisini Tanzimat’tan başlayıp Cumhuriyete kadar tesis ettiler. Şimdi artık bu merkeziyetçilik iflas ediyor. Bu iflasa katlanmak mecburiyetindeyiz. Bugün karmaşa gibi görünen olay, aslında büyük çözümü kendi içinden ortaya çıkaracak bir potansiyele sahip.
Ümidimiz ve duamız; Cansever’in “eserleri”ni fark edecek ve gereğini yapacaklarda. Yoksa şehirlerde değil mezarlıklarda yaşamaya devam edeceğiz. Mezarlıklarda yâni nekropollerde…
Son söz: Batılı tarihçilerin de yazdığı, 1204’te tarihin benzerini az gördüğü bir tahrip cinnetiyle, dördüncü haçlı ordusu Lâtinlerinin istilâ ve yok ettiği İstanbul’la; diğer şehirlerimizi; “kentsel dönüşüm”, “marka şehir” ve “lider şehir” söylemleriyle dönüştüreyim derken acaba şehirlerimizin yıkımı mı hızlandırılıyor? Bu can alıcı-sıkıcı soruyu her adımda ilgili Bakanlık ve yerel yöneticilerin kendilerine sormaları “farz-ı ayn”dır diye düşünüyoruz.
Cansever’in “İstanbul’u Anlamak” kitabından birkaç levha ile yetinmek zorunda kaldık. Gerisi eserin içerisinde.
(Günebakış, 31 Ağustos 2011)
duzenliyahya@gmail.com
Gerçekliğiyle rüyaları süsleyen şehirler, şehirlerin de kendilerine örnek aldığı şehirler vardır. Bu anlamda Mekke, Medine ve Kudüs’ün mekân ve mânâsı medeniyet coğrafyamızda “prototip” olarak varlığını sürdürmüştür hep. Medeniyetimizin kırılma dönemlerinde bile varlıklarını taşıdıkları ruh ve ‘sükûneti’yle koruyan bu şehirler, dünyanın hangi bölgesinde olursa olsun, varolan ve yeni kurulacak şehirlerimiz için de model teşkil etmiştir.
Medeniyet tasavvurumuzu kaybedip, şehir idrak ve inşamızdan uzaklaştığımız dönemlerde ortaya çıkan “kaos”un peşinden sürüklediği şehirlerimizi, her türlü çözülmeye, çürümeye ve bozulmaya rağmen ayakta tutan onların gördükleri işte bu “varoluş rüya”sıdır.
“Kimin şehri?” sorusu başta Mekke, Medine ve Kudüs olmak üzere bütün şehirlerimizi özenilir ve yaşanılır kılan temel sorudur. İstanbul da bu mânâda “işaret edildiği” ve “barındırdıkları”yla tarihsel çekiciliğini ve ihtişamını hâlâ koruyan bir medeniyet şehrimizdir.
Öyle ki, Hendek Savaşı için hazırlık yaparlarken, bir taştan çıkan kıvılcım üzerine Hz. Peygamber’in “Size Kostantiniyye’nin fethini müjdeliyorum!” sözü, İstanbul’un her şeyin ötesinde önemini ve “niçin fethedildiği”ni ortaya koyuyor.
İstanbul’un anlamı, böyle bir “büyük mânâ”ya işaret etmesidir.
“İstanbul’u Anlamak” büyük dâvâ, büyük iddia… O’nu anlamak, şehirlerimizi, ‘yaşadığımız şehrimizi’ anlamak olacaktır. Çünkü o bir remz şehirdir. Kendisine yüklenen mâna, kendisinden yükselen mânâ ile örtüşmüş olarak günümüze kadar gelmiştir. Fatih’in 1453’deki fethiyle birlikte Osmanlı coğrafyasının doğudaki en uzak şehri Trabzon’un 1461’de, batıdaki en uzak şehri Saraybosna’nın da 1463’te fethi ile birlikte İstanbul’un buralara taşınan manâsı, onun nasıl bir “taç şehir” olduğunu ortaya koyuyor.
İstanbul’un, barındırdığı eserler ve mimarî stokunun üzerinde bir manâsı olduğunu, tarih boyunca kendisine saldıranlardan ve ona meftûn olanlardan anlayabiliyoruz.
Şüphesiz Cumhuriyetle birlikte ‘tarihinden intikam’ öfkesiyle başlayan şehir yıkımlarından en büyük payı da yine İstanbul almıştır. Sonra diğer medeniyet şehrimiz Trabzon, Bursa, Diyarbakır, vd. bu tasarlanmış tahribatlardan paylarını almışlardır. Daha sonra bilinçsizce yapılan imar planları, kent tasarımları ve kentsel dönüşümler şehirlerimizi arabeskleştirmenin ötesinde tarihsel kimliğini, manâsını yok edecek girişimlere, uygulamalara sahne olmuşlardır.
“Çevre ve Şehircilik Bakanına Okuma Kılavuzu”muzun bu bölümünde rahmetli Mütefekkir Muhakkik Mimar Turgut Cansever’in “İSTANBUL’U ANLAMAK” kitabı önümüzde berrak bir YOL GÖSTERİCİ olarak izlerini takip etmemizi bekliyor.
Cansever, 1958 yılında İstanbul’da toplanan Uluslararası Mimarlar Birliği (Union International des Architects) şehircilik kongresi vesilesiyle İstanbul Valisi’nin verdiği davette, Kongrenin Şehircilik Komitesi Başkanı Andre Gutton’un Vali’ye cevabını şöyle anlatıyor:
“Kongreye katılan yabancılara ve onlar adına Şehircilik Komitesi Başkanı Andre Gutton’a davete ve toplantıya katıldıkları için teşekkür etti. Gutton’un cevabı uzundu. Birinci cümlesi ise bütün toplumumuzun yüreğini titretmesi gereken önemdeydi. Bu cümle şöyleydi: ‘Öncelikle ifade etmek isterim ki, insanlık tarihin en büyük kültür çağlarının, en büyük değerlerinin üst üste ve zengin tabakalar halinde bir arada bulunduğu bu en müstesna toprak parçasının üzerindeki değerlerin hüsn ü muhafazası imtiyazına mukavvaten sahip bulunuyorsunuz. “’Bu cümlenin anlamı apaçıktır.Açıkça ‘Bu kültür değerlerini muhafaza edemezsiniz buradaki varlığınız ve bu toprağın sahibi olma hakkınız sona erer’ demek istiyordu Andre Gutton.”
Bir şehrin tarihsel kimliğini ifade eden eserlerini korumak, aynı zamanda o şehri korumaktır. İstanbul bu anlamda ‘bize ait’ bir şehir olarak her karesi korunması, yaşatılması gereken en önemli şehrimizdir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Sinan bir an’aneyi tek başına tüketen ve kendinden sonra gelenlere pek az bir şey bırakan sanatkârlardandır” demişti. Cansever de Tanpınar’ın bu sözünden yola çıkarak “Tanpınar’ın bu sözü gerçeği yansıtır; ancak Sinan, 1571’den sonra vücuda getirdikleriyle, Tanpınar’ın tükettiğini söylediği muhteşem geleneğin ötesinde yeni ufuklar bulunduğunu ortaya koymuş ve bu sebeple mimarlığın en yüce temsilcilerinden biri düzeyine ulaşmıştır…. Sinan, dünyayı güzelleştiren eserler vücuda getiren, olağanüstü zenginlikte bir muhayyileye sahip, eserlerini mensup olduğu medeniyetin inanç temellerinden ayrılmaksızın vücuda getiren, onları, ulaştığı her merhalede yeni güzelliklerin farkına vararak şekillendiren bir cengâver, bir mü’mindir. En gelişmiş eseri addettiği Selimiye’den sonra vücuda getirdiği her eser, yaptıklarının devamı olmanın ötesinde, en berrak mimarî mesajları ve açıklamaları ihtiva eder.” tespitinde bulunuyor.
Cansever’in Mimar Sinan’a ilişkin bu cümleleri aslında kendisinin misyonunu ve fotoğrafını ortaya koyuyor.
Eğer eserine nüfuz edebilirsek Turgut Cansever’i anlamak İstanbul’u, İstanbul’u anlamak da Cansever’i anlamak olacaktır.
Hamaset bataklığına düşmeden belirtelim ki; İstanbul’u Cansever’den okuyabilmek; şehir idrakimizin temellenmesine, modern zamanlarda şehirlerimizi bekleyen tehlikelere, onları yarına taşımaya dair irade ortaya koyabilmek demektir.
Çevre ve Şehircilik Bakanı ve Bakanlık ilgililerinde eğer bir “medeniyet tasavvuru” varsa ve buna bağlı “şehir idraki” bulunuyorsa, İstanbul’u seyretmeden önce “Cansever’in İstanbul’u”nu okumak gibi bir yükümlülükleri var. “İstanbul’u Anlamak”ın oluşturacağı şehir idraki, bugüne kadar tahrip edile edile gelen şehirlerimizin ıslahı ve kurtuluşu için belki bir çare olabilir.
Cansever, “İslam Mimarlık Mirası içinde İstanbul” başlığı altında şehrin anlamından yola çıkarak; “İslâm, varlığın bütünlüğünü, insan hayatının bütün veçhelerini kapsar. Bu bakımdan evler, mahalleler ve şehirler İslâm mimarlık kültürünün büyük abidelerinden ayrılamaz. Evler ve mahalle İslâm mimarisinin en önemli ürünleridir. “ “…Bir taraftan, İslâm aleminin yenilgiler ve fukaralaşma sonunda yaşam düzeyinin gerilemesi, diğer taraftan da İslâmî inanç temellerinden uzaklaşma sonunda yaşam biçiminde meydana gelen değişmeler sebebiyle İslâm mesken mimarisi, mahalle ve şehir yapısı da çöküntüye uğradı.” diyor ve şu temel tespiti yapıyor: “İslam toplumunun çekirdek biçimleri olan ev ve mahalle, dış etkilere karşı en köklü direnç mihrakları oldukları için sömürgeci ve işgalci güçlerin de önemli hedefleri haline geldi…”
Mütefekkir Mimarın mahalle ve evi nasıl bir medeniyet perspektifiyle ontolojik bir biçimde ele aldığını hayretle okumaya devam ediyoruz:
“İslam ülkelerinin özellikle sömürgeci, işgalci kültürlerle daha yakından temas halinde bulunan şehirli nüfusu, İslâm’ın ev, mahalle ve şehir kültürünü reddedip, batı taklidi apartman hayatını tercih ettiği için bütün İslâm ülkelerinde evler ve mahalleler yok oldu. Büyük abideler de çevrelerinden koparılıp yalnız ve fonksiyonsuz ölü yapılar haline getirildi.
Bu durum, kırk-elli yıl kadar önce, İslam ülkelerinde az sayıda insan tarafından fark edildi. Bu küçük ekalliyetin şehir, ev, mahalle mimarisini koruma önerileri modernleşme taraftarlarınca alaya alınırken, diğer taraftan da kültürel amaçlarına yönelik yatırım programlarının yönlendirdiği büyük nüfus kitlelerinin etkisi altında öncelikle korunması gereken mesken stoku, mesken mimarisi, mahalleler ve tarihi şehirler yok oldu...”
“…Bugün, teknoloji fetişizminin ürünü olan mesken mimarisinin, birey ve ailenin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olduğunun anlaşılmasıyla, terk edilen veya taksim edilen İslam mesken mimarisinin meslek meseleleri için nasıl gerçek çözümleri içerdiği ve ülkemizde İslam mimarlık mirasının en önemli kısmını teşkil ettiği için İslam mesken mimarlık mirasından arta kalan ne varsa hepsinin korunmasının, ilk ve en önemli hedef haline geldiği anlaşılmış bulunmaktadır.”
Bu temel bakış açısına bağlı olarak İstanbul’u değerlendiren Cansever’in, her satırı özümsenmesi gereken “İstanbul’u Anlamak”taki pratik önerilerini buraya almıyor, onları ilgili teknik kadrolara bırakıyoruz. Sadece İstanbul başta olmak üzere bütün büyükşehirlerimize musallat olan “idareci acziyeti”ne işaret eden cümlesini alıyoruz: “Şehirsel nüfus hareketlerinin gelişmesinin kontrol edilemeyecek bir hıza ulaşmasını engellemekle görevli merkezî planlama ve karar organları, baskı gruplarının kısa vadeli taleplerini gözeten yaklaşımlarının esiri olmuş, şehirlerin kontrol edilemez nüfus dalgalarının baskısından korunması için gereken tedbirler alınamamıştır. Geliştirici sosyal, ekonomik ve fizikî planlama bütünlüğü yerine, baskı gruplarına hizmet eden tek boyutlu, merkezî ve iktisadî açıdan temenni niteliğini aşmayan planlar ile yetinilmiş, bu planlamada şehir ve mimarlık mirasının korunmasının yeri bile olmamıştır…” İstanbul’un gelecekteki nüfus artışına dikkat çeken Cansever; “buradan hareketle, metropole yeniden yerleşecek milyonlarca insandan bir tek kişinin bile son elli senedir yapılanlara benzer apartmanlara yerleştirilmesine müsaade edilmemeli, yeni konut inşaatı, tarihî İslâm ananesinin devamını sağlayacak şekilde gerçekleştirilmelidir. ..” diyor.
Cansever başka bir galaksiden mi söylüyor bunları dersiniz? Çünkü bu ‘radikal’ tedbirleri almak bir yana, anlayabilmek için bile “haylice idrak gerek”! Hele de devletlûların böyle bir “risk”e girmelerini düşünmek hayal olur. Cansever’in 1980 yılındaki bu uyarıları 31 yıl sonra hâlâ geçerli. Uyarıları geçerli ancak, uyarılanların üzerlerine almaları da mümkün görünmüyor.
Mevcut iktidarın çevre ve şehircilikte de yakaladığı ‘tarihî imkân ve fırsat’ı heba etmemesinin tek yolu Cansever’in bu ‘tarihî ikaz’larına kulak vermektir. Gerisi lâf ü güzâf… Aksi halde “500 bin konut yaptık 500 bin daha yapacağız” demenin manâsı, “500 bin tabut yaptık 500 bin daha yapacağız” demek olacaktır. Şehir bu demek değil. Sözün burasında Üstad Necip Fazıl’ın “Istırabından bile habersiz” dediği “…hasta hastalığının farkında olmasa veya hastalığına razı olsa bile doktorun onu zorla şifaya kavuşturma vazifesi” gibi bir görevi kendilerine misyon edinecek bir iktidar ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı var mıdır? Şimdilik sadece soru soruyoruz. Cevabı verilmediği takdirde gelecek nesillerin soru yerine nasıl bir hesap soracağını tahmin edemiyoruz.
Yazımızın burasında Cansever’in “İstanbul Anlamak’ kitabının bölüm başlıklarını verelim:
İstanbul’u Anlamak (İslam Mimarlık Mirası İçinde İstanbul, Sonsuzluğa Çakılı bir Yıldız: Boğaziçi, İstanbul’da Bahçe Kültürü, İstanbul Metropolünün Geleceği Açısından Haliç, Topkapı Projesi Hakkında, “Tarih Özenle Ayakta Kalır”, İstanbul’un Tahribi ve Çöküşü İçinde Eyüp Sultan ve Geleceği, Sultanahmet Camii Kalem İşleri Restorasyonu Hakkında, Salacak’ta Çürüksulu ya da Birgi Yalısı, Çukurçeşme Hanı Restorasyonu Projesi Vesilesiyle, Adalar’da Mimari Çevrenin Tarihi ve Geleceği, İstanbul İmar Hareketleri Tetkik Komisyonu Raporu, İstanbul’un Geleceği, Yarının İstanbul’u)
İstanbul’u Planlama (Ülke Ölçeğinde İstanbul’u Planlamak, Boğaz Köprüsü: Boğaz Geçişleri Sorununu Çözümleme Metodolojisi, İstanbul Planlamasının İlk Hedefleri, İstanbul Planlaması ve Alternatifler, İstanbul’un Temel Meseleleri, İstanbul Koruma Projesinin Temel Meseleleri, İstanbul’un Geleceği Nasıl Olmalıdır?, UIA Şehircilik Komisyonu’nun İstanbul’daki Toplantısı Münasebetiyle, İstanbul’u Endülüs’ün Sonu Bekliyor, Büyük Tarihi Anıtların ve Sitelerin Korunması, Restorasyonu Hakkında Not.)
Beyazıt Meydanı Tartışmaları Bir meydanın Yok Oluş Hikayesi (Dünden Bugüne Beyazıt Meydanı, Bir Cennetin Yok Oluş Hikayesi, Beyazıt Meydanı Meselesinin İç Yüzü, Beyazıt Meydanındaki Eski Eserlerin Durumları ve Restorasyonları Hakkında Rapor, Hürriyet (Beyazıt) Meydanı Projesi Üzerinde Yapılan Tartışmalar Dolayısıyla, Beyazıt Meydanı Projelerini Tetkik Toplantısı Zabtı)
İki Söyleşi (Yeditepe Üzerine, Üçüncü Köprü Üzerine Konuşma)
Daha önce söylediğimiz gibi: Sadece kitabın konu başlıkları bile bir yol haritası niteliğinde…
İstanbul’un her karesine ilişkin mekân üstü bir tutarlı bakış açısıyla ‘İstanbul’a adanmış’ bir mimarın kulaklarımızı patlatan ancak duyamadığımız feryâdlarına karşı duyma melekesini kaybeden kulaklarımızın ‘iltihap’dan kurtulması gerekiyor. Şüphesiz, öncelikle ilgili Bakanlığın…
Cansever’in İstanbul’u anlatırken kullandığı metaforlar da müthiş. Örneğin İstanbul’un 7 tepesi ile ilgili şu sözleri gibi: “Bu şehri 7 tepeyle tanımlama teşebbüsü, bir çevreyi idrak teşebbüsüdür. Bu konuda İslâm’ın getirdiği temel, çok ciddi, çok önemlidir…. Çevre bilincini, çevre idrakini canlı tutmak İslam kültürlerinin en temel kaygısı oluyor. Daha da ötesi, İslam’ın tarih düşüncesine göre, insan kendisi için mümkün olan bir gelişmeyi tamamlayamadan ikinci bir gelişmeyi gerçekleştiremiyor. Bundan hareketle, Hz. Adem, insanlığın ilk temel hikmetini geliştiren kişi sayılıyor.
Edebiyatta, şiirde tepelerden söz edilmesi, çevre bilincinin yeniden canlandırılmasının bir parçası olarak görülebilir. Şehir biçimlendirilmesinde başka meselelere ilgi gelişiyor. Büyük binalar topografyanın önemli noktalarına konuyor, oraya inşa ediliyor. Bina topografya ile bütünleşiyor. Tepelere inşa etmekle, binalara ve şehre ayrı bir anlam katmak mümkün oluyor. Bu yol, trafik, su gibi meselelerin çok üstünde bir kaygı. Adeta dinî bir misyonun yerine getirilmesine götürüyor insanı…”
Şehrin topografyasını bu derinlikte anlamak ve anlamlandırmada başka bir mütefekkir mimar var mıdır bilemiyorum.
Yazımız gereği kitabın neresinden alıntı yapacağımızı şaşırıyoruz. Şehirlerimiz için önerdikleri fantazyadan ibaret konformist çözümler değil. Cansever’in İstanbul’un herhangi bir mekânına ilişkin bir tespiti bize bütün şehirlerimizdeki problemlerin çözüm anahtarını sunuyor adeta.
Cansever’in “İstanbul İmar Hareketleri”yle ilgili yazısındaki şu sözleri tüm tarihî şehirlerimiz için geçerli: “İstanbul, topografyasıyla olduğu kadar, bu topografya üzerine işlenmiş iskeletiyle de, bugüne kadar kısmen intikal edebilmiş bir yaşam kültürünün ifadesidir. Bu şehir, millî varlığımızı teşkil eden temel kültür direklerinden ve bugünü, geçmişteki heybetli tarihe bağlayan en kuvvetli bağlardan bir tanesidir. Bu yüzden de İstanbul eski bir kitap gibi ele alınması ve ihtimam edilmesi gereken bir şehirdir. Biz, son yıllarda bu ihtimamı göstermek bir yana, şehrin tarihî karakterini, taşınması güç bir yük olarak algılayan bir zihniyet hakimiyetine şahit olmuş bulunuyoruz…”
İçinde yaşadığımız şehre bu gözle bakabiliyor muyuz? Veya Çevre ve Şehircilik Bakanlığımız tüm şehirlerimize bu gözle bakabiliyor mu? Bakmak yetmiyor, görmek gerekli! Görebilmek için de Cansever’in bahsettiği şehir ve medeniyet gıdası gerek. Bu gıdaları kusmayacak, hazmedecek bir bünye gerekli…
“Çevre ve Şehircilik Bakanı’na Okuma Kılavuzu”yla akıl vermiyoruz. Sadece, çevre ve şehircilik için alınması gereken aklın nerede olduğuna işaret ediyoruz. Belki “selim akıl”a ihtiyaç hissedilir diye ‘adres’ gösteriyoruz.
İstanbul’a sun’i bir kanal açmadan evvel, öncelikle “idrak kanalları”nı muhakkik mimar rahmetli Cansever’e açabilsek, şehirlerimizi ‘yaşanılır’ kılmanın ilk adımını atmış olacağız.
“İstanbul, tam beş asır İslâm aleminin merkezi ve insanlık tarihinin en yüksek kültür odağı olarak geliştirilmişken bugün bir çirkinlikler ve kültürel kirlilikler ortamı haline düşürülmüş ise insanlığa, İslam alemine ve toplumumuza karşı ilk ve aslî görevimiz İstanbul’u tekrar eskisi gibi bir kültür ve medeniyet merkezi haline getirmek olmalıdır.”
Cansever’in İstanbul için söylediği bu sözleri, başta yaşadığımız şehir Trabzon olmak üzere tüm şehirlerimize teşmil edecek “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı” ve şehir yöneticilerini bekliyoruz !
“Yarının İstanbul’u” için de şunları söylüyor muhakkik mimarımız: “Türk düşünürleri gerçekten amaçlarını açıkça ve doğru tarif ederek topluma önderlik edememişlerdir…. Türk aydınının Türk halkına yönelik ümitsiz bakışını terk etmesi lazım. Ben şuna inanıyorum ki, yalnızlığımızı kırarak, daha yüksek sesle ve daha açık bir şekilde, Türk halkına İstanbul ve Türkiye şehirleşmesinin meselelerini nakletmeliyiz. Neden? Çünkü artık Türk halkının da açık seçik gördüğü bir felaketin eşiğine gelmiş bulunuyoruz….”
“Türk aydınları kendi kafalarındaki imajları Türk halkına kabul ettirebilmek için, merkezi devlet ideolojisini Tanzimat’tan başlayıp Cumhuriyete kadar tesis ettiler. Şimdi artık bu merkeziyetçilik iflas ediyor. Bu iflasa katlanmak mecburiyetindeyiz. Bugün karmaşa gibi görünen olay, aslında büyük çözümü kendi içinden ortaya çıkaracak bir potansiyele sahip.
Ümidimiz ve duamız; Cansever’in “eserleri”ni fark edecek ve gereğini yapacaklarda. Yoksa şehirlerde değil mezarlıklarda yaşamaya devam edeceğiz. Mezarlıklarda yâni nekropollerde…
Son söz: Batılı tarihçilerin de yazdığı, 1204’te tarihin benzerini az gördüğü bir tahrip cinnetiyle, dördüncü haçlı ordusu Lâtinlerinin istilâ ve yok ettiği İstanbul’la; diğer şehirlerimizi; “kentsel dönüşüm”, “marka şehir” ve “lider şehir” söylemleriyle dönüştüreyim derken acaba şehirlerimizin yıkımı mı hızlandırılıyor? Bu can alıcı-sıkıcı soruyu her adımda ilgili Bakanlık ve yerel yöneticilerin kendilerine sormaları “farz-ı ayn”dır diye düşünüyoruz.
Cansever’in “İstanbul’u Anlamak” kitabından birkaç levha ile yetinmek zorunda kaldık. Gerisi eserin içerisinde.
(Günebakış, 31 Ağustos 2011)