Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Tarihî şehirlerin şu anda “müzelik malzeme” olarak yaşayan kalıntılarına bakıp da onları restorasyona tabi tutmak, o şehirlerin yeniden ihyası mıdır? Veya onların “yaşama çabası”nı mı gösterir? Tam aksine bu hal, onların ‘ölüm ilânı’nın tescilidir. Tıpkı, ölmek üzere olan bir canlının son bir varlık belirtisi olarak gösterdiği çırpınış gibi.
İlginçtir ki, yakın tarihî şehir ve mimarî tecrübemiz olan “Osmanlı Şehri”nden bahsetmenin, modern zamanlara dair bir şey üretememeden kaçma olduğuna dair yaygın bir kanaat vardır. Kısmen doğrudur bu kanaat. Ancak, “Osmanlı Şehri”nden bahseden, Osmanlı Şehri’nin bugün de yaşayabileceğini söyleyen eğer mütefekkir-muhakkik mimar Turgut Cansever ise, o zaman tarihe kaçış değil, tarihe bakış, günü kavrayış ve geleceği inşa ediş sözkonusudur. Tabii, (tekrar edelim ki) dünya görüşü ve medeniyet idraki olanlar için sözkonusu olacak bir “şehir inşası”ndan bahsediyoruz.
Cansever, şehir ve mimaride antik dönemleri olduğu kadar, doğuyu ve batıyı da kılcal noktalarına kadar tanımış, anlamış, muhasebesini yapmış, eski deyimle ‘ağyarını mâni efrâdını câmi’ biçimde süzmüş bir mütefekkir mimar kimliğiyle en temel meseleyi şöyle ortaya koyar:: “Temel inanç sistemimizin bütün davranış ve ruh hallerimizi nasıl şekillendirdiğinin bilinci ile inanç sistemimizin bütün tercihlerimizi ve yaptıklarımızı nasıl biçimlendirmesi gerektiğin bilgisini tekrar tesis etmek aslî meselemizdir.”
Cansever’in ‘varlığı kavrayış’ biçiminin şehir mimariye yansıyışı öyle bir derinliğe iner ki bugünkü idrakler aciz kalır… “Osmanlı Şehri”nde kendisinden okuyoruz: “Muhyiddin Arabî, Füsus’ül-Hikem’de Şuayp Peygamber faslında ‘Ben her an ayrı bir şen’deyim’ ayeti kerimesinde Allah’ın bu vasfıyla, kâinatın her an, sürekli oluşum halinde olduğu hakikatine dikkat çeker. İşte bu hakikate inanç da, Osmanlı şehrinin ve mimarisinin üslubunun biçimlenmesini düzenleyen temel inanç olmuştur..” Bu konuda, işi müşahhasa indirgeyerek birebir örnekler verir muhakkik mimarımız.
Cansever çok derinlere iniyor, bütünleştiriyor, sistematize edip idraklerimizi zorlamadan ‘inşaya davet’ ediyor. Eski deyimle; müptedilerin muakkipleri, yani, evvelkilerin takipçileri olabilmek, onların izini sürebilmek bile hüner istiyor.
Çevresiyle birlikte “bizim şehrimiz”in her karesini titizlikle dokuyan Cansever Osmanlı Evi ile ilgili olarak “Osmanlı evi büyük bir berraklıkla, çok doğru bir teknolojik yapıya sahipse, bu, teknik olarak tam bir ‘hakikate yakın olmak’ (takva) düşüncesinin yansımasıdır. Berraklık, anlaşılabilir olmaya tekabül eder, sadelik zühd’e. Berraklık ve zühd, bir arada, meydana getirilen ifadelerin yahut teknolojinin içerisinde birbirinin zıddı şeylerin, çelişkilerin bulunmamasını temin eder…” tanımlaması yapıyor. Cansever’i anlayabilmek için “esas”tan önce epeyce “usûl” okumamız gerekecek.
Bu derinliği kim anlayamaz? dediğimizde karşımıza öncelikle SİYASÎ İRADE ve en büyük müteahhit olarak devlet çıkıyor. “Devlet müteahhitliği”nin verdiği tekebbür, umursamazlık ve “bilmişlik” vehmiyle elindeki imkânları “toplu koğuşlar”a heba eden TOKİ zevksizliği ve onun taşınacağından endişe ettiğimiz (fiilen gerçekleşmeye başlamıştır) Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’yla Türkiye, modern zamanlarda ‘YENİ ŞEHİR FİKRİ ÜRETEBİLME ANLAYIŞI’ndan giderek uzaklaşmaktadır.
Aslında 9 yıllık tek partili siyasi dönemimizde (Ak Parti) şehircilik adına yapılanlar, 1950’li yılların tek partili döneminde (Demokrat Parti) yapılanlarla paralellik gösteriyor. 60 yıl önce de ‘yerli’liğinden şüphe duymadığımız bir Başbakan’ı başında bulunduğu hükümetin Bayındırlık Bakanlığı marifetiyle şehirlerimiz bilinçsizce tahrip edildi. Cumhuriyetle birlikte bilinçli ve kasıtlı başlanan şehir tahribatlarına (Emine ve Mehmed Öğün’ün ifadesiyle) “Tahribin şahikasına Demokrat Parti dönemi icraatlarıyla ulaşılır.” Cansever’in verdiği şu örnek bu trajediyi acı bir tebessümle önümüze koyuyor. Korkarız ki; “Sahip olduğu kıymetleri ortaya çıkarmak isterken oyuncak bebeğinin içerisindekini öğrenmek isteyip de onu parçalayan bir çocuk gibi yok eden, çevresinden mahrum bırakan, çırılçıplak hale getiren” siyasi, bürokrat ve teknokratlarla hazîn ve elîm bir şehircilik süreci izliyoruz ve izleyeceğiz. Bizler de bu gidişle yapılanlara karşı sadece “eyvah, eyvah” demekten başka imkânı olmayan dertliler olarak mı kalacağız dersiniz?
Rahmetli Cansever’in damadı ve kızı Emine-Mehmet Öğün, “Turgut Bey, merhum Adnan Menderes’i bu projelerin memleket hayrına olduğuna inandıran, ya da yanlışı yeterince dillendirmeyen, hatta ‘şakşakçılık’ yapan danışman üniversite hocaları olduğuna dikkat çekiyor..” diyor. Sanki bugünkü gibi…
Biz, feryâdımızı “şehir derdi”miz olduğu için bu okuma kılavuzunu denize atılan bir şişenin içindeki ‘esrarlı formül’ şeklinde Turgut Cansever’i işaret ederek sürdürüyoruz.
Çevre ve Şehircilik Bakanı’na “Okuma Kılavuzu-III”de sözkonusu ettiğimiz muhakkik Mimar Turgut Cansever’in “Osmanlı Şehri” bu anlamda, devrini tamamlamış, sezonluk bir malzeme gibi dönemini kapatmış bir şehir değildir.
“Kendi şehrimiz”in fikrî temellerini bilmemiz, tanımamız lâzım ki, üzerine inşa edeceklerimizle tezatsız bir bütün teşkil etsin. Bu noktada Cansever kendisiyle yapılan özel bir söyleşide işin temeline dikkat çekiyor:
“Velhasıl, bütün bunların da arkasında dünya karşısında insanın tavrının ve yerinin ne olması lazım geldiğine dair bir bütüncül düşünce, çözümleme ve bütün davranışlarımızı tanzim eden disiplin yatıyor. Bunu kaybettiğiniz zaman insanların her biri kısa akıllarının erdiği istikametlerde, akıllarının erdiği kadar bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Burada dünyaya baktıkları zaman dünyanın binbir saçmalığı da bu çabanın içerisine malzeme diye giriyor ve çözümlemede ileriye doğru gitmek gerçekten son derece zor oluyor…”
“Osmanlı Şehri” derken, ne maket bir şehirden, ne nostalji fotoğraflarından, ne de mazide dolaşan gözlerle bir “nekropol” aramıyoruz. Bir Mütefekkir-Muhakkik Mimar gözüyle varlığı bütün olarak kavrayış, anlayış, anlamlandırış ve inşa ediliş biçiminin günümüze taşınmasından bahsediyoruz. Kendisinin “Doğrusu, insanlığın başarısı için, tabii ki Allah’ın açık bıraktığı sayısız yol vardır. Ama doğrusu, üzerinden geçilmiş ve başarılı olmuş yolları takip etmek de vardır…” dediği ve gösterdiği Osmanlı Şehri’ne bu gözle bakabiliyor ve böyle anlayabiliyor muyuz?
“Osmanlı Şehri”nin tarihsel bir ‘şark dekoru’ olmadığına, taşıdığı ‘değer’in sürdürülebilir niteliğine vurgu yapmak istiyoruz. Çünkü; tarih ve şehir ilişkisi, insan ve tarih ilişkisi gibi canlı, organik ve kesintisiz bir süreç izler.
Bu süreç Cansever’in projelendirmesiyle günümüze ve geleceğe taşınabilecek bir süreçtir. Rahmetli Cansever en son şehir ve mimari mirasımız olan Osmanlı Şehri’ni bütün muhtevasıyla projelendirerek önümüze koymuştur. Bundan sonra iş ‘okuma yazma bilen’lerde. Yâni, ilgililerde… Kendi özel muhtevası, bütünlüğü, dilini anlayabileceklerde… Öncelikle ve özellikle başta Çevre ve Şehircilik Bakanı ve Bakanlık bürokrasisinde…
Böyle bir idrak var mıdır, dersiniz? İyi niyetimizi muhafaza ederek ihtimaller ve tasavvurlar âleminde ‘evet’ dediğimiz bu soruya realiteler âleminde de ‘evet’ demek için zorlanıyoruz.
Cansever Osmanlı Şehri “insanlık tarihinde benzeri çok az olan müstesna bir kültür ürünüdür. Genellikle şehrin kendisi istisnai bir kültür ürünüdür..” der ve Osmanlı Şehri’nin bugün niçin anlaşılamadığına dair şunları söyler: “Bugün Osmanlı dünyasına, onu çöküş döneminin ızdırabını yaşayanların bakış açısından farklı olarak, tarafsız bir şekilde bakabilecek kadar uzak bulunuyoruz…” Bizim ilgililerimizin uzaklaştığı Osmanlı dünyasına, çağımızın büyük mimarı Le Corbusier’in nasıl yakınlaştığını anlatır Cansever: “1924’te Le Corbusier Balkanlardaki Osmanlı şehirlerini, Trakya’yı, İstanbul’u geziyor. Buradan hareket ederek, müthiş hayranlıklarla aldığı ölçüler, yaptığı tespitler Le Corbusier’in mimarisinin temellerini oluşturuyor. Aynı tarihte biz, o şehirleri harita mühendislerinin şehir planı üzerine cetvelle çizdikleri yolları inşa etmek için yıkıyorduk. Bütün dünyada şehir planlarına ‘şehir planı’ denirken, Türkiye’de ‘imar planı’ deniyor. Sanki daha evvel mamur değilmiş de (?) sonra mamur olacakmış gibi…”
Turgut Cansever, Osmanlı şehrinin hangi özellikleriyle ‘istisnai bir ürün’ olduğunu ayrıntılı olarak anlatmadan önce 20. yüzyılın önemli bir batılı Sanat Tarihçisi olan Ernst Diez’in tesbitlerine değinir. Der ki: “Diez’in tesbitini dile getirmek istiyorum. Bu, İslam şehrine, daha ziyade Osmanlı şehrine nasıl bakmamız lazım geldiğini gösterecek çok çarpıcı bir ikaz. Diez diyor ki; ‘Bir üslup, insanlık tarihi boyunca yalnızca 3-5 asırda bir vücut bulan bir kültür olayıdır. İşte 16. asır Osmanlı çinisi böyle bir üslup olayıdır. Ve üslubun özelliklerini anlatıyor. Üslubun özellikleri de çok önemli. Çünkü bir üslup, bütün bir kültürün ortak değerler sisteminin biçim dünyasına yansıması suretiyle oluşuyor.. “ Bugüne kadar görülemeyen bu önemli nüans, Diez’in de ötesinde Cansever tarafından önümüze konuluyor. Daha fazla ayrıntının yeri burası değil. “Osmanlı Şehri”ne bakılabilir…
‘Osmanlı Şehri bugüne kadar nasıl anlaşıldı?’ Sorusundan yola çıkan Cansever, Batılı şehir tarihçilerinin ‘iktisadi işleyiş ve sosyal ilişkiler’ açısından yüzeysel bir şekilde değerlendirdiklerini bahseder ve Orhan Gazi dönemine atıf yapar:
“Tabiî şehrin iktisadî gelişme göstermesi önemli, ama şehrin iktisadî gelişme ve büyümenin ötesinde, hangi özelliklere sahip olarak geliştiği ayrı bir mesele. Ayrıca bu anlatım ve benzer anlatımlar, şehrin bir bakıma ekonomik olayların bir ürünü olduğunu ileri süren teze tekabül ederken, esasında iktisadî hayatın da, Orhan Gazi’nin kervan yolunu değiştirme kararlılığı ve iradesinin ürünü olduğu gözden kaçmış bulunuyordu.” Ve sözün burasında Cansever bir şehrin kuruluşu, oluşumu ve değişimdeki en önemli tesbitini yapar: “Şehir, bir ön iradenin ürünüdür!”
İşte bizde olmayan, eğer olsaydı şehirlerimizin bugün böyle olmayacağı şey! Yâni “şehir idraki bulunan ön irade!” Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle; “müdîr fikir!” Kurucu, yönlendirici, kuşatıcı irade ve fikir.
Cansever, önceki yazılarımızda vurgu yaptığımız, “şehir imajı, İslam kültürlerinde cennet tasavvurunun bir yansımasıdır” diyor ve Osmanlı Şehri için “Sonsuz mekanlar içinde oluşmuş bütün Osmanlı cennetlerinin (şehirlerinin) her biri aynı prensiple, dünyayı güzelleştirmek ve şekillendirme prensipleriyle vücuda getirilmiş idi. Bu düzeni hâlâ Bursa’nın anlaşılabilecek kadar korunmuş bulunan mahallelerinde de görmek mümkündür.”
Osmanlı şehirleri’ni inşa eden atalarımız, bu dünyayı aşmış bir hesap ve mükellefiyet bilinciyle, onları amellerinin bir parçası “Cennet”ler haline getirmişlerdi. Ki; bâki âlemdeki cennetlerden belki bir damlanın ‘ne olduğu’ idrak edilsin diye mi acaba?
Bu bağlamda “dünyada yeni bir şey azdır. İlave edilecek şeyler vardır. Ama bu da bir insanı hem tevazu ile davranmaya sevk eder hem de yaptığı işin derinliğini fark etme imkânı tanır. Böyle yapıldığı zaman dünyada var olma hakkını kazanır. Bütün tarihe onu yeniden anlayarak, ona ilave edilecek şeyi bularak bakmaktır.” diyen Cansever’in varlığı nasıl bir derin idrakle kavradığını anlayabiliyoruz.
Bu noktada şu temel soruyu kendimize sormamız gerekiyor: Dünyada var olan herşey ‘varolma’ hakkı kazanıyor mu?
İlgili bakanlık yetkilileri Cansever’in “Osmanlı Şehri”ni okuma ‘dert’ine katlanmadan önce kitabın muhtevasından başlıkları aktaralım:
Birinci Bölüm
Şehir-Sanat-Mimarî (Şehir, Sanat ve Mimarî Hakkında, Yaşanan ve Seyirlik Sanatlar, Sanat Eseri Üzerine: Ömer Uluç’un Resmi Hakkında, Güzel-Çirkin Ve Bayağı Vesilesi İle, Mimari Ve Yapı, Mimarî Üzerine Düşünceler, Mimarîde Tezyinîlik, Kültürümüz Ve Şehirlerimiz, Çokseslilik Ya Da Polifoni, Modernleşme Ve Geleneklerimiz)
İkinci Bölüm
Osmanlı Şehri (Osmanlı Şehri, Osmanle Evi, Osmanlı Şehir Ve Devlet Yönetimini Biçimlendiren İlkeler, Divan Şiiri İle Osmanlı Şehrinin Ve Mimarlığının Ortak Temelleri, Osmanlı’da Bozulmanın Başlaması)
Üçüncü Bölüm
Sorunlar Ve Çözümler (Geleceğimiz İçin Şehirleşme Ve Mimari, Cumhuriyet Döneminde Mimarî Ve Yapı Sektörü, Şehirleşme, Konut Meselelerimiz: Çözüm Ve Niyet, Çevre Ve Değerler, Tarihi Çevre Nasıl Korunmalı?, Bodrum’un Gelişmesi Hakkında, Bodrum’da Mimarî-Demir Ve Ertegün Evleri, Ağa Han Mimarlık Ödülü Üzerine)
Sadece başlıklar bile Osmanlı Şehrinin ‘ruhunu’ bugüne taşımada yön gösterici niteliktedir.
“Osmanlı şehri, insanlık tarihinin müstesna bir kültürel aşamasıdır” diyen rahmetli Cansever’den yola çıkarak, Türkiye’nin hâlâ modern zamanlar tarihinin bu evresinde yakaladığı müthiş imkan ve fırsatla “insanlık tarihinde müstesna şehirler inşa edebilecek” potansiyele sahip olduğunu düşünüyoruz. ANCAK; bunu idrak edebilecek İRADE şartıyla…
Bu iradeyi ortaya koyması gereken Çevre Şehircilik Bakanlığı üzerine alınır mı bilemiyorum ama, belki de meşhur sözü şöyle düzeltmemiz gerekecek: “Şehircilik, Çevre ve Şehircilik bakanlığına bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir!”
Sözü, her satırı “mısra-ı berceste” hükmünde olan Osmanlı Şehri’nden bir alıntıyla daha bitirelim:
“Osmanlı şehir oluşumunda merkezî ve yerel çözümlemenin bütünleşmesiyle her şehir özel bir çözüm oluyordu… “ Bu anlamda Saraybosna, İstanbul, Bursa, Amasya, Trabzon gibi Osmanlı’nın ‘taç şehirleri’ndeki merkezî ve yerel çözümlemeler bugünün merkezî ve yerel yöneticilerine bir şey hatırlatır mı dersiniz?
Hamasetten uzak durarak söylemek gerekirse: Bugün bile, Osmanlı’nın tarihî coğrafyası’nda hangi ‘Osmanlı Şehri’ne giderseniz gidin kendinizi ‘evinizde’ hissedersiniz. Saraybosna’yı, Prizren’i, Üsküp’ü Bursa’dan, Amasya’dan, Trabzon’dan ayıramazsınız. Bunları kuşatan “şehir ruhu”nu üzerinizde hissedersiniz. Niçin? Çünkü bu şehirlerde dolaşmak (Muhakkik Mimar’ımızın deyimiyle) “Osmanlı Cennetleri”nde dolaşmaktır da onun için.
“Deryadan bir damla” bile alamadan yazımızı bitiriyoruz. Şu kadarını söyleyelim ki; Çevre, Şehir ve Mimarîmize ilişkin sorular da çözümler de Cansever’de.
Bitirirken son söz: Çevre ve Şehir derdiniz varsa, dersinizi muhakkik mimar Turgut Cansever’den okumak, referanslarınızı ondan almak zorundasınız.
(Günebakış, 24 Ağustos 2011)
duzenliyahya@gmail.com
Tarihî şehirlerin şu anda “müzelik malzeme” olarak yaşayan kalıntılarına bakıp da onları restorasyona tabi tutmak, o şehirlerin yeniden ihyası mıdır? Veya onların “yaşama çabası”nı mı gösterir? Tam aksine bu hal, onların ‘ölüm ilânı’nın tescilidir. Tıpkı, ölmek üzere olan bir canlının son bir varlık belirtisi olarak gösterdiği çırpınış gibi.
İlginçtir ki, yakın tarihî şehir ve mimarî tecrübemiz olan “Osmanlı Şehri”nden bahsetmenin, modern zamanlara dair bir şey üretememeden kaçma olduğuna dair yaygın bir kanaat vardır. Kısmen doğrudur bu kanaat. Ancak, “Osmanlı Şehri”nden bahseden, Osmanlı Şehri’nin bugün de yaşayabileceğini söyleyen eğer mütefekkir-muhakkik mimar Turgut Cansever ise, o zaman tarihe kaçış değil, tarihe bakış, günü kavrayış ve geleceği inşa ediş sözkonusudur. Tabii, (tekrar edelim ki) dünya görüşü ve medeniyet idraki olanlar için sözkonusu olacak bir “şehir inşası”ndan bahsediyoruz.
Cansever, şehir ve mimaride antik dönemleri olduğu kadar, doğuyu ve batıyı da kılcal noktalarına kadar tanımış, anlamış, muhasebesini yapmış, eski deyimle ‘ağyarını mâni efrâdını câmi’ biçimde süzmüş bir mütefekkir mimar kimliğiyle en temel meseleyi şöyle ortaya koyar:: “Temel inanç sistemimizin bütün davranış ve ruh hallerimizi nasıl şekillendirdiğinin bilinci ile inanç sistemimizin bütün tercihlerimizi ve yaptıklarımızı nasıl biçimlendirmesi gerektiğin bilgisini tekrar tesis etmek aslî meselemizdir.”
Cansever’in ‘varlığı kavrayış’ biçiminin şehir mimariye yansıyışı öyle bir derinliğe iner ki bugünkü idrakler aciz kalır… “Osmanlı Şehri”nde kendisinden okuyoruz: “Muhyiddin Arabî, Füsus’ül-Hikem’de Şuayp Peygamber faslında ‘Ben her an ayrı bir şen’deyim’ ayeti kerimesinde Allah’ın bu vasfıyla, kâinatın her an, sürekli oluşum halinde olduğu hakikatine dikkat çeker. İşte bu hakikate inanç da, Osmanlı şehrinin ve mimarisinin üslubunun biçimlenmesini düzenleyen temel inanç olmuştur..” Bu konuda, işi müşahhasa indirgeyerek birebir örnekler verir muhakkik mimarımız.
Cansever çok derinlere iniyor, bütünleştiriyor, sistematize edip idraklerimizi zorlamadan ‘inşaya davet’ ediyor. Eski deyimle; müptedilerin muakkipleri, yani, evvelkilerin takipçileri olabilmek, onların izini sürebilmek bile hüner istiyor.
Çevresiyle birlikte “bizim şehrimiz”in her karesini titizlikle dokuyan Cansever Osmanlı Evi ile ilgili olarak “Osmanlı evi büyük bir berraklıkla, çok doğru bir teknolojik yapıya sahipse, bu, teknik olarak tam bir ‘hakikate yakın olmak’ (takva) düşüncesinin yansımasıdır. Berraklık, anlaşılabilir olmaya tekabül eder, sadelik zühd’e. Berraklık ve zühd, bir arada, meydana getirilen ifadelerin yahut teknolojinin içerisinde birbirinin zıddı şeylerin, çelişkilerin bulunmamasını temin eder…” tanımlaması yapıyor. Cansever’i anlayabilmek için “esas”tan önce epeyce “usûl” okumamız gerekecek.
Bu derinliği kim anlayamaz? dediğimizde karşımıza öncelikle SİYASÎ İRADE ve en büyük müteahhit olarak devlet çıkıyor. “Devlet müteahhitliği”nin verdiği tekebbür, umursamazlık ve “bilmişlik” vehmiyle elindeki imkânları “toplu koğuşlar”a heba eden TOKİ zevksizliği ve onun taşınacağından endişe ettiğimiz (fiilen gerçekleşmeye başlamıştır) Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’yla Türkiye, modern zamanlarda ‘YENİ ŞEHİR FİKRİ ÜRETEBİLME ANLAYIŞI’ndan giderek uzaklaşmaktadır.
Aslında 9 yıllık tek partili siyasi dönemimizde (Ak Parti) şehircilik adına yapılanlar, 1950’li yılların tek partili döneminde (Demokrat Parti) yapılanlarla paralellik gösteriyor. 60 yıl önce de ‘yerli’liğinden şüphe duymadığımız bir Başbakan’ı başında bulunduğu hükümetin Bayındırlık Bakanlığı marifetiyle şehirlerimiz bilinçsizce tahrip edildi. Cumhuriyetle birlikte bilinçli ve kasıtlı başlanan şehir tahribatlarına (Emine ve Mehmed Öğün’ün ifadesiyle) “Tahribin şahikasına Demokrat Parti dönemi icraatlarıyla ulaşılır.” Cansever’in verdiği şu örnek bu trajediyi acı bir tebessümle önümüze koyuyor. Korkarız ki; “Sahip olduğu kıymetleri ortaya çıkarmak isterken oyuncak bebeğinin içerisindekini öğrenmek isteyip de onu parçalayan bir çocuk gibi yok eden, çevresinden mahrum bırakan, çırılçıplak hale getiren” siyasi, bürokrat ve teknokratlarla hazîn ve elîm bir şehircilik süreci izliyoruz ve izleyeceğiz. Bizler de bu gidişle yapılanlara karşı sadece “eyvah, eyvah” demekten başka imkânı olmayan dertliler olarak mı kalacağız dersiniz?
Rahmetli Cansever’in damadı ve kızı Emine-Mehmet Öğün, “Turgut Bey, merhum Adnan Menderes’i bu projelerin memleket hayrına olduğuna inandıran, ya da yanlışı yeterince dillendirmeyen, hatta ‘şakşakçılık’ yapan danışman üniversite hocaları olduğuna dikkat çekiyor..” diyor. Sanki bugünkü gibi…
Biz, feryâdımızı “şehir derdi”miz olduğu için bu okuma kılavuzunu denize atılan bir şişenin içindeki ‘esrarlı formül’ şeklinde Turgut Cansever’i işaret ederek sürdürüyoruz.
Çevre ve Şehircilik Bakanı’na “Okuma Kılavuzu-III”de sözkonusu ettiğimiz muhakkik Mimar Turgut Cansever’in “Osmanlı Şehri” bu anlamda, devrini tamamlamış, sezonluk bir malzeme gibi dönemini kapatmış bir şehir değildir.
“Kendi şehrimiz”in fikrî temellerini bilmemiz, tanımamız lâzım ki, üzerine inşa edeceklerimizle tezatsız bir bütün teşkil etsin. Bu noktada Cansever kendisiyle yapılan özel bir söyleşide işin temeline dikkat çekiyor:
“Velhasıl, bütün bunların da arkasında dünya karşısında insanın tavrının ve yerinin ne olması lazım geldiğine dair bir bütüncül düşünce, çözümleme ve bütün davranışlarımızı tanzim eden disiplin yatıyor. Bunu kaybettiğiniz zaman insanların her biri kısa akıllarının erdiği istikametlerde, akıllarının erdiği kadar bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Burada dünyaya baktıkları zaman dünyanın binbir saçmalığı da bu çabanın içerisine malzeme diye giriyor ve çözümlemede ileriye doğru gitmek gerçekten son derece zor oluyor…”
“Osmanlı Şehri” derken, ne maket bir şehirden, ne nostalji fotoğraflarından, ne de mazide dolaşan gözlerle bir “nekropol” aramıyoruz. Bir Mütefekkir-Muhakkik Mimar gözüyle varlığı bütün olarak kavrayış, anlayış, anlamlandırış ve inşa ediliş biçiminin günümüze taşınmasından bahsediyoruz. Kendisinin “Doğrusu, insanlığın başarısı için, tabii ki Allah’ın açık bıraktığı sayısız yol vardır. Ama doğrusu, üzerinden geçilmiş ve başarılı olmuş yolları takip etmek de vardır…” dediği ve gösterdiği Osmanlı Şehri’ne bu gözle bakabiliyor ve böyle anlayabiliyor muyuz?
“Osmanlı Şehri”nin tarihsel bir ‘şark dekoru’ olmadığına, taşıdığı ‘değer’in sürdürülebilir niteliğine vurgu yapmak istiyoruz. Çünkü; tarih ve şehir ilişkisi, insan ve tarih ilişkisi gibi canlı, organik ve kesintisiz bir süreç izler.
Bu süreç Cansever’in projelendirmesiyle günümüze ve geleceğe taşınabilecek bir süreçtir. Rahmetli Cansever en son şehir ve mimari mirasımız olan Osmanlı Şehri’ni bütün muhtevasıyla projelendirerek önümüze koymuştur. Bundan sonra iş ‘okuma yazma bilen’lerde. Yâni, ilgililerde… Kendi özel muhtevası, bütünlüğü, dilini anlayabileceklerde… Öncelikle ve özellikle başta Çevre ve Şehircilik Bakanı ve Bakanlık bürokrasisinde…
Böyle bir idrak var mıdır, dersiniz? İyi niyetimizi muhafaza ederek ihtimaller ve tasavvurlar âleminde ‘evet’ dediğimiz bu soruya realiteler âleminde de ‘evet’ demek için zorlanıyoruz.
Cansever Osmanlı Şehri “insanlık tarihinde benzeri çok az olan müstesna bir kültür ürünüdür. Genellikle şehrin kendisi istisnai bir kültür ürünüdür..” der ve Osmanlı Şehri’nin bugün niçin anlaşılamadığına dair şunları söyler: “Bugün Osmanlı dünyasına, onu çöküş döneminin ızdırabını yaşayanların bakış açısından farklı olarak, tarafsız bir şekilde bakabilecek kadar uzak bulunuyoruz…” Bizim ilgililerimizin uzaklaştığı Osmanlı dünyasına, çağımızın büyük mimarı Le Corbusier’in nasıl yakınlaştığını anlatır Cansever: “1924’te Le Corbusier Balkanlardaki Osmanlı şehirlerini, Trakya’yı, İstanbul’u geziyor. Buradan hareket ederek, müthiş hayranlıklarla aldığı ölçüler, yaptığı tespitler Le Corbusier’in mimarisinin temellerini oluşturuyor. Aynı tarihte biz, o şehirleri harita mühendislerinin şehir planı üzerine cetvelle çizdikleri yolları inşa etmek için yıkıyorduk. Bütün dünyada şehir planlarına ‘şehir planı’ denirken, Türkiye’de ‘imar planı’ deniyor. Sanki daha evvel mamur değilmiş de (?) sonra mamur olacakmış gibi…”
Turgut Cansever, Osmanlı şehrinin hangi özellikleriyle ‘istisnai bir ürün’ olduğunu ayrıntılı olarak anlatmadan önce 20. yüzyılın önemli bir batılı Sanat Tarihçisi olan Ernst Diez’in tesbitlerine değinir. Der ki: “Diez’in tesbitini dile getirmek istiyorum. Bu, İslam şehrine, daha ziyade Osmanlı şehrine nasıl bakmamız lazım geldiğini gösterecek çok çarpıcı bir ikaz. Diez diyor ki; ‘Bir üslup, insanlık tarihi boyunca yalnızca 3-5 asırda bir vücut bulan bir kültür olayıdır. İşte 16. asır Osmanlı çinisi böyle bir üslup olayıdır. Ve üslubun özelliklerini anlatıyor. Üslubun özellikleri de çok önemli. Çünkü bir üslup, bütün bir kültürün ortak değerler sisteminin biçim dünyasına yansıması suretiyle oluşuyor.. “ Bugüne kadar görülemeyen bu önemli nüans, Diez’in de ötesinde Cansever tarafından önümüze konuluyor. Daha fazla ayrıntının yeri burası değil. “Osmanlı Şehri”ne bakılabilir…
‘Osmanlı Şehri bugüne kadar nasıl anlaşıldı?’ Sorusundan yola çıkan Cansever, Batılı şehir tarihçilerinin ‘iktisadi işleyiş ve sosyal ilişkiler’ açısından yüzeysel bir şekilde değerlendirdiklerini bahseder ve Orhan Gazi dönemine atıf yapar:
“Tabiî şehrin iktisadî gelişme göstermesi önemli, ama şehrin iktisadî gelişme ve büyümenin ötesinde, hangi özelliklere sahip olarak geliştiği ayrı bir mesele. Ayrıca bu anlatım ve benzer anlatımlar, şehrin bir bakıma ekonomik olayların bir ürünü olduğunu ileri süren teze tekabül ederken, esasında iktisadî hayatın da, Orhan Gazi’nin kervan yolunu değiştirme kararlılığı ve iradesinin ürünü olduğu gözden kaçmış bulunuyordu.” Ve sözün burasında Cansever bir şehrin kuruluşu, oluşumu ve değişimdeki en önemli tesbitini yapar: “Şehir, bir ön iradenin ürünüdür!”
İşte bizde olmayan, eğer olsaydı şehirlerimizin bugün böyle olmayacağı şey! Yâni “şehir idraki bulunan ön irade!” Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle; “müdîr fikir!” Kurucu, yönlendirici, kuşatıcı irade ve fikir.
Cansever, önceki yazılarımızda vurgu yaptığımız, “şehir imajı, İslam kültürlerinde cennet tasavvurunun bir yansımasıdır” diyor ve Osmanlı Şehri için “Sonsuz mekanlar içinde oluşmuş bütün Osmanlı cennetlerinin (şehirlerinin) her biri aynı prensiple, dünyayı güzelleştirmek ve şekillendirme prensipleriyle vücuda getirilmiş idi. Bu düzeni hâlâ Bursa’nın anlaşılabilecek kadar korunmuş bulunan mahallelerinde de görmek mümkündür.”
Osmanlı şehirleri’ni inşa eden atalarımız, bu dünyayı aşmış bir hesap ve mükellefiyet bilinciyle, onları amellerinin bir parçası “Cennet”ler haline getirmişlerdi. Ki; bâki âlemdeki cennetlerden belki bir damlanın ‘ne olduğu’ idrak edilsin diye mi acaba?
Bu bağlamda “dünyada yeni bir şey azdır. İlave edilecek şeyler vardır. Ama bu da bir insanı hem tevazu ile davranmaya sevk eder hem de yaptığı işin derinliğini fark etme imkânı tanır. Böyle yapıldığı zaman dünyada var olma hakkını kazanır. Bütün tarihe onu yeniden anlayarak, ona ilave edilecek şeyi bularak bakmaktır.” diyen Cansever’in varlığı nasıl bir derin idrakle kavradığını anlayabiliyoruz.
Bu noktada şu temel soruyu kendimize sormamız gerekiyor: Dünyada var olan herşey ‘varolma’ hakkı kazanıyor mu?
İlgili bakanlık yetkilileri Cansever’in “Osmanlı Şehri”ni okuma ‘dert’ine katlanmadan önce kitabın muhtevasından başlıkları aktaralım:
Birinci Bölüm
Şehir-Sanat-Mimarî (Şehir, Sanat ve Mimarî Hakkında, Yaşanan ve Seyirlik Sanatlar, Sanat Eseri Üzerine: Ömer Uluç’un Resmi Hakkında, Güzel-Çirkin Ve Bayağı Vesilesi İle, Mimari Ve Yapı, Mimarî Üzerine Düşünceler, Mimarîde Tezyinîlik, Kültürümüz Ve Şehirlerimiz, Çokseslilik Ya Da Polifoni, Modernleşme Ve Geleneklerimiz)
İkinci Bölüm
Osmanlı Şehri (Osmanlı Şehri, Osmanle Evi, Osmanlı Şehir Ve Devlet Yönetimini Biçimlendiren İlkeler, Divan Şiiri İle Osmanlı Şehrinin Ve Mimarlığının Ortak Temelleri, Osmanlı’da Bozulmanın Başlaması)
Üçüncü Bölüm
Sorunlar Ve Çözümler (Geleceğimiz İçin Şehirleşme Ve Mimari, Cumhuriyet Döneminde Mimarî Ve Yapı Sektörü, Şehirleşme, Konut Meselelerimiz: Çözüm Ve Niyet, Çevre Ve Değerler, Tarihi Çevre Nasıl Korunmalı?, Bodrum’un Gelişmesi Hakkında, Bodrum’da Mimarî-Demir Ve Ertegün Evleri, Ağa Han Mimarlık Ödülü Üzerine)
Sadece başlıklar bile Osmanlı Şehrinin ‘ruhunu’ bugüne taşımada yön gösterici niteliktedir.
“Osmanlı şehri, insanlık tarihinin müstesna bir kültürel aşamasıdır” diyen rahmetli Cansever’den yola çıkarak, Türkiye’nin hâlâ modern zamanlar tarihinin bu evresinde yakaladığı müthiş imkan ve fırsatla “insanlık tarihinde müstesna şehirler inşa edebilecek” potansiyele sahip olduğunu düşünüyoruz. ANCAK; bunu idrak edebilecek İRADE şartıyla…
Bu iradeyi ortaya koyması gereken Çevre Şehircilik Bakanlığı üzerine alınır mı bilemiyorum ama, belki de meşhur sözü şöyle düzeltmemiz gerekecek: “Şehircilik, Çevre ve Şehircilik bakanlığına bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir!”
Sözü, her satırı “mısra-ı berceste” hükmünde olan Osmanlı Şehri’nden bir alıntıyla daha bitirelim:
“Osmanlı şehir oluşumunda merkezî ve yerel çözümlemenin bütünleşmesiyle her şehir özel bir çözüm oluyordu… “ Bu anlamda Saraybosna, İstanbul, Bursa, Amasya, Trabzon gibi Osmanlı’nın ‘taç şehirleri’ndeki merkezî ve yerel çözümlemeler bugünün merkezî ve yerel yöneticilerine bir şey hatırlatır mı dersiniz?
Hamasetten uzak durarak söylemek gerekirse: Bugün bile, Osmanlı’nın tarihî coğrafyası’nda hangi ‘Osmanlı Şehri’ne giderseniz gidin kendinizi ‘evinizde’ hissedersiniz. Saraybosna’yı, Prizren’i, Üsküp’ü Bursa’dan, Amasya’dan, Trabzon’dan ayıramazsınız. Bunları kuşatan “şehir ruhu”nu üzerinizde hissedersiniz. Niçin? Çünkü bu şehirlerde dolaşmak (Muhakkik Mimar’ımızın deyimiyle) “Osmanlı Cennetleri”nde dolaşmaktır da onun için.
“Deryadan bir damla” bile alamadan yazımızı bitiriyoruz. Şu kadarını söyleyelim ki; Çevre, Şehir ve Mimarîmize ilişkin sorular da çözümler de Cansever’de.
Bitirirken son söz: Çevre ve Şehir derdiniz varsa, dersinizi muhakkik mimar Turgut Cansever’den okumak, referanslarınızı ondan almak zorundasınız.
(Günebakış, 24 Ağustos 2011)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder