Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Dünya görüşü ve “medeniyet tasavvuru” olmadan hiçbir iddianızı bir yere istinat ettiremez, hiçbir meselenizi bir çözüme kavuşturamazsınız. “Dünya Görüşü ve Medeniyet Tasavvuru”na sahip olmak ise, her şeyden önce “kimim, hangi dünyaya aidim, varlığımın anlamı ne?” gibi temel soruların cevaplarının verileceği “tezatsız, tutarlı bir ideoloji”ye sahip olmayı gerektirir.
“Şehircilik” davası da, insanın varlığını anlamlandırabilmesi için yerine getirmesi gereken bir mükellefiyet olarak, ona “emanet” edilmiş görevlerden biridir.
Her konuda olduğu gibi, “şehircilik”te de referanslarımızı ortaya koymak ve güncelleyerek yaşadığımız zamana taşımak zorundayız.
Viktor Hugo, yaşadığı XV. Yüzyılın Paris’ine ilişkin şunları söyler: “XV. Yüzyılda Paris yalnızca güzel bir kent değildi; tutarlı bir kent, Ortaçağın mimari ve tarihsel bir ürünü, taştan bir kronikti. O günden sonra koca kent günden güne bozuldu. Ardından roman tarzı Paris’in silindiği gotik Paris de silinmişti. Peki, onun yerini hangi Paris aldı diyeceğiz?”
Hugo’nun bu tespiti, bir şehrin nasıl kendine yabancılaştığı, kendi olmaktan çıktığı ve kimliksizleştiğine ilişkin önemli ipuçları veriyor.
Şimdi kalmasa da “bizim şehirlerimiz”in tamamı bu anlamda her biri kendilerini kuşatan “medeniyet” in yansıdığı, yaşandığı “tarihsel kronikler”di.
Ancak, tarihî kültürümüzden, medeniyet birikimimizden, şehir idrakimizden, yaşama biçimimizden o kadar uzaklaşıldı ki, artık “kendi değerimizi”, kendi mekânımızı, kendi şehrimizi, kendi mimarimizi dahi (bırakınız güncellemek, bugüne taşımak) tanıyamayacak durumdayız. Kendi şehrimizi yâni, İslâm Ruhu’nun kuşattığı, oluşturduğu “şehrimizi” unuttuk, kaybettik.
“Çevre ve Şehircilik Bakanına Okuma Kılavuzu -II-“ başlıklı bu yazımızda Muhakkik Mimar rahmetli Turgut Cansever’in “İslâm’da Şehir ve Mimari” adlı kitabını, kaybettiğimiz şehir ve mimarimizi temellendiren, bugüne taşıyan, şehirlerimizin yarınına ilişkin teklifler getiren bir “şehir kroniği” olarak misal veriyoruz.
Sürekli vurgu yaptığım; Cumhuriyetin ilk yıllarındaki bilinçli şehir katliamı; 50’li yıllardan sonra ‘imar planları’na kurban edilmiş, son 40 yıldır da ‘kentsel dönüşüm, marka şehirler’ gibi temeli olmayan, sun’i-taklitçi-kopyalamalarla idraksizce ve acımasızca şehir tahribatlarına, katliamlarına sebep olmuştur. Bu “şehir tahribatları” halen TOKİ, ilgili Bakanlıklar, Belediye Başkanlıkları ve muhteris müteahhitler eliyle-işbirliğiyle sürdürülmektedir maalesef.
Dünya görüşü olmayan, medeniyet idraki bulunmayan, şehir derdi çekmeyenlerin “yönetici irade sahibi” olduğu bir ülkenin akıbeti de böylece maalesef hayr olmuyor.
Bu konuda ümitsizliğimizi temelde muhafaza ederek -bütün ümitsizliğimize rağmen- belki yeni “Çevre ve Şehircilik Bakanı” ve Bakanlık bürokrasisi ve teknik kadrosunun dikkatlerini çeker diye Muhakkik Mimar Mütefekkir Turgut Cansever’i işaret ediyor, onun “yol haritası”nı önlerine koymalarını tavsiye ediyoruz.
“İslam’da Şehir ve Mimari”, Kaf dağına tırmanıp, oradan “bize ait” hayat unsurlarını bulup almak gibi bir şey. Ancak Turgut Cansever, “İslâm’da Şehir ve Mimarî”de Kaf dağındaki “hazine”yi önümüze seriyor. Tabii gören, anlayan, duyan, sezen, hisseden idraklere…
Cansever, kitabına tarihi bir muhasebe-sorgulamayla başlıyor: “İçinde bulunduğumuz yüzyılda İslâm ülkeleri, kültürel ve dinî kimliklerini reddetmelerinin sonucu olarak, kendi tarihi mimarlık miraslarını Batılı yayınlar ve araştırmalardan öğrenmek ve bunlar vasıtasıyla geçmişlerini değerlendirmek gibi garip bir durumla karşı karşıya kalmışlardır.
Hiçbir dikkatli değerlendirme ve eleştiriye tâbi tutmadan, gayr-i İslâmi düşünce ve inanç sistemlerine ait değerler ve tavırların benimsenmesinin sebep olduğu tahribatın İslâm dünyasında çok geç farkına varılmış olmakla birlikte; giderek, Batıya yönelmenin eleştirilmeden kabul edilmesinin hiçbir sorunu çözmediği yolunda bir bilinçlenme oluşmaya başlamıştır…”
Rahmetli Cansever’in bahsettiği “bilinçlenme”yi henüz ülkemizde göremediğimizi ifade edelim. Şehirlerimizde kimliksizlik, toplu konutlarımızın toplu tabutlar olarak yapılarımıza yansıyan şahsiyetsizliklerini gördükçe kendi inanç ve düşünce sistemimize ait bir bilinçlenmenin değil, ondan uzaklaşmanın devam ettiğine şahit oluyoruz. Cansever’in bu ifadelerini “olması gereken” bir ihtar olarak kabul ediyoruz.
Cansever, “İslâm’da insana verilen ‘her şeyi kendi yerine koyma’(adalet) sorumluluğu tevhîd bağlamında anlaşılmalı ve yerine getirilmelidir. Allah’ın iradesine mutlak teslimiyet de aynı esas üzerinde gerçekleştirilmelidir… Mimari, tüm varlık düzeyleriyle, özellikle de insanın bilinç ve bütün tarihinin mekân-zaman bağlamında tüm varlık problemleri dikkate alınarak tahlil edilmelidir.” diyerek nasıl bir “varlıkta birlik” derinliğine sahip olmamız gerektiğinin altını çiziyor.
Bugünkü zihinlerin bırakın derinliğini, kavramsal olarak bile anlamakta zorlanacakları bu satırlar aslında “şehir ve mimari” algımızın temelini oluşturuyor.
Cansever, kitabında girift kavramların “bizce”sini getiriyor ve tanım karşılıklarını anlaşılır bir şekilde veriyor. İşte onun mimari tanımı: “Mimarî, insanın çevresini biçimlendirme çabasının ürünüdür.” Peşinden ilave ediyor: “Varlığın bütün veçhelerini, karmaşık ve sınırsız alanları kuşatan bir disiplin olan mimarînin herhangi bir basit şematik formülle tanımlanması uygun olmaz... Bu bağlamda, insanın kararlarının, onun inançlarının gerçek yansımaları olduğunu açıklığa kavuşturmak büyük önem taşımaktadır…”
Şehir ve Mimari’de nasıl bir zihniyete sahip olmamız gereğine işaret eden Cansever; “İslâm mimarisi, kontrolden çıkmış ‘ratio’nun ürünü değildir. İslâmî-dinî akidelerin, İslâm’ın kozmolojik telakkilerinin ve tevhid anlayışı bağlamındaki İslâmî tavırların yansıması ve ürünüdür.Tevhid, hem Allah’ın iradesine teslim olmayı, hem de, her şeyin kendi doğru yerinde bulunduğu bir düzenin tesisini ifade eder. Mimarî, yaratılış âlemini ‘olduğu gibi’ anlayan ve değerlendiren akıllı ve sorumlu Müslüman tarafından tasarlanıp uygulanır.”
İslâm Şehir ve Mimarî İdraki’nde Cansever tarafından keşfedilmiş bir temel özellik: “Sükûnet İçinde Hareket”. Karşılığını yine Cansever söylesin: “İslâm mimarisi sükûnet içinde harekettir, sınırlılığın berraklığına sahiptir, ifade bakımından mütevazı ve tabiidir, dramatik yahut dayatmacı olmaktan ziyade güzelliğe ve tezyiniliğe yöneliktir. Büyüklüğün (azametin) etkilerinin vahşiyane bir şekilde insana dayatılması, merhamet ve gururun, tevazu, mükemmeliyet ve kendi kendine yetmenin aşırı noktalara sürüklenmesi, nötr ve hakiki bir biçim ifadesini elde etmek için İslâm mimarisinde bertaraf edilmesi gereken yabancılaşmalardır. ”
“İnsanın Çevreyle Bilinçli İlişkisi”nde “İslâm, insanı, çevrenin bilincine eriştikten ve çevrenin sorumluluğunu yüklendikten sonra var olan bir canlı addediyor. Burada çok önemli olan nokta, çevrenin sorumluluğunu insanın yüklenmiş olmasıdır. Yani, çevrenin sorumluluğunun idraki ve yüklenişi yoksa, orada insan da yoktur. Bu sorumluluğu yüklenmeyen bir toplumun dünyayı yalnız çirkinleştirme ihtimali vardır. Çevreyi korumak ve güzelleştirmek sorumluluğumuz ne demektir, nasıl gerçekleşir? Bunun kurallarını, şartlarını incelememiz gerekiyor ki, gerçekten gelecek nesillere güzel bir dünya bırakmak görevimizi ifa etmek yoluna girmiş olalım. O yola girmiş olmak, tabiatıyla, başarmak demek değildir.”
Cansever, bir tefekkür adamının yapması gerektiği şekilde, bir taraftan İslâm’ın şehir ve mimari algısını ortaya koyarken, diğer taraftan başta batılı zihniyet olmak üzere, tabiat karşısındaki yanılgılarını da hesaba çekiyor. İşte bir örnek: “..Modern çağın birkaç büyük yanılgısını dile getirmek istiyorum. Biz yalnız insanlara barınak yapmakla yetinmeyi düşünürsek, bu ahlâk dışı bir davranış olur. Dünyaya gelecek çocuklara, kendisine ev yapacağımız kişilere, belki konfor standartları ve geometrik standartları düşük fakat kültür standartları yüksek evler yapmak mecburiyetindeyiz. Çünkü o insanların da çevreleriyle bilinçli ve yüksek kültür düzeyinde ilişki kurmaya hakları olduğunu teslim etmek zorundayız..”
Sözün bu kısmı öncelikle TOKİ ZİHNİYETİ’ne ithaf olunur!
Cansever devam ediyor: “Peki biz bu yüksek kültür ürünü çevreleri 60 milyon insan için nasıl üretebiliriz? İnşa ettiğimiz yapılar bir asır yaşama gücüne sahiptir. Her inşa ettiğimiz yapı, yanındaki yapıyı etkilemektedir. Her inşa ettiğimiz yapıda biz yaşamıyoruz. O yapıyı bize sipariş eden de yaşamayacak. Onun yerine başkaları yaşayacak. O başkalarını bugünkü kaprislerimize, heveslerimize eser etmeye hakkımız olduğunu herhangi bir kişi söyleyebilir mi?... Halkımız, büyük bir kültürü tevarüs etmiştir. Dilinde, davranışında, âdabında, hissiyatında, şiirinde o kültürün izleri hala yaşamaktadır. Buna, bugünün bir kısım kültür değeri de ilave olmaktadır. Yani teknolojiden ve teknoloji zevkinden gelen değerler. Bugün bunları nasıl birleştireceğimiz meselesiyle karşı karşıyayız… Eğer gelecek nesillere güzel, çelişkileri olmayan bir dünya sunmak mesuliyetiyle karşı karşıya isek, oturup neyin ne olduğu hususunda, neyin nasıl yapılması hususunda karar vermek mecburiyetindeyiz. Taoist yahut Budist sükûnetini mi, Hıristiyan heyecanını mı, günahkâr heyecanını mı, yoksa erotik Rokoko heyecanını mı sunacağız insanlarımıza? “
Kimilerinin idraklerini zorlasa ve ilgililere “fantezi”, “ütopik” ve “lüks” gelse de bu satırları anlayabiliyorsak, kendimizi de, çevremizi de, şehrimizi de anlamanın ilk adamını atmış olacağız.
Üstad Necip Fazıl kendisine sorulan bir soruya metaforik bir cevap verir: “Haliç’in neresinden bir bardak su alsanız, tahlili hep aynı çıkar!” Biz de bırakınız tahlili, yoğunluktan, derinlikten ve ağırlıktan dolayı “İslam’da şehir ve mimari”nin neresinden bir ‘damla’ almamız gerektiğinin sıkıntısını çekiyoruz.
Önceki yazımızdaki şablona uygun olarak Cansever’in “İslam’da Şehir ve Mimari”sinin konu başlıklarını aktaralım. Sadece bu başlıklar, çevre ve şehircilikte yol haritamızın referans noktalarını göstermeye yeter.
Birinci Bölüm :
İslâm’da Şehir ve Mimari (İslâm Mimarisi Üzerine Düşünceler, İslâm Mimarîsinin Temel Meseleleri, İmam Buhâri Türbesi Restorasyonu Çevresinde Düşünceler, Mimarîde Türk Millî Üslûbu)
İkinci Bölüm:
Şehirden Konuta (Mimarî Üzerine Düşünceler, İnsanın Çevreyle Bilinçli İlişkisi, Şehir, Osmanlı Şehri, Mesken Mimarimizin Temel Meseleleri, Türk Evi ve Konut Sorunumuz, Sanat ve Mimarî Hakkında, “Türk Sanatı”)
Üçüncü Bölüm:
Mimarlık Mirası ve Koruma (Mimarlık Mirasımız ve Kültürümüzün Geleceği, Mimarlık Mirasının Korunması, Koruma Mevzuatının Etkileri ve Rolleri, Türkiye Turizmi ve Tarihî Mimarlık Değerlerinin Korunması, Tarihî Çevre Nasıl Korunmalı?, Koruma Planlaması ve Fizikî Planlama İçin Öneriler, Ortak Standartları Nasıl Kuracağız?)
Şüphesiz Cansever “varlığın farkına varma ve onu anlamlandırma” şuuruna sahip olanlara sesleniyor. Eserleri de bu şuurdakilerin okumasını bekliyor.
Ancak, “Yönetme Kibri”yle okumaktan azâde olanlar vardır. Yâni, okuma ihtiyacı hissetmeyenler. Bu yaştan ve bu makamdan sonra halâ mı okumak?.. diye düşünenler yâni. Gerçi ülkemizde Bakanlar başta olmak üzere vekiller, üst düzey bürokratlar ve siyasilerin bir şey ‘okuma’ lüksü yok. Belki de kendilerine “okuma tavsiyesi”ni bile hakaret kabul edebilirler.
Dünya denen fani tasarımlar âleminde bizim şehrimiz, “gerçek âlem”den renkler taşımalı.
duzenliyahya@gmail.com
Dünya görüşü ve “medeniyet tasavvuru” olmadan hiçbir iddianızı bir yere istinat ettiremez, hiçbir meselenizi bir çözüme kavuşturamazsınız. “Dünya Görüşü ve Medeniyet Tasavvuru”na sahip olmak ise, her şeyden önce “kimim, hangi dünyaya aidim, varlığımın anlamı ne?” gibi temel soruların cevaplarının verileceği “tezatsız, tutarlı bir ideoloji”ye sahip olmayı gerektirir.
“Şehircilik” davası da, insanın varlığını anlamlandırabilmesi için yerine getirmesi gereken bir mükellefiyet olarak, ona “emanet” edilmiş görevlerden biridir.
Her konuda olduğu gibi, “şehircilik”te de referanslarımızı ortaya koymak ve güncelleyerek yaşadığımız zamana taşımak zorundayız.
Viktor Hugo, yaşadığı XV. Yüzyılın Paris’ine ilişkin şunları söyler: “XV. Yüzyılda Paris yalnızca güzel bir kent değildi; tutarlı bir kent, Ortaçağın mimari ve tarihsel bir ürünü, taştan bir kronikti. O günden sonra koca kent günden güne bozuldu. Ardından roman tarzı Paris’in silindiği gotik Paris de silinmişti. Peki, onun yerini hangi Paris aldı diyeceğiz?”
Hugo’nun bu tespiti, bir şehrin nasıl kendine yabancılaştığı, kendi olmaktan çıktığı ve kimliksizleştiğine ilişkin önemli ipuçları veriyor.
Şimdi kalmasa da “bizim şehirlerimiz”in tamamı bu anlamda her biri kendilerini kuşatan “medeniyet” in yansıdığı, yaşandığı “tarihsel kronikler”di.
Ancak, tarihî kültürümüzden, medeniyet birikimimizden, şehir idrakimizden, yaşama biçimimizden o kadar uzaklaşıldı ki, artık “kendi değerimizi”, kendi mekânımızı, kendi şehrimizi, kendi mimarimizi dahi (bırakınız güncellemek, bugüne taşımak) tanıyamayacak durumdayız. Kendi şehrimizi yâni, İslâm Ruhu’nun kuşattığı, oluşturduğu “şehrimizi” unuttuk, kaybettik.
“Çevre ve Şehircilik Bakanına Okuma Kılavuzu -II-“ başlıklı bu yazımızda Muhakkik Mimar rahmetli Turgut Cansever’in “İslâm’da Şehir ve Mimari” adlı kitabını, kaybettiğimiz şehir ve mimarimizi temellendiren, bugüne taşıyan, şehirlerimizin yarınına ilişkin teklifler getiren bir “şehir kroniği” olarak misal veriyoruz.
Sürekli vurgu yaptığım; Cumhuriyetin ilk yıllarındaki bilinçli şehir katliamı; 50’li yıllardan sonra ‘imar planları’na kurban edilmiş, son 40 yıldır da ‘kentsel dönüşüm, marka şehirler’ gibi temeli olmayan, sun’i-taklitçi-kopyalamalarla idraksizce ve acımasızca şehir tahribatlarına, katliamlarına sebep olmuştur. Bu “şehir tahribatları” halen TOKİ, ilgili Bakanlıklar, Belediye Başkanlıkları ve muhteris müteahhitler eliyle-işbirliğiyle sürdürülmektedir maalesef.
Dünya görüşü olmayan, medeniyet idraki bulunmayan, şehir derdi çekmeyenlerin “yönetici irade sahibi” olduğu bir ülkenin akıbeti de böylece maalesef hayr olmuyor.
Bu konuda ümitsizliğimizi temelde muhafaza ederek -bütün ümitsizliğimize rağmen- belki yeni “Çevre ve Şehircilik Bakanı” ve Bakanlık bürokrasisi ve teknik kadrosunun dikkatlerini çeker diye Muhakkik Mimar Mütefekkir Turgut Cansever’i işaret ediyor, onun “yol haritası”nı önlerine koymalarını tavsiye ediyoruz.
“İslam’da Şehir ve Mimari”, Kaf dağına tırmanıp, oradan “bize ait” hayat unsurlarını bulup almak gibi bir şey. Ancak Turgut Cansever, “İslâm’da Şehir ve Mimarî”de Kaf dağındaki “hazine”yi önümüze seriyor. Tabii gören, anlayan, duyan, sezen, hisseden idraklere…
Cansever, kitabına tarihi bir muhasebe-sorgulamayla başlıyor: “İçinde bulunduğumuz yüzyılda İslâm ülkeleri, kültürel ve dinî kimliklerini reddetmelerinin sonucu olarak, kendi tarihi mimarlık miraslarını Batılı yayınlar ve araştırmalardan öğrenmek ve bunlar vasıtasıyla geçmişlerini değerlendirmek gibi garip bir durumla karşı karşıya kalmışlardır.
Hiçbir dikkatli değerlendirme ve eleştiriye tâbi tutmadan, gayr-i İslâmi düşünce ve inanç sistemlerine ait değerler ve tavırların benimsenmesinin sebep olduğu tahribatın İslâm dünyasında çok geç farkına varılmış olmakla birlikte; giderek, Batıya yönelmenin eleştirilmeden kabul edilmesinin hiçbir sorunu çözmediği yolunda bir bilinçlenme oluşmaya başlamıştır…”
Rahmetli Cansever’in bahsettiği “bilinçlenme”yi henüz ülkemizde göremediğimizi ifade edelim. Şehirlerimizde kimliksizlik, toplu konutlarımızın toplu tabutlar olarak yapılarımıza yansıyan şahsiyetsizliklerini gördükçe kendi inanç ve düşünce sistemimize ait bir bilinçlenmenin değil, ondan uzaklaşmanın devam ettiğine şahit oluyoruz. Cansever’in bu ifadelerini “olması gereken” bir ihtar olarak kabul ediyoruz.
Cansever, “İslâm’da insana verilen ‘her şeyi kendi yerine koyma’(adalet) sorumluluğu tevhîd bağlamında anlaşılmalı ve yerine getirilmelidir. Allah’ın iradesine mutlak teslimiyet de aynı esas üzerinde gerçekleştirilmelidir… Mimari, tüm varlık düzeyleriyle, özellikle de insanın bilinç ve bütün tarihinin mekân-zaman bağlamında tüm varlık problemleri dikkate alınarak tahlil edilmelidir.” diyerek nasıl bir “varlıkta birlik” derinliğine sahip olmamız gerektiğinin altını çiziyor.
Bugünkü zihinlerin bırakın derinliğini, kavramsal olarak bile anlamakta zorlanacakları bu satırlar aslında “şehir ve mimari” algımızın temelini oluşturuyor.
Cansever, kitabında girift kavramların “bizce”sini getiriyor ve tanım karşılıklarını anlaşılır bir şekilde veriyor. İşte onun mimari tanımı: “Mimarî, insanın çevresini biçimlendirme çabasının ürünüdür.” Peşinden ilave ediyor: “Varlığın bütün veçhelerini, karmaşık ve sınırsız alanları kuşatan bir disiplin olan mimarînin herhangi bir basit şematik formülle tanımlanması uygun olmaz... Bu bağlamda, insanın kararlarının, onun inançlarının gerçek yansımaları olduğunu açıklığa kavuşturmak büyük önem taşımaktadır…”
Şehir ve Mimari’de nasıl bir zihniyete sahip olmamız gereğine işaret eden Cansever; “İslâm mimarisi, kontrolden çıkmış ‘ratio’nun ürünü değildir. İslâmî-dinî akidelerin, İslâm’ın kozmolojik telakkilerinin ve tevhid anlayışı bağlamındaki İslâmî tavırların yansıması ve ürünüdür.Tevhid, hem Allah’ın iradesine teslim olmayı, hem de, her şeyin kendi doğru yerinde bulunduğu bir düzenin tesisini ifade eder. Mimarî, yaratılış âlemini ‘olduğu gibi’ anlayan ve değerlendiren akıllı ve sorumlu Müslüman tarafından tasarlanıp uygulanır.”
İslâm Şehir ve Mimarî İdraki’nde Cansever tarafından keşfedilmiş bir temel özellik: “Sükûnet İçinde Hareket”. Karşılığını yine Cansever söylesin: “İslâm mimarisi sükûnet içinde harekettir, sınırlılığın berraklığına sahiptir, ifade bakımından mütevazı ve tabiidir, dramatik yahut dayatmacı olmaktan ziyade güzelliğe ve tezyiniliğe yöneliktir. Büyüklüğün (azametin) etkilerinin vahşiyane bir şekilde insana dayatılması, merhamet ve gururun, tevazu, mükemmeliyet ve kendi kendine yetmenin aşırı noktalara sürüklenmesi, nötr ve hakiki bir biçim ifadesini elde etmek için İslâm mimarisinde bertaraf edilmesi gereken yabancılaşmalardır. ”
“İnsanın Çevreyle Bilinçli İlişkisi”nde “İslâm, insanı, çevrenin bilincine eriştikten ve çevrenin sorumluluğunu yüklendikten sonra var olan bir canlı addediyor. Burada çok önemli olan nokta, çevrenin sorumluluğunu insanın yüklenmiş olmasıdır. Yani, çevrenin sorumluluğunun idraki ve yüklenişi yoksa, orada insan da yoktur. Bu sorumluluğu yüklenmeyen bir toplumun dünyayı yalnız çirkinleştirme ihtimali vardır. Çevreyi korumak ve güzelleştirmek sorumluluğumuz ne demektir, nasıl gerçekleşir? Bunun kurallarını, şartlarını incelememiz gerekiyor ki, gerçekten gelecek nesillere güzel bir dünya bırakmak görevimizi ifa etmek yoluna girmiş olalım. O yola girmiş olmak, tabiatıyla, başarmak demek değildir.”
Cansever, bir tefekkür adamının yapması gerektiği şekilde, bir taraftan İslâm’ın şehir ve mimari algısını ortaya koyarken, diğer taraftan başta batılı zihniyet olmak üzere, tabiat karşısındaki yanılgılarını da hesaba çekiyor. İşte bir örnek: “..Modern çağın birkaç büyük yanılgısını dile getirmek istiyorum. Biz yalnız insanlara barınak yapmakla yetinmeyi düşünürsek, bu ahlâk dışı bir davranış olur. Dünyaya gelecek çocuklara, kendisine ev yapacağımız kişilere, belki konfor standartları ve geometrik standartları düşük fakat kültür standartları yüksek evler yapmak mecburiyetindeyiz. Çünkü o insanların da çevreleriyle bilinçli ve yüksek kültür düzeyinde ilişki kurmaya hakları olduğunu teslim etmek zorundayız..”
Sözün bu kısmı öncelikle TOKİ ZİHNİYETİ’ne ithaf olunur!
Cansever devam ediyor: “Peki biz bu yüksek kültür ürünü çevreleri 60 milyon insan için nasıl üretebiliriz? İnşa ettiğimiz yapılar bir asır yaşama gücüne sahiptir. Her inşa ettiğimiz yapı, yanındaki yapıyı etkilemektedir. Her inşa ettiğimiz yapıda biz yaşamıyoruz. O yapıyı bize sipariş eden de yaşamayacak. Onun yerine başkaları yaşayacak. O başkalarını bugünkü kaprislerimize, heveslerimize eser etmeye hakkımız olduğunu herhangi bir kişi söyleyebilir mi?... Halkımız, büyük bir kültürü tevarüs etmiştir. Dilinde, davranışında, âdabında, hissiyatında, şiirinde o kültürün izleri hala yaşamaktadır. Buna, bugünün bir kısım kültür değeri de ilave olmaktadır. Yani teknolojiden ve teknoloji zevkinden gelen değerler. Bugün bunları nasıl birleştireceğimiz meselesiyle karşı karşıyayız… Eğer gelecek nesillere güzel, çelişkileri olmayan bir dünya sunmak mesuliyetiyle karşı karşıya isek, oturup neyin ne olduğu hususunda, neyin nasıl yapılması hususunda karar vermek mecburiyetindeyiz. Taoist yahut Budist sükûnetini mi, Hıristiyan heyecanını mı, günahkâr heyecanını mı, yoksa erotik Rokoko heyecanını mı sunacağız insanlarımıza? “
Kimilerinin idraklerini zorlasa ve ilgililere “fantezi”, “ütopik” ve “lüks” gelse de bu satırları anlayabiliyorsak, kendimizi de, çevremizi de, şehrimizi de anlamanın ilk adamını atmış olacağız.
Üstad Necip Fazıl kendisine sorulan bir soruya metaforik bir cevap verir: “Haliç’in neresinden bir bardak su alsanız, tahlili hep aynı çıkar!” Biz de bırakınız tahlili, yoğunluktan, derinlikten ve ağırlıktan dolayı “İslam’da şehir ve mimari”nin neresinden bir ‘damla’ almamız gerektiğinin sıkıntısını çekiyoruz.
Önceki yazımızdaki şablona uygun olarak Cansever’in “İslam’da Şehir ve Mimari”sinin konu başlıklarını aktaralım. Sadece bu başlıklar, çevre ve şehircilikte yol haritamızın referans noktalarını göstermeye yeter.
Birinci Bölüm :
İslâm’da Şehir ve Mimari (İslâm Mimarisi Üzerine Düşünceler, İslâm Mimarîsinin Temel Meseleleri, İmam Buhâri Türbesi Restorasyonu Çevresinde Düşünceler, Mimarîde Türk Millî Üslûbu)
İkinci Bölüm:
Şehirden Konuta (Mimarî Üzerine Düşünceler, İnsanın Çevreyle Bilinçli İlişkisi, Şehir, Osmanlı Şehri, Mesken Mimarimizin Temel Meseleleri, Türk Evi ve Konut Sorunumuz, Sanat ve Mimarî Hakkında, “Türk Sanatı”)
Üçüncü Bölüm:
Mimarlık Mirası ve Koruma (Mimarlık Mirasımız ve Kültürümüzün Geleceği, Mimarlık Mirasının Korunması, Koruma Mevzuatının Etkileri ve Rolleri, Türkiye Turizmi ve Tarihî Mimarlık Değerlerinin Korunması, Tarihî Çevre Nasıl Korunmalı?, Koruma Planlaması ve Fizikî Planlama İçin Öneriler, Ortak Standartları Nasıl Kuracağız?)
Şüphesiz Cansever “varlığın farkına varma ve onu anlamlandırma” şuuruna sahip olanlara sesleniyor. Eserleri de bu şuurdakilerin okumasını bekliyor.
Ancak, “Yönetme Kibri”yle okumaktan azâde olanlar vardır. Yâni, okuma ihtiyacı hissetmeyenler. Bu yaştan ve bu makamdan sonra halâ mı okumak?.. diye düşünenler yâni. Gerçi ülkemizde Bakanlar başta olmak üzere vekiller, üst düzey bürokratlar ve siyasilerin bir şey ‘okuma’ lüksü yok. Belki de kendilerine “okuma tavsiyesi”ni bile hakaret kabul edebilirler.
Dünya denen fani tasarımlar âleminde bizim şehrimiz, “gerçek âlem”den renkler taşımalı.
Cansever “Şehir ve Cennet” başlığıyla buna da işaret ediyor: “Şehir ve şehir imajı İslam kültürlerinde Cennet tasavvurunun bir yansımasıdır. Cennet bütün çelişkilerin yok olduğu ortamdır. Cenneti yeniden inşa edenler, her yüce ferdin, yalnız Allah’a karşı sorumlu varlıkların dünyevi ilişkiler ortamında şeytanî sapmaların çelişkilerine düşmesini önleyecek olan bir büyük Erdem’in, yani yaradılış yasalarının bilgisine dayanarak ve bu yasalara kayıtsız şartsız uyarak bu cennetleri (şehirleri) inşa edebilmişlerdir… Gerçek olma, yanılgıdan arınmış olma, zühd, renkliliğin neşesi, vakar ve en önemsiz ürünü monümental kılan gerçeğe yakınlığın yarattığı huşu hissi; çözümlemenin, tezyîniliğin, tarihî süreç içinde oluşumun tabiiliği, geleceğin şehirlerinin de kültürel temelini ve ifadesini oluşturmalıdır.”
Dünyada “cennet inşası” ! Olur şey değil! Müthiş ! Şüphesiz buradaki kasıt; şehirlerimizin nasıl bir “inşacı sorumluluk” istediği !
Cansever Mimarlığını anlatan “İdrak ve İnşa” adlı kitaptaki “Cansever’in İslâmi söylemi ve projeleri, İslam medeniyetinin ben-idrakinin güçlü özelliğinden kaynaklı bir üst değerler sistemi önermesi ile esnek özelliğinden kaynaklı olan yerel geleneklerle zıtlaşmayan yapısını örneklendirir.” tesbiti, Cansever’in modern dünyaya ‘medeniyet temelli’ nasıl bir “şehir ve mimari” teklif ettiğine vurgu yapar.
Cansever, katıldığı bir sempozyumda “Yaptığımın arkasında nelerin, hangi temellerin bulunması lâzım?” sorusunu sormak zaruretinden bahsederek her konuya teşmil edilebilecek, hususen de çevre ve şehirciliğe tahsis edilebilecek ölçüyü hatırlatıyor: “Hz. Peygamber, ümmetinin zevalinin kimlerden olacağını ifade ediyor; “Kötü emîrlerle kötü âlimlerden olacak” diyor.”
Ülkemiz ‘tahrip güçleri yüksek’ kötü yönetici ve kötü bilim adamlarından, projecilerden epey çekti. Daha da çekmek istemiyorsak Cansever’in ikazlarına, tekliflerine, tembihlerine, te’ilflerine kulak vermek zorundayız.
Şimdi anlaşılabiliyor mu, “şehir” derdinin nasıl bir “dert” ve sorumluluk olduğu?
Sözümüz bigânelere, nâdanlara değil, anlayanlara …
Büyük Ârif Yunus Emre ne diyor: “Ol imaret eylemez, sen virân olmayınca!” Çevremizi, şehrimizi imardan önce kendimizi, iç âlemimizi mâmur etmekten büyük mesele mi var?
Şehrimizle, yani ruhumuzla hesaplaşmaktan vazgeçip, onu kendi gerçekliğine döndürerek, geçmişimizle helalleşebiliriz. Bu da irade sahiplerine tavsiyemiz olsun.
“Okuma Kılavuzu”nun bu bölümünü Cansever’in muhteşem bir tespitiyle bitirelim: “Değişim sürecinin ilk adımı, İslam toplumunda bilgiyi inanca aksettiren, bu inançlara göre davranan, güzelliğin idrakine derin bir yetenek kesp eden, doğru gayeleri hedef alan, din ve ahlâk bağlamında varlığını, çevre bilincini ve sorumluluğunu kavrayan tavırların etkinliğini geliştirmek olmalıdır. Çünkü Allah, ancak ilimleriyle amel edenlere hakikî bilgiyi ihsan eder…”
Cansever’in bu satırlarını dua kabul ediyor ve duasının gerçekleşmesi için “sebepler âlemi”nin iddialılarını, ilgililerini, mes’ullerini, dertlilerini “muhasebe”ye, özeleştiriye davet ediyoruz.
Cansever’i anlamak, çevremizi ve şehrimizi anlamak olacaktır!
(Günebakış, 17 Ağustos 2011)
Dünyada “cennet inşası” ! Olur şey değil! Müthiş ! Şüphesiz buradaki kasıt; şehirlerimizin nasıl bir “inşacı sorumluluk” istediği !
Cansever Mimarlığını anlatan “İdrak ve İnşa” adlı kitaptaki “Cansever’in İslâmi söylemi ve projeleri, İslam medeniyetinin ben-idrakinin güçlü özelliğinden kaynaklı bir üst değerler sistemi önermesi ile esnek özelliğinden kaynaklı olan yerel geleneklerle zıtlaşmayan yapısını örneklendirir.” tesbiti, Cansever’in modern dünyaya ‘medeniyet temelli’ nasıl bir “şehir ve mimari” teklif ettiğine vurgu yapar.
Cansever, katıldığı bir sempozyumda “Yaptığımın arkasında nelerin, hangi temellerin bulunması lâzım?” sorusunu sormak zaruretinden bahsederek her konuya teşmil edilebilecek, hususen de çevre ve şehirciliğe tahsis edilebilecek ölçüyü hatırlatıyor: “Hz. Peygamber, ümmetinin zevalinin kimlerden olacağını ifade ediyor; “Kötü emîrlerle kötü âlimlerden olacak” diyor.”
Ülkemiz ‘tahrip güçleri yüksek’ kötü yönetici ve kötü bilim adamlarından, projecilerden epey çekti. Daha da çekmek istemiyorsak Cansever’in ikazlarına, tekliflerine, tembihlerine, te’ilflerine kulak vermek zorundayız.
Şimdi anlaşılabiliyor mu, “şehir” derdinin nasıl bir “dert” ve sorumluluk olduğu?
Sözümüz bigânelere, nâdanlara değil, anlayanlara …
Büyük Ârif Yunus Emre ne diyor: “Ol imaret eylemez, sen virân olmayınca!” Çevremizi, şehrimizi imardan önce kendimizi, iç âlemimizi mâmur etmekten büyük mesele mi var?
Şehrimizle, yani ruhumuzla hesaplaşmaktan vazgeçip, onu kendi gerçekliğine döndürerek, geçmişimizle helalleşebiliriz. Bu da irade sahiplerine tavsiyemiz olsun.
“Okuma Kılavuzu”nun bu bölümünü Cansever’in muhteşem bir tespitiyle bitirelim: “Değişim sürecinin ilk adımı, İslam toplumunda bilgiyi inanca aksettiren, bu inançlara göre davranan, güzelliğin idrakine derin bir yetenek kesp eden, doğru gayeleri hedef alan, din ve ahlâk bağlamında varlığını, çevre bilincini ve sorumluluğunu kavrayan tavırların etkinliğini geliştirmek olmalıdır. Çünkü Allah, ancak ilimleriyle amel edenlere hakikî bilgiyi ihsan eder…”
Cansever’in bu satırlarını dua kabul ediyor ve duasının gerçekleşmesi için “sebepler âlemi”nin iddialılarını, ilgililerini, mes’ullerini, dertlilerini “muhasebe”ye, özeleştiriye davet ediyoruz.
Cansever’i anlamak, çevremizi ve şehrimizi anlamak olacaktır!
(Günebakış, 17 Ağustos 2011)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder