Birkaç ay önce bu köşede, henüz kurulmamış olan “Şehircilik Bakanlığı ve Endişelerimiz” baş-lığıyla yazdığım iki yazıda endişelerimi dile getirmiştim. Yeni hükümetle birlikte kurulan “Çev-re ve Şehircilik Bakanlığı” ile şehir ve şehircilik adına duyduğum endişelerimin potansiyelden çıkıp gerçekleşmeye doğru gideceğinden artık şüphem yok.
Çünkü, Türkiye 9 yıllık tek partili bir siyasi istikrar dönemine rağmen, şehir ve şehircilikte bü-yük dönüşümü maalesef kaçırdı. İnsanlarımıza güya “yaşanabilir” mekânlar inşa eden TOKİ marifetiyle ve onun bütün şehir ve kasabalarımıza kadar sirayet eden hayaletiyle, şehirleri-mizdeki kaosun artarak devam ettiğine şahit olduk ve oluyoruz. TOKİ’nin yaptıklarıyla öğünen Başbakanın “500 bin konut inşa ettik, 500 bin daha inşa edeceğiz” cümlesini (Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle) maalesef “felix culpa: mes’ut cinayet” türünden bir ifade olarak anlıyorum.
Şehir ve medeniyet idraki ve bu idraki temellendirecek dünya görüşüne sahip olmayan bir siyasî iradenin ‘emirle’ yönlendirdiği “bürokratik zihniyet” şehirlerimizi ancak böyle “yaşayan kabristan”lara çevirebilir. Hele de buna uygun bir “inşaatçı-kalfa-mühendis” kadrosu da bu-lununca şehirlerimiz gerçekten “mâmur ve bayındır kabristan”lar haline geldi, geliyor (!)
Bu zihniyetin şehirlerimize saldırılarını 1930’larda ‘hainane’, 1950’lerde ‘gafilane’ yaşadık. Şimdi de ‘gayr-i şuurî’ yaşıyoruz.
Dikkat edilsin: Farklı yakada olan ama yaptıklarıyla paralelleşen bir “zihniyet”ten bahsediyo-ruz.
Çok sorduk, şimdi de soruyoruz: Siyasî irade ve onun uygulayıcısı TOKİ ve ilgili Bakanlıklar mutlu cinayetlerine “şehirleri gecekondulardan temizliyoruz ve yoksul kesimlere ev temin ediyoruz” gerekçesiyle haklılık kazandırabilirler mi?
Kötüyü, çirkini, yanlışı ortadan kaldırmak marifet değil. Neyi gerçekleştireceğiniz, neyi ihya edeceğimiz önemli. Bunun için de algılarınızı ve yaptıklarınızı ölçülendirecek bir “dünya görü-şü”, “şehir idraki” ve “medeniyet tasavvuru”nuz olması lazım. Aksi halde, ne yıktığınız “niçin” yıktığınızın, ne de yaptığınızı “niçin” yaptığınız hiçbir anlamı yoktur.
İşte bu bir “zihniyet” meselesidir. Olmayan, olamayan ve olamayacak olan da bu “zihniyet” meselesidir. Zihniyet, yâni neyi, niçin inşa edeceğinizin tahayyülü ve tasavvuru…
“Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır” diye beylik bir söz var. Çevre ve Şehircilik Bakan-lığı’nın başına getirilen eski TOKİ Başkanı ve muhtemeldir ki yönetici kadrolarıyla, çevre ve şehirlerimizde yapılacakları “yapılanlardan” tahmin edebiliyoruz.
Yazık şehirlerimize, yazık şehrimize!
Toplumların tarihinde belki yüz senede bir yakalanacak imkan ve fırsatın dokuz yılda harcan-dığı, heba edildiği, bir daha yakalanamayacağı kanaatindeyim. Hele şimdi, şehirle beraber çevrenin de ‘emanet’ edildiği bakanlıkla birlikte, ülkemiz iki yüz sene daha beklemek zorunda kalacak. Ancak dördüncü nesiller kendilerine “nasıl bir yaşanamaz şehir”ler bırakıldığının far-kına varabilecek (mi?)
Arkamızda büyük şehir ve mimarî birikimimiz dururken, hattâ bizi takip ederken, ondan ka-çan, onu anlayamayan, ona yabancılaşanların şehirlerimize vereceği tek şey: kaos ve kasvet-tir. Bakabilen, görebilen, anlayabilen için tarihî şehir birikimimiz, sadece arkamızda durmu-yor, önümüzde yürüyor. Ama ne görecek göz, ne bakacak yüz, ne de anlayacak idrak var!
Klasik savaş dönemlerinde insanlar kitleler halinde sadece savaşlarla yok ediliyordu. Ve tah-ribatlar sadece kendileriyle sınırlıydı. Yâni, bir savaş sadece muhatap iki topluluktan birisini yok ediyordu. Sonraki nesilleri etkilemiyordu.
Modern dünyanın yok edici savaş araçları sadece nükleer ve biyolojik silahlar değil. Savaş araçları da çeşitlendi. Savaşlar artık “şehir enstrumanları”yla devam ediyor. Şehrin bugünü ve yarınına ne kadar müdahale ederseniz (veya saldırırsanız) yükselişiniz ve başarınız da o ölçü-de oluyor.
Modern dünya hayal edilemeyecek kadar korkunç silahlarla üzerimize geliyor. Daha doğrusu bu silâhları hayatımızı “yaşanmaz kılmak” için biz davet ediyoruz. Şehrin ‘beton siluetleri, toplu konutlar, kentsel dönüşüm adına yapılanlar, insanı ve toplumu sadece biyolojik yok edişle karşı karşıya bırakmıyor, ruhunu, dünyasını ve gelecek nesillerini de yok ediyor.
Yeryüzünde var edilmesi ve yok edilmesi hedeflenen tek varlık “insan” olduğuna göre, ve her şey tasarımlar alemi olan dünyada onun elinden çıktığına göre; onun ‘sürdürülebilir buna-lım’a gireceği büyük mekân şehirleri ‘yaşanamaz’ hale getirdik mi, sabırla, huzurla onun ölümünü bekleyebiliriz (!)
Ortada hiç bir belirti yokken nereden mi çıktı bu endişeler?
Kıyamet zamanlarına davetiye çıkaran bir senaryo mu yazıyoruz?
Şehre ve insana dair endişelerimin tahakkuk etmesi bize azap veriyor. Cemil Meriç’in deyi-miyle “kaypak, hain, aldatıcı mefhumlara ışık tutmaya çalışan kuledeki nöbetçinin feryâdı” gibi sadece feryâd ediyoruz. “Zifiri bir karanlıkta çakılan kibrit” gibi belki birileri, ilgilileri sesimizi duyar, ışığı görür de gösterdiğimiz, işaret ettiğimiz istikamete, referanslarımıza bakar !
Kur’an bize kadîm zamanlardaki toplulukların yaptıklarından dolayı “helâki”ni anlatırken on-ları sanki ‘yaşanmamış’ hikâyeler gibi görenlere, modern zamanların “insan ve şehirleri”ni göstermek yeter de artar. Yaptıklarının karşılığı olarak kendilerini mahkûm ettikleri “zindan şehir”lerde helâke davetiye çıkaran insanlık…
İnsanın şehirde “helâk”i, birilerinin eliyle hızlanmamalı diye düşünüyorum.
“Çevre ve Şehircilik” Bakanlığından başladık, işi “helâk”e getirdik.
Bir gazete köşesinde yazılabilecek sınırlılıkta endişelerimi ‘hükümler halinde’ ifade etmeye çalışıyorum.
“Büyük iddialar”ın değil “büyük sorumluluklar”ın beklediği siyasî irade ve şehir yöneticileri-mizin yüklendikleri “vebal”in farkında olmaları gerekiyor.
Her şeye rağmen ümidimiz odur ki; bahşedilmiş müthiş bir topoğrafya ve muhteşem güzellik-lerle, kadîm zamanlardan beri kendisini ihya edecekleri bekleyen tüm şehirlerimiz gibi şeh-rimiz Trabzon’a değecek elin, çelik iş makinalarının değil, insanın izlerini taşımalı diye düşünüyoruz.
Duamız, Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi; “Ancak bunca zevalden sonra kemal çığırı açılabilir.”
İş o çığırı açacak idrak ve onun inşasında…
Konuyu bahsetmek istediğim eksene getireyim: Önümüzdeki 5 hafta, büyük muhakkik mimar rahmetli Turgut Cansever’in, yaşarken kimsenin göremediği, ihtiyaç hissetmediği, halâ da hissetmediği beş büyük eserinden alıntılarla “Çevre ve Şehircilik Bakanına Okuma Kılavuzu” hazırlamaya çalışacağız. Bu satırlarda zaman zaman bahsettiğimiz, alıntılar yaptığımız Mu-hakkik Mimarımızın eserlerinin “tahkik”i insanımıza, ülkemize, dünyamıza çok şeyler kazandı-racaktır. Her şeyden önce, Cansever’in söylediği gibi “insanın görevi dünyayı güzelleştirmek-tir” buyuran Hz. Peygamberin ölçüsüne sahip çıkmak ve “yaşanılabilir bir dünya inşa etme”yi ibadet bilme derdi ve zevki…
Sadece bu beş büyük eser, ülkemizi, şehirlerimizi yeniden İDRAK, İNŞA VE İHYA için gerçek bir YOL HARİTASI’dır. Tek mesele; Haritayı okuyacak, takip edecek ZİHNİYET’i bulabilmek ! Suyun karşı yakasındakiler için Turgut Cansever söylemi, dünya görüşünden dolayı “Türkiye mimar-lık ortamının benimsemediği ama yorum yapmadan da geçemediği tartışmalı bir alan”dır. Ancak suyun “bu yakası” için halâ farkına varılmamıştır.
Modern zamanlarda oluşturup dünyaya sunamadığımız ve kompleks içinde yabancı diyarlar-da aradığımız Şehir ve mimari şahsiyetimiz için dilenci gibi batı yollarını aşındırırken çaldığı-mız kapılarda bir gün bize “ahiret sorusu” gibi şu soruyu sorarlarsa hiç şaşırmayın:
-“Size Turgut Cansever gelmedi mi?”
-“Aradığınız şehrin anahtarının O’nda olduğunu halâ anlayamadınız mı?”
Yüzümüzde utanacak hücre kalmışsa, kapıyı yüzümüze çarparlar da, hazinemizden haberimiz olur belki.
Tarihî bir yük, vebal ve fırsatın emanet edildiği Karadenizli bir Başbakan ve Karadenizli bir “Çevre ve Şehircilik Bakanı”nın şehirlerimizi “imha”ya mı “ihya”ya mı memur olduklarını bu OKUMA KILAVUZU’na bakarak anlayabilirsiniz.
Önümüzdeki hafta başlayacağımız kılavuzun sadece başlıklarını verelim:
Okuma Kılavuzu I: “KUBBEYİ YERE KOYMAMAK”
Okuma Kılavuzu II: “İSLÂM’DA ŞEHİR VE MİMARİ”
Okuma Kılavuzu III: “OSMANLI ŞEHRİ”
Okuma Kılavuzu IV: “İSTANBULU ANLAMAK”
Okuma Kılavuzu V: “ŞEHİR VE KONUT ÜZERİNE DÜŞÜNCELER”
Şüphesiz bu beş şaheser, kendi küçüklüğüyle yanından geçen dağı göremeyenlere bir şey söylemeyecektir. Ancak biz, (sorulmaz ya! Gene de) “şehirler tahrip edilip yıkılırken, kaosa sürüklenirken SEN NEREDEYDİN?” diye bir soruya muhatap olursak diye yazıyoruz.
Bu soruyu herkes kendisine sorduğu zaman “insan ve şehir”in felâhı başlamış olacaktır.
Mutlu cinayetlerine maktul arayan, o maktullere dört başı mamur kabristanlar kuran, kur-maktan zevk alan bir “zihniyet faciası” mı, yoksa şehrin hüzünlü nağmelerine kulak kabartan, insanî ihtiyaçları onun ruhunun haritasında bulabilen, vecdle çalışarak geleceğe ruh taşların-dan kurulu, aşk toprağı ile yoğrulmuş şehirler bırakabilmeyi önceleyen bir “zihniyet ve idrak harikası” mı sergileyecekler?
Umutsuzum. Keşke umut taşıyacak kadar bîhaber olabilseydim her şeyden.
Yine de endişelerimizde yanılmayı diliyorum.
(Günebakış, 3 Ağustos 2011)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder