30 Ocak 2012 Pazartesi

YAŞLI VE YORGUN ŞEHRİN İNSANI...

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Üstad Necip Fazıl “Hesaplaşma” isimli konferans-kitabında Şeyh Sâdi’nin insanı hakikatiyle kuşatan “bir damla kan ve sayısız endişe” tanımına ‘fikir… endişe… harikulâde tarif’ diyerek vurgu yapar. Büyük âriflerin insana dair bu ve benzeri muhteşem tanımları vardır. Gene Pascal’ın “yapayalnız ölürüz” sözüne de Üstad bazı eserlerinde vurgu yapar. Bu sözlerden yola çıkarak, insanın yeryüzünde/yaşadığı şehirde ‘yalnızlığı’nı idrak eden değil, onu yokluğun ve yoksunluğun avucunda bir nesneye dönüştüren modern zamanlar, insan-şehir ilişkisinde de insanı hakikatinden koparmıştır.

Bu bağlamda Rus romancı Maksim Gorki ilk defa 1898 yılında yayınlanan ancak bugüne kadar Türkçeye çevrilmeyen “Okuyucu” isimli hikâyesinde yazılışından 114 yıl sonraki modern zamanların insanını konuşturuyor ve aynı zamanda ona sesleniyor.

Gorki’nin kahramanı ‘varlığını-ben’ini sorgularken aslında düştüğü nihilizm bataklığında çırpınıyor. Modern zamanların insanı, kendi inşası olan şehirde aynı nihilist ruh haliyle mânâ ve hakikatini unutuyor, kaybediyor.

Gorki’nin hikâyesinden bazı kesitleri Kenan Duru’nun çevirisinden aktarıyoruz:

Günümüzün bilinci öyle soğuk ve katı ki, basit ve açık olana karşı tamamen körelmiş, bir şeyleri ısıtıp yumuşatmaktan o yüzden mahrumuz: Biz kendimiz de soğuk ve katıyız. Sanırım bizlerin yeniden güzel düşlere, hayallere ve tuhaflıklara ihtiyacı var, zira berbat renklerle kurduğumuz hayat cansız ve sıkıcı! Bir zamanlar tutkuyla inşa ettiğimiz gerçeklik çöktü çünkü. Çökerken bizi de ezdi… Peki, nedir çare? Bir de hayal gücünden yararlanmayı deneyelim, belki insanın kısa bir süreliğine tekrar doğrulmasına ve dünyada yitirdiği yeri –yitirmemiş midir?- yeniden gözden geçirmesine yardımcı olur. Ne yazık ki insan artık dünyanın efendisi değil, hayatın kölesi, yeryüzünün biricik aslî varlığı olmanın gururunu kaybetmiş, realitenin dayatmalarına saygıyla boyun eğer hale gelmiştir. Öyle değil midir sence de? Kendi icad ettiği gerçekliği ise –matah bir şeymiş gibi- değişmez kanun ilân etmiştir! Bu kanunun boyunduruğuna girmekle insan, hayatın özgürlüğüne giden yolda önüne engel koyduğunu, özgürlük için onu kırıp parçalama hakkına sahip olduğunu idrak etmiyor.

Zaten o artık savaşmıyor, sadece uyum gösteriyor… Hem, ne için savaşacak? Uğruna kendini kahramanca feda edebileceği idealleri nerede? İşte budur onun can sıkıntısının ve içler acısı hayatının yegâne sebebi, işte budur insandaki yaratıcı ruhun pörsümesinin yegâne sebebi… Bazı körler aklı coşturarak bir şeyler arıyorlar, bari insanlarda yeniden inanç tesis etselerdi…. Ne dersin?
Gorki, kahramanının diliyle devam ediyor:

“..Beni hayata karşı ihtiraslı kılacak hiçbir şey yoktu, kalbim bir ölü gibi soğuk, zihnim baygın bir uykuda gibiydi, muhayyilemin sundukları ise sadece birer kâbustu. Nicedir, günler ve geceler boyu kör, sağır ve dilsiz biri gibi yaşamıştım, ne bir şey arzulamış, ne de anlamıştım. O an bana öyle geldi ki bir ölüydüm ben, bir yanlış anlama sonucu halâ gömülmeyi bekleyen bir ölü. Böyle korkunç bir hayat sürmekten daha beteri ise yaşamanın çok daha güçlü bir iradeyi gerektiriyor olmasıdır. Zira ölüde daha az anlam, daha çok karanlık vardır… Muhtemelen, nefretin verdiği hazzı bile terk etmiştir o…”

“… İnsanların hafızasını yine onların hayatlarından çekip çıkardığın yığınla fotoğraf karesiyle doldurup çöplüğe çevirmekle onlara zarar vermiş olabileceğini hiç düşünmüyor musun?.... İnsan et ve deri giydirilmiş koca bir kemik yığınına dönüşmüş durumda ve bu iğrenç kütleye hareket veren de ruh değil, şehvet arzusudur. Ona ihtimam gerekiyor, henüz insanlığını daha tam kaybetmemişken onu hayatta tutmaya acilen! Bir çare üretmelisiniz! Fakat sizler sadece inleyip sızlanarak, ah vah çekerek veya onun çürüyüp kokuşmasını kaleminize kayıtsızca dolayarak onu yaşamaya nasıl iştiyaklı kılabilirsiniz ki? Hayata çürümenin kokusu sinmiş; korkaklık ve kölelik kalpleri istilâ etmiş… İğrençliğin bu kaos ortamına katacak neyiniz var?"

Gorki’nin kahramanı hayat ve varlığa ilişkin daha birçok şey söyledikten sonra;

“- Evet, gidiyorum… gene görüşeceğiz. Bekle!” der muhatabına ve gider.

Ve Gorki hikâyenin sonunda konuşur: “Nasıl gitti? Hiç farkına varmadım. Gidişi ani ve sessizce oldu, kaybolan bir gölge gibi… Ben ise uzun bir süre daha parkta oturduğum bankta kalmaya devam ettim; ne dışarıdaki soğuğu hissetmiş ne de parlak ışığıyla donmuş ağaç dalları üstünde parlayan güneşi fark etmiştim. Aydınlık günü ve her zamanki gibi ışıl ışıl parlayan güneşi görmek tuhafıma gitmişti. Kar örtüsüne bürünmüş bu yaşlı, yorgun yeryüzü güneşte göz kamaştırıcı bir parlaklıkla parlıyordu…”

Sâdi’nin “kan ve endişe”diye tarif ettiği insanı Gorki başka bir yerde konuştururken aynı noktaya mı varıyor? Aynı yerde konuşsalar da ayrı referanslardan yola çıkıyorlar.

Bakın şehrinize… Şehrinizin yaşlı ve yorgun gövdesinde barındırdığı modern zamanlar insanının Gorki’nin nihilist objeye dönüşen insanından farkı kaldı mı?

İfade edemesek de, hissettiklerimizi yoğunlaştıramasak da aslında şehirde bu haldeyiz. Endişeli değil şaşkın ve çaresiz… Gorki’nin insanı gibi arayış içindeyiz belki ama neyi aradığımızı bile bilmiyoruz.

Aradığımız bize çok uzakta belki. Belki yanımızda, yanıbaşımızda. Ama ona uzanacak mecalimiz var mı? Onu anlayacak idrakimiz, onu görecek ruh gözümüz? Bir çağ depreminin, sarsıntıların, uzayıp giden korkunç çığlıklarla dolu bir yüzyıl mağarasının içindeyiz. İmanın, vicdanın, parçalanmamış bir vicdanın bizi terk edip gittiği o korkunç bulamacın içinde ağrılara, yıkımlara uğramış halde bekliyoruz. Ama neyi?

Çağımızın ve şehrin insanına çok mu ütopik ve ekstrem yaklaştık?

(Günebakış, 1 Şubat 2012)

23 Ocak 2012 Pazartesi

"ŞEHİRLİ İNSAN BİR MAHPUSTUR!"

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Modern zamanlarda insan şehirde ontolojik-varlığa ilişkin bir acı mı çekiyor? Yoksa şehrin insanı boğan, ürküten, ezen, insanî olan her şeyi öğütücü bir ‘değirmen’e dönüşen yapısı mı onu huzursuzluğa itiyor? Eğer modern zamanlar insanı bunun farkında ise şehirde hâlâ insanî bir ‘hücre’ yaşıyor demektir.

Modern zamanlarda şehirden kaçmanın imkânı yok. Şehirden korunmanın imkânı var mı? Şehir bir saldırı aygıtına mı dönüştü de insanın korunması sözkonusu olsun? Evet! Peki nereye sığınacak insan?

Kimseyi şehirden köye tersine göçe davet etmiyoruz. Köy de şehir de iki ayrı yaşama mekânı olma özelliklerini neredeyse kaybetmiş durumda. Birinden kaçıp diğerine sığınmak imkân dışı. Kaçsanız da gelip sığındığınız yer emniyetli değil. O halde ne demek istiyoruz? Zorlama da olsa nasıl bir koridor açmaya çalışıyoruz?

Bu soru/soruları sorup cevaplar ararken, 1938 yılında Müslüman olan İngiliz yazar, araştırmacı ve kültür adamı Martin Lings’in Türkçeye de çevrilen Hz. Peygamber’in hayatını anlattığı eserinin “Çöl” bölümündeki tesbit ve vurgularıyla karşılaştık. Lings’in yorumları yukarıdaki sorulara cevap koridorları aralayan bir nitelikte.

Lings, Hz. Peygamber’in doğduğu Mekke şehir şartlarını anlatırken ilginç yorumlarda bulunuyor. İlk plânda iyice nüfuz edilmeyince fark edilemeyen yorumlardan bazı kesitleri buraya aktararak, modern zaman şehirleriyle mukayesesini yapalım:

Şöyle diyor Lings, Hz. Peygamber’in çocukluk yıllarındaki Mekke’yi ve şehir insanını anlatırken:
“….. onlara Mabed’in etrafında evler yapmalarını söyleyene dek yarı göçebe bir hayat yaşıyorlardı. Sabit yerleşme tabii ki kaçınılmazdı, fakat bu türlü yerleşme sakıncalıydı. Soyluluk ve özgürlük birbirinden ayrılmaz iki kavramdı ve göçebe özgürdü. Çölde bir insan, mekâna hükmettiğinin bilincindeydi; bu hükmetme sayesinde de bir bakıma zamanın baskısından kurtuluyordu denebilir. Çöl insanı, çadır bozarak dünlerini savabiliyordu; zamanı ve yeri henüz belirlemediği için yarın, bir hüsran olarak görünmüyordu. Fakat şehirli insan bir mahpustu. Onun bir yerde sürekli kalmakta oluşu her şeyi çürütüyor ve –dün, bugün, yarın- zamanın gayesi haline getiriyordu. Şehirler bozulma yerleriydi. Şaşırmışlık ve tembellik onların duvarları arasına gizlenmiş ve insanın uyanık ve tetikte oluşunu köreltmek için hazır bekliyorlardı. Orada her şey, hatta insanın sahip olduğu en önemli özellik olan dil bile bozuluyordu…. “

Lings’in yorumları-satırları modern dünyanın insanın hürriyetini nasıl elinden aldığını görmesi, farketmesi için yol gösterici bir kılavuz gibi. Eski insanın, belki şehirli olmayan ama kendine yeten ‘huzuru’ ile varlığa ve hayatın anlamına nüfuz eden yapısıyla, modern zaman şehirlerinde yaşayan insanının ‘husursuzluğu’nu bir düşünün!

İlginçtir ki insan modern zaman şehirlerinde mekâna hükmetme bilincini kaybetmiştir. Bunu kaybedince de mekân ve bütünüyle şehir insana işkence ederek ölümünü hazırlayan bir düşman haline gelmekte.
İnsan da çaresizlik içinde bu işkenceleri yaşayan ancak, ‘anestezi altındaki bir hasta’ duygusuzluğuyla tepki veremeyen bir ‘canlı’ olarak hayatını sürdürüyor.

Modern zaman şehirlerinde dün de bugün de yarın da bütünüyle “hüsran!”.

Lings, “Şehirler bozulma yerleriydi” derken 14 asır önceyi anlatsa da aslında bugünün modern zaman şehirlerini işaret ediyordu. O zamanın insanı ‘bozulmuyor’du, özgürlüğün ne olduğunun bilincindeydi ve özgürlüğüne sahipti. Düne, bugüne ve yarına hakimdi.

Peki ya bugünün insanı ve şehirleri?

Görüntüsü de gerçeği de gayr-i insanî!

Bakın yaşadığınız şehre! Ne göreceksiniz? Ne yazık ki, bu hız ve ihtirasla insanın şehrin caddelerinde, mekânlar arasında sadece ‘yiyecek arayan’ mikroorganizmalara dönüştüğünü göreceğiz!

Böyle bir akıbetten ancak insanı insana, şehri şehre iade etmekle kurtulunabilir.

Kâhin değiliz, fütürist hiç değil. Sadece çıktığımız yolun, yaşadığımız şehrin bizi nereye götürdüğünü miyop olmayan bir gözle görmeye çalışıyoruz.

(Günebakış, 25 Ocak 2012)


16 Ocak 2012 Pazartesi

TÜRKİYE ŞEHİRLERİNİ KAYBETTİ! -medeniyet idraki yok ki, şehir tasavvuru olsun-

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Bir medeniyet ait olduğu “dünya görüşü”nden aldığı referansla kendisini öncelikle şehir tezyin ve tasarımında gösterir. Şehirde “görünür” kılınmamış bir medeniyetten bahsedilemez. Çünkü medeniyet, kültür-sanat-bilim ve teknoloji kadar “şehir ve mimari” demektir. Veya medeniyet bu insanî ilim ve disiplinlerle kendisini gösterir.

Yaşadığımız topraklar, Cumhuriyetin kuruluşuna kadar dünya görüşümüzün aynası olan medeniyetle şehirlerimize aksetti, şehirlerimizde yaşadı, şehirlerimizi yaşattı.
Cumhuriyetle birlikte ‘atıldığımız’ batı uygarlığının her alanda büyülenmiş meftunu olduğumuz gibi, şehir ve mimaride de mukallit bir meftunu olarak ‘emir ve ısmarlama’ ile şehirlerimiz batı tarzı talim ve terbiyenin egemenliğine girdik.

Normal…

Çünkü kaçmak istediğimiz, yok saydığımız, taammüden hafıza kaybına uğratıldığımız medeniyet geleneğimizi hepten unutarak hızla şehir yıkımlarına başlandı. Öncelikle de medeniyet şehirlerimizde… İstanbul’dan başlayarak Konya, Diyarbakır, Sivas, Bursa, Trabzon vs.’de yapılan şehir katliamları tarihî hafızamızda duruyor…

Türkiye’nin özellikle son on yılda “şehirlerini külliyen kaybedişi”ne farkında olmadan herkes ortak oluyor, katkı veriyor. Niçin özellikle son on yılda?

Çünkü; Türkiye 1950’lerden sonra bir türlü bütünüyle yakalayamadığı siyasî istikrarını 2002-2012 arasında sağlamasına rağmen, “medeniyet idrakî ve şehir tasavvuru”na sahip bir zihniyet iktidar olmadığı için şehirlerini bütünüyle kaybediyor.

Özellikle devlet zihniyetinin şehirlerdeki icracı kolu olan TOKİ aracılığıyla mevcut şehirlerimize yeni bir tasavvur ve tasarım getirilemedi. Aksine bu kentsel dönüşüm dalgası kötü, çirkin ve yanlış bir örnek olarak şehir ve mimarî tarihimizin harcanmış, israf edilmiş sayfaları arasında yer alacak.

“Medeniyet tasavvuru ve şehir idraki” bağlamında şehir tasarım (daha doğrusu katliam)larımıza
tarihlendirerek bir bakalım.

· 1923 ile 1950 arası, yeni devlet ideolojisi ve tek parti döneminin tarihî çağrıştıran her şeyi yıkması ve yerine ‘bizim olmayan’ şehir ve mimari adaptasyonları…
· 1960-1983 arası, muvazaacı sağ ve yıkıcı sol ideolojili iktidarlar eliyle bozulan, çirkinleştirilen, tarihî dokusu daha da tahrip edilen, bugünkü çarpık şehirleşmenin yakın temellerinin atıldığı dönem…
· 1983-2002 arası, dünyaya açılan Türkiye ve sürekli değişen siyasî iktidarlar eliyle gene hızla yaşanamaz hale gelen şehirlerimiz için müthiş bir vurdumduymazlık dönemi…
· 2002-2012, arası büyük bir destekle siyasi istikrarın sağlandığı, yerli iddialı ancak medeniyet ve şehir idraki hiçbir zaman oluşmamış, ilgililerin ve sorumluların sadece nutuklarla zaman kaybettirdiği dönem…

En önemlisi; bu dönem içerisinde devletin ‘şehir inşa aygıtı’ olan TOKİ marifetiyle (Üstad Necip Fazıl’ın ‘işgal ordularının yapamayacağı bir cinayet’ deyimine eş ) devletin müthiş imkânlarının
‘şehir idraksizliği’ yüzünden beton silolar şeklinde tezahür etmesi şehir yıkımlarını hızlandırdı. ‘Kentsel dönüşüm’ gibi muğlak bir kavramın yol açtığı şehir katliâmları halen TOKİ eliyle sürüyor, sürdürülüyor. Hem de öğünülerek. Tarihçi Neşrî’nin mısrasıyla: “Ortalıkta bir acep destan idi. Nice Rüstemler âna hayran idi!”

Geçtiğimiz günlerde bir yayın organında Ankara’nın büyük bir tepeye serpilmiş bir gecekondu bölgesinde TOKİ’nin başlattığı kentsel dönüşümün fotoğrafı yer alıyordu. Fotoğrafta ıslah edilecek gecekonduların üzerinde hayalet gibi dikilen 10-15 beton blok insanı ürpertiyordu. Konuya duyarlı bir yazar da “TOKİ’nin ufku var mı, ufku?” diyerek faciayı sütunlarına taşımış, “Çok fantastik bir şey, elle çizilmiş, tezatları abartılmış bir afiş veya bir animasyon filmi için tasarlanmış gerçeküstü bir film seti gibi duruyor.” diyerek tezada ve nasıl bir şehir kirliliğine sebep olunduğuna vurgu yapmıştı. Ancak mitolojideki tasarımlarla yarısı insan yarısı hayvan veya yarısı başka diğer yarısı başka yaratıklar şeklinde izah edilebilecek bir şehir manzarası.

Medeniyetimizden koparılmamıza rağmen şehir halkalarının henüz çürümediği şu 90 yıllık şehir
maceramızda böylesine bir tahribat ancak devlet ve onun ilgili aygıtları eliyle yapılabilirdi. Ve yapıldı, yapılıyor. Ya devlet eliyle zorla eskiyi tahrip, istediklerini tahkim ediyorlar. Veya da hiçbir idrak ve tasavvur olmaksızın rastgele ucubeler inşa ediyorlar.

Bu uygulama bütün şehirlerimizde freni patlamış bir otomobilin yokuş aşağı hızla savrulması gibi devam ediyor. TOKİ, başta Başbakan olmak üzere herkesi sanal bir inandırma çevrimine almış ki, “500 bin konut ürettik” teranesiyle yıkımlarını sürdürmeye devam ediyor.

Devlet ve TOKİ eliyle tarihe, dünya görüşüne, medeniyete, şehre, mahalleye, eve paydos!

1940’lı yılların tek parti iktidarı’nın şehir idrakiyle, 2000’li yılların tek parti iktidarı’nın şehir idraki arasında fark var mı? Var! 40’larda “neyi yıkacaklarını” biliyorlardı! 2000’lerde ise ne “neyi yıkacağını”, ne de “neyi yapacağını” bilemeyen bir betonarme zihniyet!

Yaptıklarının iddialarıyla çeliştiğini bile göremeyen, aksine yaptıklarının ‘çokluğu’yla övünen bir zihniyete söyleyeceğimiz tek şey : “Ne yaptığının farkında bile değilsin!”

Eyvâh, eyvâh ! Mevcut iktidar sanal ve kurgu da olsa 2023’de dünyanın bilmem kaçıncı büyük ekonomisi olacağına kendisini inandırıyor ve hesap yapabiliyor ancak iki yıl sonrasına ait bir “şehir idraki ve tasarımı” oluşturabiliyor mu ?

Zannetmiyoruz.

Muhakkik Mimar Turgut Cansever’in söylediği gibi: “…Esas mesele şu: Türk insanının kültürel ilgi alanı tamamen saptırılmış vaziyette. Adeta Türk toplumuna bir ihanet diyebileceğim kadar vahim şekilde saptırılmış durumda..”

İhanete varmış müthiş bir ilgisizliğin olduğu bir ülkede şehir ve estetik idraki olanların son on yıldaki yapılanlardan yola çıkarak herhangi bir şehrimizde ilk bakışta görecekleri şey dehşet bir “katliâm tablosu”dur.

Devlet aygıtı TOKİ ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı hiçbir zaman “Nerede hata yaptık ve yapıyoruz?” diye sormamışlardır ve sormak gibi bir dertleri de yok. Son yaşanan depremin yıkıntılarından yeni bir şehir modeli ortaya koymak mümkün iken, medeniyet ve şehir idrakinin olmaması nedeniyle bu fırsat da büyük imkânlarla heba edilecek görünüyor.

Evet, şehirlerimizin bir zamanlar olduğu gibi “masal şehirler” haline getirilmesi mümkün iken, bu imkân devlet ve TOKİ eliyle heba ederek şehirlerimiz “maraz şehirler” haline getirildi.

Bu satırlarda her zaman dile getirdiğimiz “Turgut Cansever İdrak ve İnşası” olmadıkça şehirlerimizin de asla imar ve inşası mümkün olmayacaktır. İşin “nasıl”ı Cansever’in kitaplarında. Biz burada kendisinden yapacağımız bir iktibasla yetinelim:

“Mekâna ait meselelerin idraki ve bilinci olmadığı zaman, diğerleri tamamen boşta, kopuk, tutarsız teşebbüsler olarak kalır. Anlam bütünlüğünü kapsamazlar ve ortak zemine sahip olamazlar. Mimarinin 20. yüzyıldaki sefaletinin ana sebeplerinden biri bu..”

Mimarîden önce şehir, şehirden önce medeniyet, medeniyetten önce dünya görüşü oluşmamış
bir ülkenin şehri de, şehir yöneticileri de, ilgili Bakanlıkları da “nekropolde yaşayan” canlılardan ibarettir.

Şehirlerimizi kaybettik. Mevcut zihniyetle bundan sonra “kentsel dönüşüm” ve “marka şehirler”
adına yapılacak herşey “büyük artçı sarsıntılar”la şehirlerimizi daha da harap hale getirecektir.

Yeter ettiğiniz şehirlerimize!

Biraz insaf, biraz idrak, biraz intibah!

(Günebakış, 18 Ocak 2012)

10 Ocak 2012 Salı

"DÜNYA VATANDAŞLIĞI" VE AİDİYET HİSSİNİN YOK OLUŞU...

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com


İnsanın bu dünyada ‘yaşanmaya değer hayat’ı gerçekleştirme yolundaki tüm çabaları onun şehir, medeniyet ve aidiyet idraki ile sınırlıdır. ‘Bilgiden değere’ doğru gelişen bu idrak insanı bu dünya ve ötesinin izahına götürür. Bu idrak ve izahın kemâl noktası olan ‘aidiyet’, insanın şehir ve medeniyet tasavvuruyla tezahür eder.

Bu bağlamda, Bernard Lewis “İstanbul ve Osmanlı Medeniyeti” isimli kitabında insanın ‘ait olduğu şehre’ olan hasretine ilişkin oldukça güzel bir olayı aktarır:

“Bir Türk tarihçisinin bize anlattığına göre 1659’da Delhi’deki Moğol sarayına gönderilen bir Osmanlı elçisi İstanbul’a dönünce Sultan ona masal ülke Hindistan’a yaptığı yolculuk sırasında gördüğü en dikkate değer şeyin ne olduğunu sormuş. Elçi oradan güvenli bir şekilde ayrılmasının ve ‘bu cennet gibi yere’ dönmesinin başından geçen en harika şey olduğunu söylemiş. Lewis bu olayı yorumlarken; ‘bu cevapta hiç şüphesiz nezaket gereği bir methiyenin payı vardır; bununla birlikte, Osmanlılar’ın o muhteşem başkentlerine karşı duydukları sevgiyi ve gururu yansıtmaktadır.’ şeklinde bir not düşüyor.

17. yüzyılda ülkesinden/şehrinden oldukça uzakta bir şehre gönderilen Osmanlı elçisinin cevabından yola çıkarak söyleyelim ki; modern zamanlarda ‘şehrini kaybeden’, bu kaybedişi ‘kaybedilen bir değer’ olarak bile hissetmeyen insanın coğrafî aidiyetini ‘tanımsız’ hale getirmesi bir tür patolojik hal olarak karşımıza çıkıyor. Yâni insan, ‘aidiyet problemine dayalı zihnî bir yapısal bozukluk ve hastalıklı haliyle hayatını sürdürüyor. Gerçekten öyle mi? Yeni deyimle “bir dünya vatandaşı olmak” iddiasındaki insan patolojik bir ruh yapısına mı sahiptir?
Oldukça muğlak olan ve herkesin kendine göre tanımladığı bu “dünya vatandaşı” deyimi, bizce
‘referansı olmamak’tır, aidiyetten yoksunluktur.

Özellikle 90’lı yıllarla birlikte farkında olsun veya olmasın aidiyetinden kopmaya başlayan ‘yerel’liğe karşı “..küreselleşen dünyada..” diye başlayan söylemler, hazmedilmeyen, içselleştirilmeyen ve sadece dudak tiryakiliğiyle “… biz küreselleşirken..” diye devam eden ve nihayet “dünya vatandaşlığı”na kavuşan bir taşralının tatmininden başka bir anlam taşımıyor. Bu kavram icad olana kadar “vatansız” olarak nitelenen insanın durumu neyse şimdilerin “dünya vatandaşlığı” kavramı da o. Tek bir farkla: “Vatansız” acınacak, mağdur, sığınmacı bir ‘psikoloji’ iken; “Dünya Vatandaşı” ise tam aksine öğünülecek, mağrur, kompleksli bir ‘patoloji’dir.

Modern zamanlarda“dünya vatandaşlığı” kavramının yaygınlaşması ve ‘niçin sahiplenildiği’ belirsiz bir biçimde taraftar toplamasıyla birlikte, insanın ‘aidiyet’ hissi ve referansları insanî olmayan bir içgüdünün hakimiyetine giriyor…

Tıpkı bugünlerde “altı kaval üstü şişhane” deyimimize uygun düşen fakat bunun farkında olmayan Siyasiler, Belediye Başkanları ve yöneticilerin sorumlu ol/ma/dıkları şehirleri övme kompleksiyle “..bir dünya kenti” psikozu neyse, aynı şekilde bu ‘sanal:uydurulmuş’ kente uygun “dünya vatandaşı” da o.

Yeri elmişken, Türkçemize “altı kaval üstü işhane” şeklinde yerleşen deyimin etimolojisine dair çeşitli rivayetlerden ir tanesini anlatalım da şehirlerimizin nasıl “dünya kenti”, vatandaşlarımızın
da nasıl “dünya vatandaşı” olduklarına ‘bizce’ bir göz atalım:

Avcı ikâyeleri meşhurdur… Zamanında bir avcı tüfeklerde yiv ve setlerin icadından onra çift namlulu (çifte) kaval tipi tüfeğinin namlularını yeni model şeşhane yivli namluya benzetmek için üzerinde peyce işlem yapar. Bu işlemden sonra tüfek öyle gülünç bir hal almış ki diğer vcılar gülerek ‘altı kaval üstü şeşhane” iye alaya almışlar. Bu söz birbirine tezatlı durumlar için halk arasında da aygınlaşarak deyim haline gelmiş.

“Dünya enti” iddiasındaki şehirlerimizin hali de aynı bu avcı hikâyesindeki gibi… Tabii rkasından “dünya vatandaşı” olan şehrimizin insanları…

Trabzon a “dünya kenti” anaforuna yakalanan şehirlerden biri… Bu gidişle her Trabzonlu a “dünya vatandaşı” olacak… Dünya vatandaşlığının karşılığı: kozmopolitanizm. Böylece şehirlerimiz kozmopolis, insanımız da kozmopolit e-yurttaşlar haline gelecek. Geldi bile…

Biz, Sanal ve büyülü bir “dünya kenti” ve “dünya vatandaşı” dehlizine sokulan şehirlerimiz ve insanımızın, B.Lewis’in aktardığı olayda olduğu gibi, en çok da modern zamanlarda “şehrimize dönme”nin hayatımızın en önemli değeri olacağını düşünüyoruz.

Şehre dönen aslında kendine döner… Ve ruhumuzu anlatmak için yeni kelimeler aramaya gerek yok. Ruhumuz aynada görünmez, ama göründüğümüz aynada ruhumuz bize bakmıyorsa, yani şehirde biz yoksak zaten şehir de yok, ayna da, ruhumuzda…

Kim böyle bir dünyada ve böyle bir şehirde yaşamak ister?

Bir anlamda ruhun kozmopolisle imtihanının zemini olan yaşadığımız şehir, bizi ‘yaşanmaya değer hayat’a mı, ‘yaşanmaya değmez hayat’a mı çağırıyor?

Bu soruyu kendimize sorabiliyor ve cevap alabiliyor muyuz?
(Günebakış, 11 Ocak 2012)









3 Ocak 2012 Salı

DEPREM DE OLSA ŞEHİRLERDE DEĞİŞEN BİR ŞEY OLMAYACAK !

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Başta 1939 Erzincan ile 1999 Marmara depremleri ve diğer kısmî depremler olmak üzere depreme maruz kalan şehirlerimizin yeniden yapılandırılmasında/inşasında eskiye göre değişen çok bir şey olmadığı için başlığımız -iddialı görünse de- artık iddia taşımıyor. Sadece bundan sonraki durumlar için ‘tesbit’ niteliği taşıyor.

“Değişen bir şey yok”tan kastımız: Depremin sarsıntısı unutulmaya başlar başlamaz, şehirler gene aynı yere, aynı malzeme ve belki biraz daha denetim altında hızla kurulmaya başlıyor. Asla yeni bir “şehir idraki” yok! Eski usûl şehirkondulara berdevam..

Yaşadığımız Van depreminden sonra ülkemizin deprem kuşağında olduğuna, depremle birlikte yaşamamızın kaçınılmaz olduğuna sürekli vurgu yapıldı, yapılıyor. Bir yönüyle baktığımızda; depremlerin büyük boyutta insan kaybı ve şehir yıkımlarına sebep olmalarının kaçınılmazlığı yanında ‘yeni bir şehir inşası’ için bir imkân ve fırsat olduğu da bir gerçek. Van depreminin hemen arkasından Devlet erkânının sarfettiği ‘büyük sözler’e baktığınızda zannedersiniz ki şehirlerimizde yeni bir inşa ve ihya seferberliği başlıyor. Oysa, ortada birtakım ‘mevzuat düzenlemeleri’nin dışında hiçbir şey yok.

Değişen; biraz daha fazla demir ve beton, belki daha az katlı apartmanlar. Biraz da tabii müteahhitlere ‘gözdağı’…

Her ne kadar Şair; “Şehir Gazeli”nde “Ey deprem gel yetiş bu şehirlerin; Doğayı çarpıtan konumlarına” dese de, deprem bile insanların tabiatı çarpıtan, topoğrafyayı bozan, coğrafyayı tahrip eden yıkıcılığına karşı bir şey yapamıyor! Yâni, deprem bile insanoğlunun bu ‘yıkıcı karakteri’yle başa çıkamıyor.

Ülkemiz Van depremiyle önemli bir fırsat yakalamıştır. İnsanların kötüyü yıkıp yerine güzeli inşa etmek için bir şey yapmadığı bir zamanda, depremin müthiş uyarıcılığıyla şehirlerimizin “yeniden inşa”sı için yol açılmıştır.

Rahmetli muhakkik Mimar Turgut Cansever’in bir ömür “insan, şehir ve medeniyet”le ilgili feryâdlarını duymayanlara son yaşadığımız Van depremi acaba bir şeyler söyler mi?

Söyleyeceği kanaatinde değiliz. Ama gene de yazıyoruz.

Depremden sonra Çevre ve Şehircilik Bakanlığı “Kentsel dönüşüm”le ilgili bir kanun taslağı hazırlıyor. Bu taslağa göre mevcut şehirlerimize 400 milyar dolarlık bir kaynak ayrılarak müthiş bir “kentsel dönüşüm” gerçekleştirilecekmiş (!)

Maddî kaynak müthiş. Ancak bu “kentsel dönüşüm”ün TOKİ zihniyetinin inşa ettiği şehirlerden farklı olacağını düşünmüyoruz. Onun için de eyvâh! diyoruz. Ayağımıza kadar gelen imkan ve fırsat gene heba olacak!

Çevre ve Şehircilik Bakanı bu konuda şunları söylüyor: “Artık insanlarımız ölmesin, canlar yok olmasın, şehirlerimiz böyle büyük felaketler yaşamasın; bedeli ne olursa olsun artık biz Türkiye’de depreme dayanıksız yapıları, salaş yapıları, kaçak yapıları mutlaka rehabilite etmek durumundayız.” Bakan ayrıca; bu kentsel dönüşüm projeleri sayesinde istihdam artışı sağlanacağını, inşaat sektörüne katkı sağlanacağını söylüyor.

Bir trajedinin sonucundan ancak böyle bir komedi çıkarılabilir!

İşte size, hâlâ “neyi yıkacağı”nı da “neyi inşa edeceği”ni de idrak edemeyen bir zihniyet örneği!

Öncelikle Van’dan başlayarak “yeni bir şehir ve medeniyet idraki”yle ülkemizin tüm şehirlerine örnek olabilecek şehir modelleri ve yaşama alanları oluşturulabilecekken, işin sadece depreme dayanıklı konutlarla sınırlı olması, mevcut bakanlığın da şehir idrakinin sınırlarını gösteriyor.

Peki ne yapılmalı?

İşte tam da rahmetli Muhakkik Mimar Turgut Cansever’in HABITAT II Konferansı için hazırladığı “Şehir ve Konut Üzerine Düşünceler” rapor-kitabı’nın gündeme gelmesi, uygulamaya geçirilmesi fırsatı doğmuş iken, bundan habersizliğin verdiği şaşırmışlık, panik ve dağınıklıkla işin sadece bir “mevzuat” işi olduğunda odaklaşılması… Demiş ya şâir: “ne ararsan bulunur, derde devâdan gayrı!”

Şehirlerimizin yeniden inşası için öncelikle yeniden “şehir idraki” gerekli !

Cansever’in sözkonusu rapor-kitabının “öncelikli konu” başlığı altında 14 ara başlıkları bile nasıl bir “şehir kılavuzu” olduğunu göstermeye yeter: “Konut üretimi için tercihler; Ülke yerleşme sisteminin kurulması; Ülke yerleşme sistemi; Şehirleşme ve konutta israf; Şehir ve çevre; Kaynakların doğru kullanımı; Toplumsal hayat ve işsizlik; Sürdürülebilir gelişme; Tarihî mimarlık mirası; Konut güvenliği; Çevre ve sağlıklı şehir; Güzel bir dünya inşa etmek; Kentsel rantın dağılımı; Adaletin Tesisi”

Her ne kadar dikkate alınmayacağına emin olsak da, Cansever’in Habitat II raporundan “ev ve mahalle” inşasıyla ilgili birkaç paragrafı aktaralım: “.. Bugüne kadar Türkiye’de uygulanan imar
planları ise var olan bütün iki üç katlı evlerden oluşan şehirleri ve mahalleleri yok ederek, yerine apartmanlar inşa etmeyi emreden düzenlemeler getirmiştir.

Sermayenin kıt olduğu Türkiye’de bugün, 10-12 katlı apartman inşasına ayrılan sermaye harcamaları yapı maliyeti içinde çok büyük bir pay işgal etmektedir. Zahirde kişilerin ortak, tasarım katılımını amaçlayan konut kooperatiflerinin hemen hepsi; kullanıcının içinde yaşayacağı konutların tasarımı ve biçimlenmesine müdahale imkânı vermeyen süreçler ile konut üretimine hakim bulunmaktadır.

Ev, insan ölçeğinde bir ürün ve bir çevre unsurudur. İnsan ölçeğinde olmayan apartmanların aileler arasına tekdüze fizikî mesafeler koyması, insanların kolektif davranışlarını geliştirmek yerine, insanlar arası gayr-î insanî mükellefiyetlerin ve münasebet şekillerinin oluşmasına yol açmıştır.

Mahalle ile apartman, birbirine zıt iki iskân birimidir. Mahalle kolektif, davranışın gönüllü katılım, idrak ve sorumluluk duygusuyla oluşan ürünü iken; apartman, teknokratik despotizm ürünü ve spekülatif kararlara hizmet eden bir alet durumundadır…”

Cansever’in bu satırları, deprem sonrası yeni şehir yapılanmalarında can alıcı nitelikte uyarı ve tekliflerdir. Ancak duyması gerekenlerin kulakları iltihaplı olunca kime ne söylüyoruz?

İlgilere duamız: Cansever’i ve onun yukarıdaki paragraflarını inşallah idrak edersiniz.

Depremin açtığı yıkım arsasında “yeni bir şehir” kurabilmenin ‘gerekli idrak şartları’na dair hiçbir belirti göremediğimiz devletlûlarımız Cansever’in sesine kulak verebilir mi? Ümid ediyoruz ama nafile!

Deprem, bütün yıkıcılığıyla bir “inşa arsası” açmışken, bu arsayı “şehir ve medeniyet idraki”yle inşa edememek, ancak bize mahsus bir maharet olsa gerek!

(Günebakış, 4 Ocak 2012)