Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
İnsanın bu dünyada ‘yaşanmaya değer hayat’ı gerçekleştirme yolundaki tüm çabaları onun şehir, medeniyet ve aidiyet idraki ile sınırlıdır. ‘Bilgiden değere’ doğru gelişen bu idrak insanı bu dünya ve ötesinin izahına götürür. Bu idrak ve izahın kemâl noktası olan ‘aidiyet’, insanın şehir ve medeniyet tasavvuruyla tezahür eder.
Bu bağlamda, Bernard Lewis “İstanbul ve Osmanlı Medeniyeti” isimli kitabında insanın ‘ait olduğu şehre’ olan hasretine ilişkin oldukça güzel bir olayı aktarır:
“Bir Türk tarihçisinin bize anlattığına göre 1659’da Delhi’deki Moğol sarayına gönderilen bir Osmanlı elçisi İstanbul’a dönünce Sultan ona masal ülke Hindistan’a yaptığı yolculuk sırasında gördüğü en dikkate değer şeyin ne olduğunu sormuş. Elçi oradan güvenli bir şekilde ayrılmasının ve ‘bu cennet gibi yere’ dönmesinin başından geçen en harika şey olduğunu söylemiş. Lewis bu olayı yorumlarken; ‘bu cevapta hiç şüphesiz nezaket gereği bir methiyenin payı vardır; bununla birlikte, Osmanlılar’ın o muhteşem başkentlerine karşı duydukları sevgiyi ve gururu yansıtmaktadır.’ şeklinde bir not düşüyor.
17. yüzyılda ülkesinden/şehrinden oldukça uzakta bir şehre gönderilen Osmanlı elçisinin cevabından yola çıkarak söyleyelim ki; modern zamanlarda ‘şehrini kaybeden’, bu kaybedişi ‘kaybedilen bir değer’ olarak bile hissetmeyen insanın coğrafî aidiyetini ‘tanımsız’ hale getirmesi bir tür patolojik hal olarak karşımıza çıkıyor. Yâni insan, ‘aidiyet problemine dayalı zihnî bir yapısal bozukluk ve hastalıklı haliyle hayatını sürdürüyor. Gerçekten öyle mi? Yeni deyimle “bir dünya vatandaşı olmak” iddiasındaki insan patolojik bir ruh yapısına mı sahiptir?
duzenliyahya@gmail.com
İnsanın bu dünyada ‘yaşanmaya değer hayat’ı gerçekleştirme yolundaki tüm çabaları onun şehir, medeniyet ve aidiyet idraki ile sınırlıdır. ‘Bilgiden değere’ doğru gelişen bu idrak insanı bu dünya ve ötesinin izahına götürür. Bu idrak ve izahın kemâl noktası olan ‘aidiyet’, insanın şehir ve medeniyet tasavvuruyla tezahür eder.
Bu bağlamda, Bernard Lewis “İstanbul ve Osmanlı Medeniyeti” isimli kitabında insanın ‘ait olduğu şehre’ olan hasretine ilişkin oldukça güzel bir olayı aktarır:
“Bir Türk tarihçisinin bize anlattığına göre 1659’da Delhi’deki Moğol sarayına gönderilen bir Osmanlı elçisi İstanbul’a dönünce Sultan ona masal ülke Hindistan’a yaptığı yolculuk sırasında gördüğü en dikkate değer şeyin ne olduğunu sormuş. Elçi oradan güvenli bir şekilde ayrılmasının ve ‘bu cennet gibi yere’ dönmesinin başından geçen en harika şey olduğunu söylemiş. Lewis bu olayı yorumlarken; ‘bu cevapta hiç şüphesiz nezaket gereği bir methiyenin payı vardır; bununla birlikte, Osmanlılar’ın o muhteşem başkentlerine karşı duydukları sevgiyi ve gururu yansıtmaktadır.’ şeklinde bir not düşüyor.
17. yüzyılda ülkesinden/şehrinden oldukça uzakta bir şehre gönderilen Osmanlı elçisinin cevabından yola çıkarak söyleyelim ki; modern zamanlarda ‘şehrini kaybeden’, bu kaybedişi ‘kaybedilen bir değer’ olarak bile hissetmeyen insanın coğrafî aidiyetini ‘tanımsız’ hale getirmesi bir tür patolojik hal olarak karşımıza çıkıyor. Yâni insan, ‘aidiyet problemine dayalı zihnî bir yapısal bozukluk ve hastalıklı haliyle hayatını sürdürüyor. Gerçekten öyle mi? Yeni deyimle “bir dünya vatandaşı olmak” iddiasındaki insan patolojik bir ruh yapısına mı sahiptir?
Oldukça muğlak olan ve herkesin kendine göre tanımladığı bu “dünya vatandaşı” deyimi, bizce
‘referansı olmamak’tır, aidiyetten yoksunluktur.
Özellikle 90’lı yıllarla birlikte farkında olsun veya olmasın aidiyetinden kopmaya başlayan ‘yerel’liğe karşı “..küreselleşen dünyada..” diye başlayan söylemler, hazmedilmeyen, içselleştirilmeyen ve sadece dudak tiryakiliğiyle “… biz küreselleşirken..” diye devam eden ve nihayet “dünya vatandaşlığı”na kavuşan bir taşralının tatmininden başka bir anlam taşımıyor. Bu kavram icad olana kadar “vatansız” olarak nitelenen insanın durumu neyse şimdilerin “dünya vatandaşlığı” kavramı da o. Tek bir farkla: “Vatansız” acınacak, mağdur, sığınmacı bir ‘psikoloji’ iken; “Dünya Vatandaşı” ise tam aksine öğünülecek, mağrur, kompleksli bir ‘patoloji’dir.
Modern zamanlarda“dünya vatandaşlığı” kavramının yaygınlaşması ve ‘niçin sahiplenildiği’ belirsiz bir biçimde taraftar toplamasıyla birlikte, insanın ‘aidiyet’ hissi ve referansları insanî olmayan bir içgüdünün hakimiyetine giriyor…
Tıpkı bugünlerde “altı kaval üstü şişhane” deyimimize uygun düşen fakat bunun farkında olmayan Siyasiler, Belediye Başkanları ve yöneticilerin sorumlu ol/ma/dıkları şehirleri övme kompleksiyle “..bir dünya kenti” psikozu neyse, aynı şekilde bu ‘sanal:uydurulmuş’ kente uygun “dünya vatandaşı” da o.
Yeri elmişken, Türkçemize “altı kaval üstü işhane” şeklinde yerleşen deyimin etimolojisine dair çeşitli rivayetlerden ir tanesini anlatalım da şehirlerimizin nasıl “dünya kenti”, vatandaşlarımızın
da nasıl “dünya vatandaşı” olduklarına ‘bizce’ bir göz atalım:
Avcı ikâyeleri meşhurdur… Zamanında bir avcı tüfeklerde yiv ve setlerin icadından onra çift namlulu (çifte) kaval tipi tüfeğinin namlularını yeni model şeşhane yivli namluya benzetmek için üzerinde peyce işlem yapar. Bu işlemden sonra tüfek öyle gülünç bir hal almış ki diğer vcılar gülerek ‘altı kaval üstü şeşhane” iye alaya almışlar. Bu söz birbirine tezatlı durumlar için halk arasında da aygınlaşarak deyim haline gelmiş.
“Dünya enti” iddiasındaki şehirlerimizin hali de aynı bu avcı hikâyesindeki gibi… Tabii rkasından “dünya vatandaşı” olan şehrimizin insanları…
Trabzon a “dünya kenti” anaforuna yakalanan şehirlerden biri… Bu gidişle her Trabzonlu a “dünya vatandaşı” olacak… Dünya vatandaşlığının karşılığı: kozmopolitanizm. Böylece şehirlerimiz kozmopolis, insanımız da kozmopolit e-yurttaşlar haline gelecek. Geldi bile…
Biz, Sanal ve büyülü bir “dünya kenti” ve “dünya vatandaşı” dehlizine sokulan şehirlerimiz ve insanımızın, B.Lewis’in aktardığı olayda olduğu gibi, en çok da modern zamanlarda “şehrimize dönme”nin hayatımızın en önemli değeri olacağını düşünüyoruz.
Şehre dönen aslında kendine döner… Ve ruhumuzu anlatmak için yeni kelimeler aramaya gerek yok. Ruhumuz aynada görünmez, ama göründüğümüz aynada ruhumuz bize bakmıyorsa, yani şehirde biz yoksak zaten şehir de yok, ayna da, ruhumuzda…
Kim böyle bir dünyada ve böyle bir şehirde yaşamak ister?
Bir anlamda ruhun kozmopolisle imtihanının zemini olan yaşadığımız şehir, bizi ‘yaşanmaya değer hayat’a mı, ‘yaşanmaya değmez hayat’a mı çağırıyor?
‘referansı olmamak’tır, aidiyetten yoksunluktur.
Özellikle 90’lı yıllarla birlikte farkında olsun veya olmasın aidiyetinden kopmaya başlayan ‘yerel’liğe karşı “..küreselleşen dünyada..” diye başlayan söylemler, hazmedilmeyen, içselleştirilmeyen ve sadece dudak tiryakiliğiyle “… biz küreselleşirken..” diye devam eden ve nihayet “dünya vatandaşlığı”na kavuşan bir taşralının tatmininden başka bir anlam taşımıyor. Bu kavram icad olana kadar “vatansız” olarak nitelenen insanın durumu neyse şimdilerin “dünya vatandaşlığı” kavramı da o. Tek bir farkla: “Vatansız” acınacak, mağdur, sığınmacı bir ‘psikoloji’ iken; “Dünya Vatandaşı” ise tam aksine öğünülecek, mağrur, kompleksli bir ‘patoloji’dir.
Modern zamanlarda“dünya vatandaşlığı” kavramının yaygınlaşması ve ‘niçin sahiplenildiği’ belirsiz bir biçimde taraftar toplamasıyla birlikte, insanın ‘aidiyet’ hissi ve referansları insanî olmayan bir içgüdünün hakimiyetine giriyor…
Tıpkı bugünlerde “altı kaval üstü şişhane” deyimimize uygun düşen fakat bunun farkında olmayan Siyasiler, Belediye Başkanları ve yöneticilerin sorumlu ol/ma/dıkları şehirleri övme kompleksiyle “..bir dünya kenti” psikozu neyse, aynı şekilde bu ‘sanal:uydurulmuş’ kente uygun “dünya vatandaşı” da o.
Yeri elmişken, Türkçemize “altı kaval üstü işhane” şeklinde yerleşen deyimin etimolojisine dair çeşitli rivayetlerden ir tanesini anlatalım da şehirlerimizin nasıl “dünya kenti”, vatandaşlarımızın
da nasıl “dünya vatandaşı” olduklarına ‘bizce’ bir göz atalım:
Avcı ikâyeleri meşhurdur… Zamanında bir avcı tüfeklerde yiv ve setlerin icadından onra çift namlulu (çifte) kaval tipi tüfeğinin namlularını yeni model şeşhane yivli namluya benzetmek için üzerinde peyce işlem yapar. Bu işlemden sonra tüfek öyle gülünç bir hal almış ki diğer vcılar gülerek ‘altı kaval üstü şeşhane” iye alaya almışlar. Bu söz birbirine tezatlı durumlar için halk arasında da aygınlaşarak deyim haline gelmiş.
“Dünya enti” iddiasındaki şehirlerimizin hali de aynı bu avcı hikâyesindeki gibi… Tabii rkasından “dünya vatandaşı” olan şehrimizin insanları…
Trabzon a “dünya kenti” anaforuna yakalanan şehirlerden biri… Bu gidişle her Trabzonlu a “dünya vatandaşı” olacak… Dünya vatandaşlığının karşılığı: kozmopolitanizm. Böylece şehirlerimiz kozmopolis, insanımız da kozmopolit e-yurttaşlar haline gelecek. Geldi bile…
Biz, Sanal ve büyülü bir “dünya kenti” ve “dünya vatandaşı” dehlizine sokulan şehirlerimiz ve insanımızın, B.Lewis’in aktardığı olayda olduğu gibi, en çok da modern zamanlarda “şehrimize dönme”nin hayatımızın en önemli değeri olacağını düşünüyoruz.
Şehre dönen aslında kendine döner… Ve ruhumuzu anlatmak için yeni kelimeler aramaya gerek yok. Ruhumuz aynada görünmez, ama göründüğümüz aynada ruhumuz bize bakmıyorsa, yani şehirde biz yoksak zaten şehir de yok, ayna da, ruhumuzda…
Kim böyle bir dünyada ve böyle bir şehirde yaşamak ister?
Bir anlamda ruhun kozmopolisle imtihanının zemini olan yaşadığımız şehir, bizi ‘yaşanmaya değer hayat’a mı, ‘yaşanmaya değmez hayat’a mı çağırıyor?
Bu soruyu kendimize sorabiliyor ve cevap alabiliyor muyuz?
(Günebakış, 11 Ocak 2012)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder