30 Ocak 2012 Pazartesi

YAŞLI VE YORGUN ŞEHRİN İNSANI...

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Üstad Necip Fazıl “Hesaplaşma” isimli konferans-kitabında Şeyh Sâdi’nin insanı hakikatiyle kuşatan “bir damla kan ve sayısız endişe” tanımına ‘fikir… endişe… harikulâde tarif’ diyerek vurgu yapar. Büyük âriflerin insana dair bu ve benzeri muhteşem tanımları vardır. Gene Pascal’ın “yapayalnız ölürüz” sözüne de Üstad bazı eserlerinde vurgu yapar. Bu sözlerden yola çıkarak, insanın yeryüzünde/yaşadığı şehirde ‘yalnızlığı’nı idrak eden değil, onu yokluğun ve yoksunluğun avucunda bir nesneye dönüştüren modern zamanlar, insan-şehir ilişkisinde de insanı hakikatinden koparmıştır.

Bu bağlamda Rus romancı Maksim Gorki ilk defa 1898 yılında yayınlanan ancak bugüne kadar Türkçeye çevrilmeyen “Okuyucu” isimli hikâyesinde yazılışından 114 yıl sonraki modern zamanların insanını konuşturuyor ve aynı zamanda ona sesleniyor.

Gorki’nin kahramanı ‘varlığını-ben’ini sorgularken aslında düştüğü nihilizm bataklığında çırpınıyor. Modern zamanların insanı, kendi inşası olan şehirde aynı nihilist ruh haliyle mânâ ve hakikatini unutuyor, kaybediyor.

Gorki’nin hikâyesinden bazı kesitleri Kenan Duru’nun çevirisinden aktarıyoruz:

Günümüzün bilinci öyle soğuk ve katı ki, basit ve açık olana karşı tamamen körelmiş, bir şeyleri ısıtıp yumuşatmaktan o yüzden mahrumuz: Biz kendimiz de soğuk ve katıyız. Sanırım bizlerin yeniden güzel düşlere, hayallere ve tuhaflıklara ihtiyacı var, zira berbat renklerle kurduğumuz hayat cansız ve sıkıcı! Bir zamanlar tutkuyla inşa ettiğimiz gerçeklik çöktü çünkü. Çökerken bizi de ezdi… Peki, nedir çare? Bir de hayal gücünden yararlanmayı deneyelim, belki insanın kısa bir süreliğine tekrar doğrulmasına ve dünyada yitirdiği yeri –yitirmemiş midir?- yeniden gözden geçirmesine yardımcı olur. Ne yazık ki insan artık dünyanın efendisi değil, hayatın kölesi, yeryüzünün biricik aslî varlığı olmanın gururunu kaybetmiş, realitenin dayatmalarına saygıyla boyun eğer hale gelmiştir. Öyle değil midir sence de? Kendi icad ettiği gerçekliği ise –matah bir şeymiş gibi- değişmez kanun ilân etmiştir! Bu kanunun boyunduruğuna girmekle insan, hayatın özgürlüğüne giden yolda önüne engel koyduğunu, özgürlük için onu kırıp parçalama hakkına sahip olduğunu idrak etmiyor.

Zaten o artık savaşmıyor, sadece uyum gösteriyor… Hem, ne için savaşacak? Uğruna kendini kahramanca feda edebileceği idealleri nerede? İşte budur onun can sıkıntısının ve içler acısı hayatının yegâne sebebi, işte budur insandaki yaratıcı ruhun pörsümesinin yegâne sebebi… Bazı körler aklı coşturarak bir şeyler arıyorlar, bari insanlarda yeniden inanç tesis etselerdi…. Ne dersin?
Gorki, kahramanının diliyle devam ediyor:

“..Beni hayata karşı ihtiraslı kılacak hiçbir şey yoktu, kalbim bir ölü gibi soğuk, zihnim baygın bir uykuda gibiydi, muhayyilemin sundukları ise sadece birer kâbustu. Nicedir, günler ve geceler boyu kör, sağır ve dilsiz biri gibi yaşamıştım, ne bir şey arzulamış, ne de anlamıştım. O an bana öyle geldi ki bir ölüydüm ben, bir yanlış anlama sonucu halâ gömülmeyi bekleyen bir ölü. Böyle korkunç bir hayat sürmekten daha beteri ise yaşamanın çok daha güçlü bir iradeyi gerektiriyor olmasıdır. Zira ölüde daha az anlam, daha çok karanlık vardır… Muhtemelen, nefretin verdiği hazzı bile terk etmiştir o…”

“… İnsanların hafızasını yine onların hayatlarından çekip çıkardığın yığınla fotoğraf karesiyle doldurup çöplüğe çevirmekle onlara zarar vermiş olabileceğini hiç düşünmüyor musun?.... İnsan et ve deri giydirilmiş koca bir kemik yığınına dönüşmüş durumda ve bu iğrenç kütleye hareket veren de ruh değil, şehvet arzusudur. Ona ihtimam gerekiyor, henüz insanlığını daha tam kaybetmemişken onu hayatta tutmaya acilen! Bir çare üretmelisiniz! Fakat sizler sadece inleyip sızlanarak, ah vah çekerek veya onun çürüyüp kokuşmasını kaleminize kayıtsızca dolayarak onu yaşamaya nasıl iştiyaklı kılabilirsiniz ki? Hayata çürümenin kokusu sinmiş; korkaklık ve kölelik kalpleri istilâ etmiş… İğrençliğin bu kaos ortamına katacak neyiniz var?"

Gorki’nin kahramanı hayat ve varlığa ilişkin daha birçok şey söyledikten sonra;

“- Evet, gidiyorum… gene görüşeceğiz. Bekle!” der muhatabına ve gider.

Ve Gorki hikâyenin sonunda konuşur: “Nasıl gitti? Hiç farkına varmadım. Gidişi ani ve sessizce oldu, kaybolan bir gölge gibi… Ben ise uzun bir süre daha parkta oturduğum bankta kalmaya devam ettim; ne dışarıdaki soğuğu hissetmiş ne de parlak ışığıyla donmuş ağaç dalları üstünde parlayan güneşi fark etmiştim. Aydınlık günü ve her zamanki gibi ışıl ışıl parlayan güneşi görmek tuhafıma gitmişti. Kar örtüsüne bürünmüş bu yaşlı, yorgun yeryüzü güneşte göz kamaştırıcı bir parlaklıkla parlıyordu…”

Sâdi’nin “kan ve endişe”diye tarif ettiği insanı Gorki başka bir yerde konuştururken aynı noktaya mı varıyor? Aynı yerde konuşsalar da ayrı referanslardan yola çıkıyorlar.

Bakın şehrinize… Şehrinizin yaşlı ve yorgun gövdesinde barındırdığı modern zamanlar insanının Gorki’nin nihilist objeye dönüşen insanından farkı kaldı mı?

İfade edemesek de, hissettiklerimizi yoğunlaştıramasak da aslında şehirde bu haldeyiz. Endişeli değil şaşkın ve çaresiz… Gorki’nin insanı gibi arayış içindeyiz belki ama neyi aradığımızı bile bilmiyoruz.

Aradığımız bize çok uzakta belki. Belki yanımızda, yanıbaşımızda. Ama ona uzanacak mecalimiz var mı? Onu anlayacak idrakimiz, onu görecek ruh gözümüz? Bir çağ depreminin, sarsıntıların, uzayıp giden korkunç çığlıklarla dolu bir yüzyıl mağarasının içindeyiz. İmanın, vicdanın, parçalanmamış bir vicdanın bizi terk edip gittiği o korkunç bulamacın içinde ağrılara, yıkımlara uğramış halde bekliyoruz. Ama neyi?

Çağımızın ve şehrin insanına çok mu ütopik ve ekstrem yaklaştık?

(Günebakış, 1 Şubat 2012)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder