27 Şubat 2012 Pazartesi

TRABZON ETKİNLİKLERİNDE TRABZON'UN SADECE ADI VAR...

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Geçtiğimiz hafta yazdığımız yazıda “İçinde Trabzon olmayan Trabzon Etkinlikleri” başlığıyla Büyükşehirlerde düzenlenen “Trabzon Günleri”ni konu etmiştik. Ankara’daki 6. Trabzon etkinliklerini gördükten sonra yazımızın ikinci bir yoruma ihtiyacı olduğunu hissederek, gerçekten “İçinde Trabzon’dan başka her şey olan etkinlikler” demek zorunda kalıyoruz.

Etkinliklerin “hâmisi” oldukları belli olan başta mevcut Çevre ve Şehircilik Bakanı ile eski Bayındırlık ve İskân Bakanı’nın ne kadar “Trabzonlu” veya ne kadar Trabzon’un tarihsel derinliğiyle, değerleriyle ilgili oldukları şüphelidir. Şüphelidir çünkü; Ankara’daki etkinliklerde sergilenen “malzeme”ler ve “eşya”ların haricinde Trabzon’un tarih, medeniyet, kültür, sanat ve ‘tarihsel şehir’ profilinin yansıdığı hiçbir şeyin olmaması, bu “Sayın Bakan”ların “neye destek olduklarının da “farkında olmadıkları”nı gösteriyor diye düşünüyorum. Veyahut da tam aksine onların Trabzon’u böyle görmek istedikleri/gördükleri sonucuna varıyorum.

Bir kere “belli bir zihin yapısı”nın ürünü olduğu anlaşılan etkinliklerin girişinde sergilenen bazı sözler ve cümlelerin de ne kadar Trabzon’a ait olduğu “tartışmasız!” Geçen yıl Nazım Hikmet’in, bu yıl da Bülent Ecevit’in “dize”leriyle süslenen bilbord koridoru… Trabzon’lu olan veya olmayan Trabzon’dan geçmiş, Trabzon’da sanat ve edebiyat eserleri vermiş şahsiyetlerin yok sayıldığını görüyoruz.

Buna rağmen Nazım Hikmet ve Bülent Ecevit’in ısrarla öne çıkarılmasının sebebi ne ola ki? Bu zevatın Trabzon’la ilgileri nedir? Veya neleri Trabzon’u çağrıştırıyor? Ayrıca, şairliğini bu etkinlik bilbordlarındaki “dize”lerinden öğrendiğimiz müteşairler de bilinçlice seçilmiş zannediyoruz…

Popüler müzik ve show’lardan başka özelliği olmayan kimi gösteri adamlarının ayrı ve özel bir mekânda “imtiyazlı” olarak konser ve sunumları da ayrı bir konu… Bu iki zevatın “kültür ve aidiyet” olarak ne kadar Trabzon’lu oldukları, Trabzon’un “değer” ve “şahsiyet”iyle ne kadar örtüştükleri tartışmalıdır. “Trabzon ve etkinlik” deyince niçin özellikle bu iki isim sunuluyor. Halbuki Trabzon deyince akla birçok uluslar arası isim geliyor. Niçin Trabzon deyince “popüler kültürün unsurları”na bu kadar önem gösteriliyor? Trabzon’la ilgili hiç mi popüler kültürün dışında sanata ve kültürün asliyetine ilişkin çalışmalar gerçekleştirmiş isim yok? Halen yaşayan önemli uluslararası isimler var. Onlar niçin çağrılmaz bilemeyiz.

“Gürültüye getirilen” ve içinde gürültüden başka bir şey olmayan sözkonusu etkinliklerde Bakan, Milletvekili, Siyasetçi ve Belediye Başkanları’nı açılışta “konuşturdunuz” ve birkaç pirinç plaket verdiniz mi iş bitiyor. Yapay da olsa kendilerine gösterilen ilgi ve itibardan kaynaklanan “sahiplik” ve “mülkiyetçilik”le sayın siyasîler tatmin oluyor, organizatörler de herhalde “ticarî başarıları”yla seviniyorlardır. Tabii Trabzon da içinde “kendisi olmayan” bu etkinliklere mecbur hatta mahkûm ediliyor.

Etkinliklerde ısrarla Trabzon’a ait bir şeyler ararken zorlanıyorsunuz. Veya bizim “Trabzon’dan anladığımız”, Trabzon’da görmek istediğimiz bunlar değil.

Bu etkinliklerde Trabzon’a ait olan tek şey: Etkinliğin başında gösterilen, onu da Rusların 1916’da Trabzon’u işgallerinde 94 yıl önce çektikleri görüntüler… Gerçek olan tek sahne bu… Gerisi tamamen kenar süsü….

Öyle zannediyoruz ki, bu etkinlikler bahane edilerek Trabzon kullanılıyor… Trabzon, etkinliklerin garnitürü… Esas menü: Trabzon’un ait olmadığı bir ideolojik sergileme ve çıkar kaygısı…

Etkinlikler kapsamında yapılan paneller de rastgele üst üste yığılmış kaotik konu ve konuşmacılardan ibaret. Meselâ; “Osmanlıdan Cumhuriyete Trabzon” konusunda 4 konuşmacı var. Süre 45 dakika. Yâni her konuşmacı 10 dakikada Trabzon’un Osmanlı’dan Cumhuriyete serüvenini ‘kerametleriyle’ ortaya koyacaklar (!) Bir başka gün ise 1 konuşmacı var ve süre de 60 dakika. Bu ne garabettir anlaşılır değil! Bu hem konuya, hem konuşmacılara hem de Trabzon’a yapılan saygısızlık olsa gerek…

Anlaşılan birileri “alışverişte görsün” mantığıyla düzenlenmiş etkinlik parçaları…

Unutmadan fark ettiğimiz bir şeyi de söyleyelim: Etkinliklere her yıl aynı kişileri getirmek de adet olmuş. Trabzon’un kültürel çeşitliliğine yakışmayan bir kolaj. Ayrıca “Maçkalı”lara özel bir yer verildiğini de vurgulayalım…

Etkinliklerde neler mi yok?

Tek kelimeyle Trabzon yok! Tarihiyle, şehriyle, şahsiyetleriyle, kültür-sanat-edebiyat adamlarıyla Trabzon yok!

Defileler yapmaya gelince yapılır ama Trabzon’un saklı “kültür defineleri”ne yer yok!

Abartıyor muyuz? Veya herkesin gördüğü Trabzon’u biz mi göremiyoruz?

Peki, Ankara’da veya başka büyükşehirlerde yaşayan ve bu tür etkinliklere katılan Trabzon’lu çocukların zihinlerine düşen “iz” ne olacak? Yağ-peynir, hamsi kokuları, kolbastı ve bilûmum gürültü efektleri…

Destek veren yeni ve eski bakanlar, Siyasîler, Belediye başkanları hâmisi olmakla öğündükleri Trabzon Etkinliklerine verdikleri değeri gözdengeçirseler iyi ederler! Tabii Trabzon-Tarih-Şehir-Medeniyet diye bir dertleri varsa !

Etkinliklerde sadece “adı” bulunan Trabzon Büyükşehirlerde böyle sergilenmemeliydi, sergilenmemelidir!
(Günebakış, 29 Şubat 2012)




20 Şubat 2012 Pazartesi

İÇİNDE TRABZON OLMAYAN "TRABZON ETKİNLİKLERİ"... -Gastro ve titremeden ibaret günler-

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Kadîm medeniyet şehirlerine musallat ‘hastalık’lara son yıllarda bir yenisi daha eklendi. Şehir adına belli tarihlerde büyük metropollerde düzenlenen “etkinlikler”in muhtevasına baktığımızda “gastronomi”nin ötesine geçilemediğine şahit oluyoruz. Yâni boğaz ve yemek seviyesine indirgenmiş etkinlikler…

Trabzon için de geçerli bu. Büyük şehirlerde şehrin tanıtımı adına yapılan etkinlikler, büyük ölçüde yemek kokularının hakim olduğu, kolbastı denilen folklor virüsünün insanlara/meraklılara enjekte edildiği, insanların Trabzon adına boş yere meşgul edildiği günlerden ibaret…

Şehrin sanki “tanıtım”a ihtiyacı varmış gibi, sanal ve sahte bir “tanıtım furyası” estiriliyor. Eğer Trabzon bugüne kadar tanınmamışsa, içinde Trabzon olmayan üç-beş günlük gürültü ile mi tanıtılacak, tanınacak?

Şehrin Valisinden Belediye Başkanına, siyasilerinden diğer kuruluşlarına kadar hayalî bir kutsal “tanıtım” kelimesinin arkasına siperlenilerek Trabzon güya sahipleniliyor.

Tabii ortada işin “sahip”leri olmayınca, yâni şehrin tarihî derinliğinin bilincinde, şehre aidiyetini ‘çıkara tahvil etmemiş’ olanlar ortada görünmeyince iş “Trabzon İşportacıları”na, pazarlamacılarına kalıyor. Bunlar da pazarlanacak en geçerli meta olarak mideye ve ayaklara hitap eden ‘hedonist’ dürtülere zemin hazırlıyorlar.

Bugünkü şekliyle Trabzon Etkinliklerinin tam da karşılığı bu.

Pek şaşılacak bir durum olduğunu sanmıyorum, ama Büyükşehirlerdeki “Trabzon Etkinliklerinin” ana hamisi olan eski Bayındırlık Bakanından sonra şimdiki Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın da Trabzon adına “neyin tanıtıldığı”ndan, “neye hizmet edildiğinden” haberi olduğu kanaatinde değilim.

Herhalde etkinlikler öncesi Sayın Bakanın koordinasyonunda milletvekillerinin de katılımıyla toplantılar yapılıyor ve hangi firmadan ne kadar “katkı” alınacağı belirleniyordur. Tabii telefon edilen firmalar da muhtemel “beklentiler, getiriler ve riskler”i düşünerek katkı veriyordur.

Trabzon’un ruhu, muhtevası, tarihî derinliği, kendine ait folkloru, orijinal mutfağı, vs. atlanarak, kolaycı bir şekilde sun’i-yapay bir “Trabzon gürültüsü” çıkarılıyor, adına da “muhteşem Trabzon günleri” deniliyor.

Araya sokuşturulan birtakım panel vesaire de işin ‘zevahiri kurtarma’ tarafından kesitler…

Trabzon şehir kültürü, zevki, sanatı bu tür etkinliklere endeksleniyor, indirgeniyor. Etkinlik günleri bir yıl boyunca iple çekilir gibi bekleniyor. Ne yazık ki Trabzon kültürünün, zevkinin, estetiğinin, duyarlılığının futbola, mideye ve kolbastıya indirgendiği bu etkinlikler kutsanıyor, eleştirilmiyor…

Bizce Büyükşehirlerdeki “Kutsal Trabzon etkinlikleri” Trabzon’un aslî rengini değil renksizliğinin sergilenişidir.

Bu etkinliklere Valilik ve Belediyeler başta olmak üzere birçok kuruluş ve ticarî firma katılıyor. Firmaları anladık da Valilik ve Belediye bu etkinliklerde nasıl bir fonksiyon icra ediyor? Büyük bir stand’da kahkahalar, refleksten ibaret tebessümlerle ‘Trabzon tanıtılıyor’(!)

Merak etmeyin, sizin gastro ve kıvrak titremelerle güya tanıtmaya çalıştığınız Trabzon’u suyun “öte yakası”ndakiler çok daha iyi tanıyor, biliyor. Sizin anlayamayacağınız kadar anlayabiliyorlar. Bu konuda sadece “Trabzon” ismiyle yayınlanan kitaplara baktığımızda yabancıların şehirle ilgili eserleri bizim “yüzümüzü kızartacak” kadar fazla, kaliteli ve ilgi çekici.

Bu etkinliklere ne kadar para harcanıyor bilemiyorum. Ancak “müthiş” diyebileceğimiz bir meblağın buraya harcandığı belli.

Başta Çevre ve Şehircilik Bakanı, Trabzon Milletvekilleri, Valilik ve Belediye Başkanlığı, Odalar ve diğer resmî ve özel kuruluşlar, firmalar olmak üzere akıllarına hiç mi “KİTAPLIK ÇAPTA ESERLER” gelmiyor, bunlar görülmüyor?

Görülmüyor, çünkü görecek gözler başka yerlere endeksli. Görmesi gerekenlerin idraklerinden çok midelerinin hareket halinde olması “görüşü engelliyor”.

Büyükşehirlerdeki Trabzon etkinliklerinde en fazla ilgi çeken bölüm “yemek kokuları”nın geldiği koridor olunca insanın aklına Alman İmparatoru Bismark’ın “Devlet”e ilişkin bir sözü geliyor. Diyor ki Bismark: “Devletin bütün organları çürümüştür. Midesi müstesna!”. Bismark’ın bu sözünü etkinlikler vesilesiyle şehrimiz Trabzon’a uyarladığımızda “Trabzon’un midesi dışında bütün organlarının çürüme’ sürecine girdiğini hatırlatalım.

Bir radyasyon yağmuru gibi, giderek bütün şehirlere aynı hastalıkların bulaştırıldığı modern zamanlarda Trabzon, kendisini steril tutabilecek bünye ve muhtevaya sahipken, birilerinin şehir adına “mülkiyetçi” tasarruflarına seyirci kalmak, hatta onları alkışlamak Trabzon’un tarihî kimliğini, manâ ve muhtevasını görmezden gelmek, ondan uzaklaşmaktır.

Biz Trabzon’u ayağa mahkûm etmek (futbol ve kolbastı) ve mideden ibaret görmek isteyen ve ısrarla bu yönde koridor açmak isteyen, sağlıklı damarlara musallat varisleri besleyecek “Trabzon Etkinlikleri”nin içinde “Trabzon olmayan” etkinlikler olduğunu düşünüyoruz.

Eğer bu etkinlikler ciddi, düzeyli ve muhtevalı bir şekilde yurtdışında düzenleniyor olsaydı bunun bir anlamı vardı. Ama mevcut biçimiyle bu etkinlikleri düzenleyenlerin ve destek olanların ticarî, siyasî ve bürokratik kaygı ve beklentilerin ötesinde bir “şehir kaygısı” var mıdır?

Kitaplara sığmayan bir medeniyet şehri ne yazık ki büyük şehirlerin loş salonlarındaki standlara sığdırılıyor.

Bitirirken bir not ekleyelim: Etkinliklere destek veren Çevre ve Şehircilik Bakanı ile eski Bayındırlık ve İskân Bakanına atfederek söyleyelim ki; etkinlikler kapsamında “Trabzon yine denize kıçını dönenlerin eline geçti” ve “Müslüman bir ülkede başörtülü bir kadın olmak istemem." Sözlerinin sahibinin konser verecek olması da oldukça manidardır. Sözkonusu sahne sanatcısının bu iki sözünü hatırlatalım ki destek veren bakanlar, siyasiler, vs. ler kimlere destek olduklarını belki gözden geçirirler.

(Günebakış, 22 Şubat 2012)

14 Şubat 2012 Salı

TRABZON'UN NİÇİN "MİLLETVEKİLİ" YOK? -Ali Şükrü Bey ve Prof. Osman Turan'ı hatırlamak-

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Osmanlı Meclis-i Mebusanı ve Cumhuriyet dönemi’nde Trabzon’a bugüne kadar milletvekili seçilen veya milletvekili ‘nasbedilen’ ricale baktığımızda bir medeniyet şehrini bütünüyle temsil edebilecek, şehrin sembolü ve sözcüsü olabilecek “remz şahsiyet”te bir milletvekili görebilir miyiz?

Bu soru karşısında hatırımıza (birkaç istisna dışında öne çıkan) sadece iki isim geliyor. Şehid-i muazzez Ali Şükrü Bey ve Prof. Osman Turan. Biri Trabzon’un batısından (Vakfıkebir/Beşikdüzü) diğeri doğusundan (Çaykara) iki sembol şahsiyet…

Ali Şükrü Bey, askerî şahsiyetini, Osman Turan ise dünya çapında Selçuklu Tarihçisi-ilim adamı olma şahsiyetini siyasî basiret ve dirayete dönüştürmüş iki remz isimdir. Bugünün Trabzon milletvekillerinin de haklarında çok fazla bilgi sahibi olmadıklarını tahmin ettiğim bu iki şahsiyetin yüklendikleri misyonu anlayacak, bugüne taşıyacak bir Trabzon milletvekili var mıdır? Bu soru cevabını da içinde taşıyor.

Trabzon’un milletvekili niçin mi yok? Soruyu Üstad Necip Fazıl’ın bir konferansında kendisine sorulan “Devrimizde içtihad kapısı açık mıdır, kapalı mı?” sorusuna verdiği cevabı aynen buraya alarak cevaplandıralım.
Diyor ki Üstad: “ Cins atların atladığı, mesela 2 metre yüksekliğinde bir engel düşünün. O atlar geldi, geçti ve gitti. Nesillerse Arap atı yerine atlı karınca derecesinde küçüldü. Atlamak serbest, ama kim atlayabilecek?...”

Bugünün kompleks, girift siyasî şartlarında sadece Trabzon’u temsil etmenin yanı sıra, Ali Şükrü Bey ve Osman Turan gibi sırtında “medeniyet yükü taşıdığı”nın farkında, bu ağırlığın, bu vebalin idrakinde olmak nasıl bir sorumluluktur düşünün !!!


Bedeli şehadetle ödenmiş; asker, gazeteci ve siyasetçi kimliğiyle ‘doğru yaşanmış’ bir hayatın sahibi olan Ali Şükrü Bey ile başta Yassıada mahkemelerinde çektiği meşakkatler olmak üzere siyasî hayatı sonrası Üniversite’de hocalık kapılarının bile kendisine kapandığı büyük ilmî şahsiyet Prof. Osman Turan…

Her ikisinin de hem meslekî hem de siyasî dönemlerinde verdikleri mücadele aslında bir “medeniyet” mücadelesidir.

Fikir, muhteva, ahlâk, kararlılık, cesaret, dirayet, duruş…. Trabzon gibi bugün “futbol, hamsi partileri, yayla şenlikleri ve festival”lerden başka kendisini heyecanlandıracak hiçbir şeyi kalmamış bir medeniyet şehrini bir zamanlar böylesine şahsiyetler temsil ediyordu.

Peki Trabzon’u bugün kimler temsil ediyor? Sadece nitelik olarak belirtelim ki; bugün ilim, fikir, kültür, sanat, siyasî birikim ve derinlik, şehir bilinci, vs. olmayan veya bunlardan azâde kişilikler… Eski deyimle şehrimiz tam bir “kaht-ı rical”e mahkûm!

Bırakınız muhalif bir ses çıkarmayı, nefes almanın bile bedelinin neredeyse hayatla ödendiği Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Meclis’te yükselen tek muhalif ses olan Ali Şükrü Bey’i anlayabilmek ve O’nun Trabzon’la bütünleşmiş şahsiyetini örnek alabilmek bugünün siyasetçileri için en hafif tabiriyle oldukça “riskli”dir.

Şöyle bir not düşebiliriz: 89 yıl önce Milletvekili iken katledilen Ali Şükrü Bey’den ve Osman Turan’ın aktif siyaseti bırakışından 43 yıl sonra Trabzon’un çıkaracağı siyasî şahsiyetler için örnek “yol gösterici” simâların yerlerini bugün maalesef sadece unvanı “milletvekili” olanlar dolduruyor!

Ali Şükrü Bey’in nasıl bir “medeniyet tasavvuru”na sahip olduğunu anlamak için Türkiye’nin bugün almaya çabaladığı uluslararası inisiyatifle ilgili olarak 18 Temmuz 1920’de (92 yıl önce) Misak-ı Millî üzerine yaptığı Meclis konuşmasındaki sadece bir cümlesi bile, onun müthiş bir feraset ve sorumluluğunu göstermeye yeter:

“Biz, mazlum insanların hâlâ ümidiyiz, dün de, bugün de, yarın da… Biz, esâret altında inleyen bütün âlemin nasıl kurtarılabileceğini isbat edeceğiz. Onun için bizim sesimizi kısmak istiyorlar. Amma efendiler, göreceksiniz ki, biz onların sesini kısacağız…”

Ali Şükrü Bey Bahriye mecmuasındaki bir yazısında da “Yeryüzünde tarihi her cins vak’a itibariyle bizimki kadar zengin olan bir millet daha var mıdır, bilemiyorum. Fakat riyazî bir kat’iyet ile biliyorum ki, milel-i mevcûde içinde mâzisini bizim kadar unutmuş hiçbir millet yoktur.” diyor.

Bir milletvekilinde olması gereken basiret, feraset, dirayet, mes’uliyet ve adanmışlık işte budur! Bu idrak medeniyet idrakidir.

Ali Şükrü Bey’le ilgili bu iki anekdotla yetinerek, Prof. Osman Turan’ın her biri muhteşem eserlerinden olan medeniyet ve kültür dünyamızın zihniyet temellerine ilişkin önemli bir klasik niteliğindeki “Türk Cihan Hakimiyeti Tarihi”nde zihniyet temellerimize ilişkin ortaya koyduğu tesbit ve teşhisleri onun nasıl bir medeniyet idraki, siyasî basiret sahibi olduğunu anlamaya yeter.

Osman Turan tarihçi bir ilim adamı olarak siyasî tecrübelerinden çıkardığı sonuçlarla, “Büyük bir tarihi anlamak”tan ve “yeniden inşa etmek”ten bahseder ve “Bu millet tersine yürütülmüştür. Kaynaklarının, ideallerinin, karakterinin tersine… Fakat bunu fark ettiği ve gerçek hüviyetine çark ettiği gün (ki bugün başlamıştır) dünya üzerindeki şerefli yerini kısa bir zamanda yeniden alacaktır” der.

Yazımız, Ali Şükrü Bey ve Osman Turan’la ilgili analitik bir yazı olmadığı için Trabzon’un “bir zamanlar” nasıl Medeniyet savunucusu milletvekillerine sahip olduğuna işaret etmekle yetineceğiz. Osman Turan’ın Trabzon Milletvekili olduğu yıllarda Trabzon’da açılacak Türkiye’nin dördüncü Üniversitesi ile ilgili parti grubunda yapılan tartışma sırasında kendi şehri de olsa siyasî hesapları bir tarafa bırakıp yerinden kalkarak, “Hayır! Trabzon’a üniversite yapmayın. Türkiye’de altyapı hazırlanmadan, ilmî bir ortam meydana getirilmeden açılacak üniversite ilmin seviyesini düşürür!” gerekçesiyle itiraz ediyor.

Osman Turan’ın milletvekili olduğu dönemde, Türkiye’nin bugün yaşadığı terör sorunu başta olmak üzere birçok bölgesel sorununun ortaya çıkmasına engel olacak bir önerisi de kabul görmüyor. O yıllarda Balkanlardan kitleler halinde gelen büyük göç dalgası için Başbakan Adnan Menderes’e, “Beyefendi, gelin bu külfeti bir nimete çevirelim” der ve bu göçlerin Güneydoğu’ya, Doğu’ya, Harran Ovası’na yerleştirilmesini teklif eder. Böylece İstanbul’un, İzmir’in, Bursa’nın yükünün hafifleyeceğini söyler. Bunların yerleştirileceği bölgelerde hem nüfus hem de ziraat olarak çeşitlilik meydana geleceğini söyler. Ancak itibar ve kabul görmez. Tarihçiliğinin yanında feraset sahibi bir siyasetçi kimliğiyle de Trabzon’un bu önemli simasının tekliflerine, feryatlarına karşılık verilmez.

Trabzon’un niçin bir daha bu iki deha çapında milletvekili çıkaramadığı üzerinde belki bir zihin egzersizi yapabilir miyiz diye Ali Şükrü Bey ve Osman Turan’ı sözkonusu ettik.

Her iki mümtaz şahsiyetle ilgili önümüzde bilgi, belge ve onbinlerce sayfalık eserler duruyor. Sadece meslekleriyle sınırlı olmayıp, hayatlarını milletine adayan bu iki mihrak şahsiyeti tanımak için mevcut Trabzon milletvekilleri zahmet edip hemen yanı başlarındaki Meclis tutanaklarına bir göz atarlarsa, kendileri ile Ali Şükrü Bey ve Osman Turan arasındaki “mesafe”yi, uçurumu fark edip hissedeceklerdir.

“Varlık” boşlukta mekân işgal etmek, yer doldurmak değildir. Varlık; nitelik ve muhteva ile ontolojik ihtiyacın karşılığıdır. Bugünün genel ve yerel Trabzon siyaseti ne yazık ki bu ihtiyaca cevap verebilecek yetkinlikte, nitelikte değildir.

Trabzon, Meclis-i Mebusan’dan başlayarak “mümtaz şahsiyetleri” olan rahmetli Ali Şükrü Bey ve Osman Turan’ı anlayabildiği nispette siyasette ‘kendini idrak’ edebilecektir.

Temennimiz; Trabzon’lu Bakan eskileri ve yenileri ile vekillerinin kendilerini bu iki siyasî şahsiyetle bir mukayese edip testten geçirmeleri…

Ali Şükrü Bey’e ve Osman Turan’a rahmet, mağfiret…
(Günebakış, 15 Şubat 2012)







7 Şubat 2012 Salı

GELENEĞE İHANET VE ŞEHİRDE ZARARLI UFUKLAR AÇMAK...

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

20. yüzyılın büyük mimar ve şehircilerinden Le Corbusier, 1942 yılında “Mimarlık Öğrencileriyle Söyleşi”sinde “Bugünün Sözü” başlığı altında “İşgal yıllarıydı. Fransa’da çağdaş mimarlık, kötü düşünceler taşıdığı, karışıklığa neden olduğu gerekçesiyle suçlanıyordu: geleneğe ihanet etmişti, zararlı ufuklar açmıştı…” diyor. Söyleşinin başka bir yerinde de “Paradan, kendini beğenmişlikten kurtulan her düşünce, bir çıkış kapısı bulabilir, kendi yolunu çizebilirdi…” diyor.

Le Courbusier altı çizilmesi gereken bu önemli cümleleri bana tekrar “TOKİ Zihniyeti”ni hatırlattı. Ulusal bir gazetenin bir köşe yazarının “TOKİ’nin ufku var mı, ufku?” başlıklı eleştirel yazısına TOKİ uzun bir cevap gönderiyor. Gönderilen cevap ilgili yazarın köşesinde yorumsuz olarak yayınlanıyor. Hiçbir karşı yoruma ihtiyaç hissetmeyen TOKİ’nin cevabı, eski deyimle “şecaat arzederken sirkatin söyler” türünden bir açıklamaydı.

Israrla “TOKİ zihniyeti” diyorum. Çünkü kurulduğu günden bu yana, gelip geçen siyasî iktidarların rengi ne olursa olsun, alışkanlıkları ve zihniyeti “değişmeyen” TOKİ’nin son AKP iktidarındaki tek farklı tarafı; göğsünü gererek 500 bin konut ürettikleriyle öğünmesidir. Tabii ortaya “ne” konulduğundan ziyade “ne kadar” konulduğuna endekslenen mimarîsiz, estetiksiz, şehirsiz ve medeniyetsiz “TOKİ zihniyeti” taviz vermez bir biçimde varlığını sürdürüyor.
TOKİ’nin cevabî açıklaması asla bir “şehir ve medeniyet” idraki taşımadığının ilâmı niteliğindeydi. Bu açıklamadan bir paragraf alarak söylediklerimizi ‘müdellel’ hale getirelim: “İdaremiz, 58, 59, 60 ve 61. hükümetlerimizin acil eylem planı ve hükümet programlarında yer verilen hedefler çerçevesinde, gecekondu dönüşüm/kentsel yenileme projeleriyle, belediyelerle işbirliği içinde çağdaş şehirler üretilmesini ve şehirlerin günün değişen koşullarına daha iyi yanıt verebilecek duruma getirilmesini hedeflemektedir. Bunun yanı sıra kentlerimizdeki gecekondulaşmanın önlenmesi, mevcut gecekondu alanlarının dönüştürülmesi ve dar gelirlilerin kira öder gibi kısa sürede ev sahibi olmaları da amaçlanmaktadır…”
TOKİ’nin anlamadığı ve belki de hiçbir zaman anlayamayacağı gerçek şu: Şehir ve konut kültürümüzün “değişmez”leri ile “değişkenleri” asla TOKİ’nin mekanlarına yansımıyor. Böyle bir kaygısı yok. Bu kaygının olabilmesi için öncelikle dünya görüşü, medeniyet ve şehir idraki gerekli…

Brecht’in bir sözünü hatırlıyorum: “Banka kurmak, banka soymaktan daha ahlâklı değil” diyor. Kentsel dönüşüm adına şehirlerimizde yapılanları gördükçe, bu sözü konumuza uyarlayarak günümüzde artık “şehir inşa etmek, şehir istilâ etmekten, yıkmaktan daha ahlâklı değil” diyebilir miyiz?

Çok uzaklara gitmeye gerek yok. Gitsek de birbirinin kopyası, benzeri aynı “TOKİ tabutlukları”nı göreceğiz. İşin ilginç tarafı, şehrimizde de hızla yükselmeye başlayan bu tabutlukları satın alanlar da, içinde yaşayanların çoğu da halinden memnun. Çünkü insanınıza bir “yaşama kültürü” sunamamışsınız. Konut sahibi olmak asıl mesele oldu. Şehir kurmak, medeniyet inşa etmek değil. Tek amaç: Ev sahibi olmayanları ev sahibi yapmak. Ne pahasına ve nasıl olursa olursa olsun. Bu da tüketim toplumunun modern zamanlardaki alışkanlıklarını devam ettirmesinin yeni bir biçimi…

TOKİ’nin tarih, gelenek, dünya görüşü, şehir ve medeniyet gibi bir temel derdi, dersi ve endişesi yok. Belki de bunlar TOKİ için gereksiz fanteziler. Geleneği göremiyor, hatta (Le Courbisier’in dediği gibi) ona ihanet ediyor, zararlı ufuklar açıyor…

Meşhur sözdür: “Bugün kim olduğunuz dünkü tercihlerinizin sonucu; yarın kim olacağınız ise bugünkü kararlarınızın sonucu olacaktır..” Şehir geleneğimizin “dünkü” tercihlerinin doğruluğu yanında, geleceğimizin şehirleri için verilen “devletlû kararlar”ı gördükçe ve TOKİ eliyle icra edildikçe nasıl bir “kaos dünyası”nda yaşayacağımızı bugünden görebiliyoruz.

Tıpkı kimyasal bir fabrika gibi devlet aygıtı TOKİ de yarar üreteyim derken, zarar veriyor, zararlı maddeler (konutlar) üretiyor. Halbuki devlet vatandaşının sağlığını korumak, gelecek nesillerin temiz ve sıhhî mekânlarda yaşamalarını temin etmek zorunda. TOKİ zihniyetinin “niçin bu tür mekânlarda yaşamamak zorunda olduğumuz”a ilişkin bir vicdanî sorgulamaya girmesi mümkün görünmüyor.
Görünmeyince de eski usûl toplu talimlere devam…

Bu söylediklerimizi ayniyle gördüğümüz şehrimiz ne alemde dersiniz? Şehrimiz Trabzon da içinde olmak üzere hâlâ “eski tad”lardan çeşni edebileceğiniz bir şehirde yaşayabilme imkânlarına rağmen ısrarla ufkumuzu daraltan, hayatımızı kaosa çeviren tabutluklar inşa etmekteki ısrar nedir?
Bunca örnek, kılavuz ve mimarî stoğa rağmen geleneğin gücünü modern zaman malzemelerine taşıyamayan, onu yaşayan bir organizma haline getiremeyen, özetle “şehir inşa ediyorum” diyerek “şehir imha etme” hummasına tutulan TOKİ’nin uzun bir terapi ve rehabilitasyona ihtiyacı var.
TOKİ’nin yukarıda bahsettiğim açıklamasının bir yerinde bizce “ironik-mizahi” nitelik arzeden bir kesit var: “…İdaremiz mimari projelerle ilgili yapılan eleştirel tespitlere ilişkin olarak gerekli çalışmaları sürekli yapmakta, kendini sürekli yenilemekte ve bu çalışmalar sonucunda elde edilen projeler doğrultusunda ihaleleri gerçekleştirmektedir. Hal böyleyken; bir fotoğraftan yola çıkarak, genel bir değerlendirme yapmadan "TOKİ'yi ufuksuzlukla" itham etmek özveri ile görev yapan TOKİ çalışanları için büyük bir haksızlıktır.”
Anlaşılan o ki, hastalık tedavi kabul etmiyor. Çünkü hastalığın farkında değiller.
Le Courbusier ile başladık, gene onun “şehircilik”e ilişkin bir tespitiyle bitirelim: “…. Derinlemesine gelenekçi bir şehircilikti bu; doğaldır ki geleneğin, hep yeniliklerden oluşan kesintisiz bir zincir, bu nedenle de geleceğe yönelişin en güvenilir tanığı olduğunu kabul ederseniz. Gelenek geçmişe değil, geleceğe yönelen bir okla simgelenebilir ancak.. .. Demek ki bir kez daha şehircilik, çağların derinliğinden yükseliyor ve bir uygarlığı ‘dayalı döşeli’ bir düzene kavuşturma görevini üstleniyordu…”
Bu satırlar TOKİ ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’mızın dikkatlerine sunulur… Kendilerinden beklenen sadece dikkat, rikkat, idrak…
(Günebakış, 8 Şubat 2012)