Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Dünya, “mübdî ve sâni” olan yaratıcının eseri olarak insana emanet
edilmiş, tasarımlar âlemi niteliğiyle insana sunulmuş ve insanla anlam
kazanmıştır. Yaratıcının cemâl ismiyle dünyayı güzel yarattığı düşünüldüğünde;
insanın bireysel mükellefiyetleri içerisinde dünyayı imar, inşa ve ihya etmek
gibi temel bir görevi vardır. Bu görevini gerçekleştirmesi için de dünyayı
anlamlı kılan ‘öte dünya’ ve ‘hesap’ bilinciyle “ahiretin sorumluluğu”nu
taşıması gerekir.
Muhakkik mimar Turgut Cansever’in bu bağlamda yatağına oturttuğu,
doğru bir çerçeve çizdiği ve “dünyayı güzelleştirmek” olarak tanımladığı
göreviyle insanoğlu ilk insandan son insana kadar varlığını sürdürecek. Doğruyu,
iyiyi ve güzeli ararken yanlışı, kötüyü ve çirkini inşa etmek gibi bir yanılgı
da her an insanı bekliyor. Onun için “uyarıcı”lara olan ihtiyacı hiçbir zaman
gözden uzak tutmamak gerekiyor. Cansever bu anlamda, şehirlerimizin inşa ve
ihyası için önemli bir uyarıcıdır.
“Ahiretin
sorumluluğunu taşımak ve dünyayı güzelleştirmek üzerine” isimli
manifesto niteliğindeki konferansından iktibaslarla bu konuya devam edelim. Cumhuriyet
dönemi şehir ve mimarimizin “köklere bağlı” yegâne mimarı diyebileceğimiz
Cansever’i ilgililerin arayıp bulması gerekirken, önce müthiş bir tarihî inkâr
ve iptal hastalığı, sonra da müthiş bir gaflet ve vurdumduymazlıkla
şehirlerimizin “şahsiyetsiz” hale getirilmesi karşısında bugün O’na olan
ihtiyaç dahi idrak edilemiyor.
Tam da burada, sözkonusu konferansında Cansever temel bir ölçüye
vurgu yaparak şunları söylüyor: “ Hz.
Peygamber, ‘İnsanların en iyisi âlimin iyisi, insanların en kötüsü âlimin
kötüsüdür.’ buyuruyor. Bir şey daha buyuruyor, ‘Hükümdarın iyisi âlimin ayağına
giden, âlimin kötüsü hükümdarın ayağına gidendir.’ Şimdi bizim yöneticilerimiz
ne yapıyorlar? Yüz senedir, birilerine, "Gel" diyorlar. "Sana bu
kadar ekmek veriyoruz, :emrimdesin." diyorlar ve mimar,
mühendis, "Ona ekmek verenin, devletin emrinde" çalışıyor. Ona ekmek
verenin dediğini yapıyor, yani Hz. Peygamber’in tarifine göre, "hükümdarın
ayağına giden âlim" oluyor. Yani, "insanların en kötüsü" oluyor.
Eğer bugün şehirlerimizin sorunları varsa, bugün mimarimizin sorunları varsa,
"Ümmetimin zevali kötü âlimler ve kötü emirlerden olacaktır." diyor
Hz. Peygamber. Ama evvela kötü âlimler deniyor. Yani esas itibariyle
şehirlerimiz, bu kötü âlimlerden oluyor. Demek ki burada da biraz dünya
tecrübesinden de yararlanarak, dünyanın son 100 senelik tecrübesinden
yararlanarak, bu şehirlerimizi, bu konutlarımızı planlama, düzenleme işlerinin devlet tarafından
biçimlendirilmesi, şekillendirilmesine imkân olmadığını söyleyebiliriz. Yani
bir Peygamberin ağzından çıkan lafın yanlış olmasının ihtimali var mı efendim?
içimizde Peygamberin sözü yanlış olabilir diyen var mı? Olamaz değil mi?”
Âlim eğer bir işin hususî ilmine kemâliyle vâkıf biri ise O’nun
alanına ve konusuna yöneticilerin müdahale hakkı asla yoktur. Ancak aynı konuda
başka bir âlimin farklı yorumu, görüşü sözkonubu olabilir. Peki, bugün öyle mi? Genelleme yapmadan söyleyelim
ki; “alim geçinenler” yöneticilerin
kapılarına yüz sürerken, yöneticiler de “âlim geçinenler”i süründürüyor. Şehre
dair hiçbir bilgi, birikim, idrak ve anlayış sahibi olmayan siyasîler ve şehir
yöneticileri elinde katledilen ve katledilmeye devam edilen şehirlerimizin
içler acısı hali…
Cansever bu konuda da uyarılarını sürdürüyor: “ Doğruyu arayan insan, hiçbir eksik ardında
kalmadan, yalnız o meselenin doğrusuna yöneldiği zaman doğruyu bulma ihtimaline
sahiptir. En ufak, sağdan soldan gelen etkiler, onu o doğruyu bulmaktan
alıkoyabilir. Onun için tamamen bağımsız düşünce ortamlarına ihtiyaç var meselemizi
çözmek için.”
“Kentsel Dönüşüm” denilen yeni kent katliamlarına meşruiyet
kazandırma amaçlı operasyonların başlayacağı/başladığı bu günlerde, Başbakan’ın
“yeni şehirler kuracağız” söyleminin ne kadar gerçekçi ve gerçekleştirilebilir
olduğunu anlamak zor değil. Hele de İstanbul’a “eklemlenecek” bu ‘şehir
parçası’nın nasıl bir vebal ve sorumluluk gerektirdiğinin idrakinde midir
bilinmez. Biz böyle bir idrakin siyasîlerde olmadığını düşünüyoruz. Onlarda
olmayınca da “emirlerindeki” müteahhitler, yerel yöneticiler, mimarlar, şehir
plancılarında da olmayacağı bir vakıadır.
Cansever “Yeni şehirler
bulmamız lazım. Yeni şehirlerimizi nasıl kuracağız?” diye soruyor ve “Bugün biz, evvela, yukarıda seviyede, çok
büyük bilgiye sahip Türkiye coğrafyasında yeni şehirleri nerelere nasır
koyacağımızı çok bilgili bir tarzda ortaya koyacak, bir genç şehir plancılar
nesline muhtaç bulunuyoruz. En hızlı şekilde, bu kişileri yetiştirmek
mecburiyetindeyiz… Ama eğer bu işi, bu bilgiye dayanarak bu şehirleri halkın
katılımıyla, halkın katılımının nasıl olacağını da son derece ciddi bir şekilde
düşünerek ele almazsak, doğrusu sizler, çocuklarınız, benim torunlarım oldukça
bedbaht olacaktır.”
İşte “Ahiretin sorumluluğu”yla düşünmek böyle bir idrak istiyor.
Cansever bizim için hayatî önemde olan bir cümleyi HABITAT 4. Konut
Konferansında BM Genel Sekreterinin konuşmasından aktarıyor:” Türkiye’nin söyleyeceklerimizi en iyi
anlayacak ülke olduğunu tahmin ediyorum, çünkü söyleyeceklerimizi en yakın
tarihte kaybetmiş ülke, bu ülke!”
Yazık! BM Genel Sekreteri farkında da bizim siyasilerimiz, şehir
yöneticilerimiz, mimarlarımız, ve diğer ilgililerimiz bugün bile şehircilikte
neyi, neleri kaybettiğimizin idrakinde değiller !
Öyledir. Çünkü, ne kadar yüksek yerden düşerseniz tahribat ve
katliam da o kadar korkunç olur! Biz de, şehir ve mimaride öyle yüksek bir
seviyeden “düşürüldük” ki, hâlâ kalkamıyoruz, sendeleme duyularımızı bile
kaybetmişiz!
Konferansına devam ediyor Cansever: “Bütün evler güzel olmalıdır. Her ev dünyayı güzelleştirmelidir. En
fakir insanın evi de küçücük de olsa, konfor açısından yeterli olmasa da illâki
güzel olmalıdır. Çünkü en fakir insanın çocuğu da gözünü dünyaya açtığı zaman
bütün gençliği, çocukluğu boyunca o ev içerisinde, evin güzelliğini
yaşamalıdır. En fakir insanın çocuğunun da bu güzelliği yaşama hakkı vardır.
Osmanlı ahşap evleri boyasız da olsalar, çatıların düzeni, tavanların,
bacaların düzeni, pencere standartları güzeldir. Bu kadar mucizevi bir şeyi biz tahrip ettik.”
Nerede böyle bir şehir ve mimarî sorumluluk?
Tarihî bir uyarıyla bize sesleniyor Cansever: “ Tanzimattan itibaren içine düştüğümüz yanlışların mimariye
yansımaları yok edilmelidir. Zaten şehirlerimizi inşa ederken göreceğiz ki
bizim inşa ettiğimiz yeni şehirler, halk tarafından tercih edilecek. Yani bu
güzel ellerle, erdemle inşa edilmiş olurlarsa, halk tarafından tercih edilecek.
Bugün, 100 senedir inşa ettiğimiz şehirler büyük ölçüde terk edilecekler,
çökmeye mahkûm olacaklar ve yok olacaklardır. Ama bir vazifemiz var: Bu
şehirler aynı zamanda çok büyük bir tarihin çok müstesna değerlerini de
taşıyorlar. Dolayısiyle bize ait bir şehirleşme politikasıyla, evvela bu
şehirleri boşaltmak ve bunların nüfuslarını azaltmak, sağlıksız konut stokunu
tasfiye etmek ve bu şehirlerde beş asırlık kültürün ürettiği abidelerden, sanat
eserlerinden kalanları, ev vs. ne varsa, onları da büyük bir gayretle koruyarak
onları yeniden inşa etmemiz; bu koruduklarımızı, koruduklarımıza layık
çevrelerle tamamlamamız gerekiyor.“
Bu sözler/uyarılar inşallah muhataplarını bulur. 4 bölümlük
yazımızı gene Cansever’in konferansına katılanlara söylediği şu cümlelerle
tamamlayalım: “Çocuklarınıza karşı sevginiz, sorumluluğunuz, mutlaka ana
meseleniz olacaktır. Onlara, yani yarın sahip olacağınız çocuklarınıza karşı
sorumluluğunuz ahlaki bir sorumluluktur. Aynı zamanda tabii bir mecburiyettir.
Ama bu tabii mecburiyetle bu ahlâki sorumluluk, çocuklarımıza karşı değil,
bütün gelecek nesillere karşı sorumluluktur. Bütün gelecek nesillere karşı
sorumluluk hissettiğimiz zaman, kendimize insan
deme hakkına sahip olacağız. Bunu hissetmediğimiz zaman, kendimize insan
deme hakkımız yoktur. O zaman onlar için bu güzel şehirleri, bu güzel ülkeyi,
tekrardan inşa etmek birinci aslî vazifemizdir.”