Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Muhakkik
Mimar Turgut Cansever’in hayatı ve eserlerinin/külliyatının özeti mahiyetinde
olan ”Ahiretin sorumluluğunu taşımak ve
dünyayı güzelleştirmek üzerine” konulu konferansı, yaptıklarının farkında,
hayatının “niçin”inin bilincinde bir sanatkârın/insanın bu dünya ve ötesine
dair sorumluluklarını kemaliyle idrak etmiş olmasının tatminini taşıyor…
Yaşadığı
sürece insanın dünyadaki mükellefiyetleri devam ediyor. Ancak, Üstad Necip
Fazıl’ın söylediği gibi; “Kalmadı bu
dünyada benim işim ve kavgam; Eserimi verdimse, artık ölsem de ne gam!” Cansever
de bu mısraların muhatabı bir mimardır.
Cansever’in,
hayatını eserine vakfetmiş bir mimar sorumluluğuyla söyledikleri, yaptıkları, şehir
ve mimari davası-derdi olanlara vazgeçilmez bir kılavuz metin niteliğinde…
Cansever bütün eserlerinde olduğu gibi sözkonusu konferansında da şehir ve
mimarîyi öyle bir ontolojik derinlikte ele alıyor ki, insanın varoluş gayesiyle
bütünleştirerek idraklere sunuyor.
Dinlemeye/okumaya
devam ediyoruz:
“Canlılar
içerisinde geleceği en yüksek bir bilinç, bir sorumluluk ile idrak edebilecek
varlık insandır. Tabii şu var, mesela karıncalar, geleceği düşünebiliyorlar;
ama yalnız yuvalarını düzeltiyorlar. İşte kuşların, çeşitli canlıların bu tip
çabaları var; ama insan, bütün dünyayı biçimlendiriyor, dünyaya müdahale
ediyor. Dolayısıyla bu müdahalenin gerçekte, gelecek için de geçerli bir
müdahale olması, son derece ciddi bir sorumluluk haline geliyor. İnsanın
müdahalesi büyük bir müdahale olduğu için, dünyayı değiştirebilir bir müdahale
olduğu için, insan neredeyse Allah'ın yarattığı dünyayı tadil eden varlık
haline geliyor, onu güzel bir şekilde muhafaza ettiği ve güzelleştirdiği zaman,
Allah'ın dünyada halifesi oluyor. İnsan bir taraftan son derece yüce bir
varlıkken; geleceği, ahiri hesaba katmadığında, bugün yaptığı gibi -varlık
sürekli bir değişme içerisinde olduğuna göre- yarın için geçersiz hale geleceği
için, dünyayı çirkinleştiren bir varlık haline dönüşüyor. Velhasıl, geleceğin
ne olacağı meselesi, insanın asli sorusu oluyor. Ahireti çok uzakta, öldükten
sonra gelecek, karşı karşıya kalacağımız bir dönemin adı diye tarif ederek
değil; yaşadığımız andan itibaren yaşanacak ve tabii o dinî tanımlamanın en
yaygın olan anlaşılma şekli-bize sorumluluk yükleyen bir kavram olarak anlayıp
algılamalıyız diye düşünüyorum.”
Müthiş!
Öyle ki sadece “cins kafa”lara mahsus bir idrakle “Ben kimim? Neye memurum?
Neye mecburum? ” sorularına cevabını hayatı ve eseriyle hazırlamış bir
kavrayış…
Üstad
Necip Fazıl’ın şiirleştirdiği bir hikmette, bir büyük Velî’ye sorulan
soruya Velî’nin verdiği cevap,
Cansever’in şehir ve mimarîde yaptıklarını hatırlatıyor. Velî’ye soruyorlar: “
- İnsan nasıl olmalı?” Cevap veriyor: “-Son anda nasıl olacaksa hep öyle!”
Bu idraktir ki dünya ve ahiretin sorumluluğunu
insana ihtar ediyor.
Hayatının
her karesinde “ahiretin sorumluluğu”nu hissetmek, bu şuuru kaybetmemek… İşte bu
kavrayıştır ki dünyanın hakkını kemaliyle verme yâni, insan olarak
sorumluluklarının idrakinde ve bunları yerine getirme çabasına uhrevî bir zevk,
heyecan katar. Rahmetli Cansever’in şehir ve mimari idraki de bu muhtevada
ontolojik bir derinliğe sahip.
Sanatkârlar
içinde “insan ve varlık idraki”nin şuurunda olması gerekenler belki de en başta
mimarlar olmalı. Çünkü sürekli “eser” üzerinde işliyorlar, derinleşiyorlar…
İslâmi ontoloji’de varlığı kavramanın “eserden müessire” ve “müessirden
esere” olarak iki yönü olduğunu bilenler, Cansever’in söylediklerini ve
eserlerini anlamanın cümle kapısına yanaşabilirler… Gerisi ancak sürüngenlere
mahsus bir anlayış olabilir…
Şehir
ve Mimarî’de Osmanlı döneminin Mimar Sinan’ı ne ise Cumhuriyet döneminin mimarı Turgut Cansever de
odur ! Bu noktada rahatlıkla şöyle söyleyebiliriz: Sinan anlaşılabilirse
Cansever anlaşılabilir; Cansever anlaşılabilirse Sinan da anlaşılabilir!
Peki,
böyle olmasına rağmen Cansever niçin okunmaz, okunsa da anlaşılmaz? Temel soru
bu.
Cansever
“bunun üzerinde neden duruyorum?”
diye soruyor ve ahiret bilincinin aynı zamanda bir ahlâki sorumluluk bilincinin
temelini teşkil ettiğini vurgulayarak devam ediyor: “Ahiretin, aslında insanlarda bir sorumluluk duygusu, bir düşünce, bir
idrak oluşturduğunu bilmemiz gerekiyor. 1950'lerde,
"İstanbul nüfusunun; ülke nüfusunun artışı şöyle olacak, onun için şu gibi
tedbirler alalım, almamız lazım."dediğimizde karşılık olarak,"Boş ver
onları, bugün biz rahat yaşayalım, gerisi ne olursa olsun." deniyor;
doğrusu insanlığa karşı kendini sorumlu hissedeceği yerde, o günü rahatça
geçirmek isteyen, o günü yalnız kendi için düşünen, istismarcı, gayri ahlaki
bir tavır ortaya çıkıyor. Ahiret bilinci, bu nedenle, bir ahlaki sorumluluk
bilincinin, idrakinin temelini teşkil ediyor.”
“Ahiret bilinci”nin sadece bugünümüzü ve
bugünkü nesilleri değil, geleceğe ve torunlarımıza dair sorumluluklarımızı da
ihtar ettiğine dair de şu vurguları yapıyor Cansever: “İslamiyet'in,
diğer semavi dinlerin de, cennet - cehennem tasavvurları da kaçınılmaz bir
şekilde gelecekte yapılan iyi işlerin değerlendirilmesi, kötülüklerin
cezalandırılması gerçekte hayatta oluşacak bir gerçeğin, son derece doğru
sembollerle anlatımı oluyor Bu ahiret, eğer önemli bir mesele ise; misal
"Bu akşam çocuklara, eve ekmek, peynir ne götüreceğim?" sorusu, nasıl
içinde yaşadığımız an için bir mükellefiyet ise; ahret çok uzun bir vadeye
uzandığına göre, en yakın günden başlayıp en uzağa kadar, insanlara,
çocuklarımıza torunlarımıza, onların torunlarına neler yapmamız, nasıl bir
gelecek hazırlamamız lazım geldiğini düşünme mükellefiyetini bize yüklüyor.”
Bakın
şehrinize! Bu idrake sahip şehir yöneticisi, şehir plancısı ve mimar
görebiliyor musunuz?
Öncelikle
devletin “şehir ve konut aygıtı TOKİ”nin görmesi gerekiyor/du. Ancak “insanlara
mahsus” konut üretmek yerine “propaganda aygıtı”na dönüşen TOKİ’nin böyle bir
derdi, idraki yok. İnsanları “tabutluklar”a mahkûm eden, tarihî şehir ve mimarî
mirasından bîhaber veya bu mirastan nasipsiz TOKİ anlayışının bir de öğünerek “şu
kadar şehir kurduk, bu kadar konut yaptık” diyerek böbürlenmesi karşısında
insan ne yapacağını şaşırıyor. Tarihî köklerinden nasıl beslenmesi gerektiğine,
günümüzün şehir ve mimarî tasarımının nasıl olması gerektiğine, bütün bunları
niçin “yapmak zorunda olduğuna dair” feryâd eden, yaşarken de öldükten sonra da
(kıymetini bilmesi gerekenlerin) karşımızda bir transatlantik gibi duran fakat
görülmeyen/hissedilmeyen Cansever’i anlayacak idrake ulaşana kadar
şehirlerimize veda edeceğiz, paydos diyeceğiz.
İdrak
isteyen seviye ve muhtevayı idrak nasipsizliğiyle göremeyen, anlayamayan zihne karşı
nasıl tahammül edeceğiz? Tahammülü de aşmış bir azap içinde kıvranacak mıyız?
Cansever’in
konferansından aktarmalar yapmaya devam edeceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder