Zaman Gazetesi
yazarlarının anlamsız bir seferberliği üzerine…
BİR “ZAMANE MÜPTEZELİ”NİN
NECİP FAZIL VE İSLAMCILIKLA İLGİLİ İFRAZATLARI…
Yahya
Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Tanzimat’tan
bu tarafa bir türlü kurtulamadığımız tartışmalardan birisi “İslamcılık”. Hâlâ
da sınırları bütünüyle belirlenmiş bir düşünce ve tartışma alanı değil. Belki
de Osmanlı sonrası “masum” bir arayışın müntesiplerini bugün kendi zihnî
çelişkilerinin malzemesi yapmak, onlara yapılacak en büyük hakaret olsa gerek.
Dünyanın
ve ülkemizin anlık değişen gündeminde, kendilerini pazarlamak için mevzu
arayanların her zaman sığınacakları bir pazar yeri haline getiriliyor
İslâmcılık.. Kelimenin etimolojisinin önemi yok. Önemli olan çağrışımları ve
delâletleri…
Son
günlerde de gündemde “prestijli bir yer edinme” endişesiyle olsa gerek
kendisine konum arayanların birbirleriyle paslaştıkları, bazen de birbirlerini
iğneledikleri bir mevzu haline geldi İslamcılık…
Siyasî
bir kavram ve zorlama bir akım haline getirilmesi için suyun her iki yakasının
da uğraştığı tarihsel İslâmcılıkla ilgili, şu anda “Cemaat karasuları”nda yüzen
ve hangi limana yanaşacağı müphem bir
“zamane düşkünü”nün geçtiğimiz günlerde “İSLAMCILAR NEDEN GERİ KALDI?” başlıklı
yazısı bu yapay İslamcılık tartışmasında İFRAZATLARI DÖKME imkânı sağladı.
Öyle
bir ifrazat ki bugüne kadar “suyun öte yakası”ndakilerin bile yeltenemediği
türden…
Aslında
bugünkü İslamcılık tartışmalarının hiçbir ciddi, muhtevalı ve tutarlı bir
temeli yok. Bütün çabaları siyasî iktidarın her alanda hakim olmaya başlayan
rengine sığınıp, malûmatfuruşluklarla okuyucularını meşgul etmek.
Sözkonusu
“zamane düşkünü”nün geçtiğimiz genel seçimler öncesinde cemaat karasularından
Ak Parti karasularına açılma teşebbüsünü biliyoruz. İşe ülkücülükle başlayıp,
sonra “ben hiçbir zaman ülkücü (veya MHP’li) olmadım” diyen sonra kendine
münbit ve velûd bir ‘varoluş alanı’ arayan, hayatı SERVİSÇİLİK’le geçmiş ve
‘geçici’ olarak yeni bir servis durağı bulan birisinin İFRAZATLARInı ciddiye
almak gerekir mi? Şüphesiz gerekmez. Ancak, bu “zamane düşkünü” işi o kadar
ileriye götürüyor ki, bilinçaltı saplantılarını ifrazata dönüştürüp işe Üstad
Necip Fazıl’ı, Sezai Karakoç’u alet etmeye yelteniyor.
İslamcılık
konusunda “uzun ve kısa paslar”la oyun kurduğu Ali Bulaç, bu konuda ondan daha
mahir ve o işi ustaca götürüyor (!)
Bu
zamane müptezeli şu anda kendisine verilen “sığınma odası”na olan borcunu ödeme
gayretiyle olsa gerek ifrazatlarını şöyle döküyor:
“1960'lı, 70'li hatta
80'li yılların İslâmcı metinlerini açıp okuyun. Müelliflerinin bile o metinleri
yüzleri kızarmadan okuyabileceğini sanmıyorum. En ilerileri Necip Fazıl'ın,
Sezai Karakoç'un kaleminden çıkanlar. Yüksek belagatin, edebî ilhamların
dışında bugüne hitap eden bir düşünce bulup çıkartabilir misiniz? Hakkını
verelim. O zaman çok işe yaradılar. Pusulasını kaybetmiş, bir şeyler arayan
nesli "Diriliş Nesli"ne dönüştürdüler, Anadolu bozkırlarına
sıkışanları "Büyük Doğu"ya taşıdılar. Peki ya bugün? O kadar emeğin,
o kadar çabanın, o kadar halisane gayretin bakiyesi ne? "Müsbet
hareket" düsturu ile keskin ideolojik tartışmaların ve kutuplaşmaların
dışında kalan Risale-i Nur Geleneği dışında bir canlılık belirtisi kaldı mı?”
Hiç kimsenin İslam adına bırakın ortaya çıkmayı, kuytularda bile görünmeye
cesaret edemediği 1940’lı yıllarda İslâmî muhteva, birikim ve geleneği önemli
bir tarihsel kırılma döneminde asliyyetiyle-orijinalitesiyle sonraki nesillere
“ciğerinden kalemine kan çekerek bir bütün halinde aktaran Üstad için
“müelliflerinin bile o metinleri yüzleri kızarmadan okuyabileceğini
sanmıyorum.” diyen bu “zamane kâhini”nin yazıp-söylediklerinin finalinde iyi
bir RANT KAPMA arayışında olduğu hükmüne varmak hiç de zor değil. Cümlesinin sonundaki
“Risale-i Nur geleneği dışında bir
canlılık belirtisi kaldı mı?” tesbiti sığınma odasının sahiplerine bir göz
kırpmadan öteye bir anlam taşımıyor.
Yoksa kendi yazdığı siyaset bilimi kitaplarında bile düşüncelerini
nakzeden bir ton bilgi var.
“Canlılık belirtisi” ile muhtevayı değil de “sayı”yı, siyasi, bürokratik
kadroları, ticarî kuruluşları, özel eğitim kuruluşlarının kemmiyetini kasteden
bu kafanın nasıl “ilim adamı” olduğuna şaşmamak gerek!
Cumhuriyet dönemi İslâmi gelişim sürecinde Risale-i Nur ile Büyük Doğu’nun mukayesesi gibi abesle
iştigali kendisine konu ve misyon edinen bu müptezel bakış açısının, “sinir
kumkuması” şeklinde her gün televizyon ekranları ve bulunduğu gazetedeki
ifrazatlarında nereye varmak isteği de müphem ve meçhul.
Üstad’ın önemli bir tesbitini bu tip yeni yetme ayrık otlarına hatırlatmak
tam da yeridir. Diyor ki: “Bir tesirim
varsa eğer ya coşturuyor ya da kusturuyor!” Bu zamane müptezeli de kusanlar
türünden.
Sözkonusu yazısı “sipariş”le midir bilinmez.
İfrazatlarında “Yüksek belagatin,
edebî ilhamların dışında bugüne hitap eden bir düşünce bulup çıkartabilir
misiniz?” diyen bu kafa Büyük Doğu ve Diriliş’ten belagat ve edebiyat
dışında bir şey çıkaramamışsa ne
diyelim? Kaldı ki muhtevadan böyle bir hisse çıkarmak muhtevayı okumak, tanımak
ve anlamakla olur. Herkes istidadınca pay sahibi olur.
Üstad’ın bütün eserleri içerisinde sadece “İdeolocya Örgüsü”nü bile okuyup
anlayabilse yazdığı yazıdan UTANMASI ve NÂDİM olması gerekir. Mısır’lı Edebiyat
Profesörü Muhammed Harb kadar Necip Fazıl’ı ve özellikle de İdeolocya Örgüsü’nü
anlayamayan bu kafadan yukarıdaki satırlardan başka bir şey beklenmez. Muhammed
Harb Arapçaya çevirdiği Üstad’ın “Bir Adam Yaratmak” isimli kitabının önsözünde
bu anlamda şunu söylüyor: “ Necip Fazıl’ın “İdeolocya Örgüsü” isimli bir
kitabı var. Bu kitap eserleri içinde en önemlisidir. “İdeolocya Örgüsü” Doğu
aleminin uyanışını sağlayacak fikirleri ihtiva eden bir eser olup, şimdiye
kadar benzeri yazılmamıştır. “
Kendisi Türkiye’de bir sosyolog olmasına rağmen, Mısırlı bir ilim adamı
kadar Necip Fazıl’ı okumamış, anlamamış ama kendince mukayese ve hüküm
vermekten de en küçük bir edeb hissi taşımayan bu kafanın toplumsal
tahlillerini bir düşünün!
Yazımızın amacı sözkonusu kalem sahibine Üstad’ın kitaplarından cevaplar
sıralamak değil elbette. Ancak, ele geçirdiği köşesinde, farkında olmadan
kendisinin bile beslenme kaynaklarına karşı husumet ve ifrazatlarını dökmesine
aynı “terbiye üslûbu”yla birkaç cümle serdetmekdir.
Şuuraltında “şahsiyet kompleksi” olan yazar-fikir adamı, aydın, vs.ler için
Tanzimat’tan beri İslâmcılık her fırsatta “geri kalmışlığımızın, fikri
donmuşluğumuzun, siyasî basiretsizliğimizin sebebi olarak gösterilmiştir. Hangi
İslâmcılık? 1900’lerin başındaki “arayış”larda İslâmî referanslara sarılan,
bunları doğru veya yanlış yorumlayan, ya da parçalı bir zihin yapısıyla özgün
tarihî muhtevadan yaşanılan zamana “tezatsız bir fikir örgüsü” sunamayanlar…
Bu sahib-i kalemin İslâmcılık’la ilgili yazdıklarının bilinçaltındaki “şahsiyet kompleksi”nden
kaynaklandığını söylemek yanlış mıdır?
Nasipsizlik böyle bir şey işte. Yanınızdan akıp giden ırmaktan bir damla su
bile içemeden susuzluktan kavrulursunuz ve ırmağa öfkelenirsiniz.
Bütün rantını son yılların “Ergenekon” tartışmaları, siyasî iktidarın
artıkçılığı ve kendisine açılan “cemaat kapısı”na borçlu olan bu düşkün yazarın
ne İslâmcılık ve Büyük Doğu, ne Diriliş ne de Risale-i Nur’la ilgili
söylediklerine itibar etmek mümkün değil. İtibar edenlerin öncelikle
kendilerine “steril” bir okuma filtresi edinmelerini tavsiye ediyoruz.
Acaba, bu yazarın Büyük Doğu ve Diriliş’e bu derece öfkesi iktidar
partisine milletvekilliği için müracaat edip “nasbedilmemesi” olmasın! Çünkü,
zaman zaman Üstad’a ve Sezai Karakoç’a atıflar yapan, o kaynaklardan
beslendikleri ortada olan Başbakan ve
bir kısım siyasî kadrosu arasına girememek, önemli bir tepki sebebi olsa
gerektir!
Sorduğu soruyu tekrarlayalım: “O
kadar emeğin, o kadar çabanın, o kadar halisane gayretin bakiyesi ne?” Ve cevap verelim: Anlaşılan o ki, tarihî fikir
adamlarımızın verdikleri “büyük ve meşakkatli mücadele”nin, o kadar emeğin, o
kadar çabanın, o kadar halisane gayretin bakiyesi: Halen ortada bulunan yüz eseri aşmış “büyük
kütüphane” ve ve ve (istisna da olsa) sonunda böylesi akıl ve izandan yana
“cenin-i sakıt”ların ortaya çıkmasıdır.
Söz var o sözün çıktığı kafayı sarhoş eder. Söz var, o sözce ağırlık, vakar
ve ciddiyet taşıyan kafalardan çıkar.
Bu ve bunun gibi yazarlara Tanzimat’tan beridir hiç yabancı değiliz,
ağzından çıkanın esiri olmuş, kendi sözünün sarhoşu, tutkunu, sonunda da
düşkünü haline gelmiş. Kendinden geçmiş, sekir halinde ortalığı yıkıyor, masada
ne varsa küstahça deviriyor. Bu mudur, bizim aydın diye sütunlardan ortalığa
saldığımız, bu mu olmalıydı?
Hem Büyük Doğu’ya, hem Diriliş’e “bühtan”ı da aşmış bu satırların yazarına
zihnindeki düşünce virüslerinden arınma temennisiyle ancak ve ancak “şifa”
diliyoruz.
NOT : Bugünlerde Zaman Gazetesi’nin Mümtazer Türköne ve Ali Ünal başta
olmak üzere Üstad Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’a karşı “grup psikozu”yla
başlattıkları kampanya oldukça anlamlıdır. Türköne’yle birlikte Zaman Gazetesi
yazarı Ali Ünal da yazısında “Bugün, Cumhuriyet Türkiye'sinin en büyük Müslüman entelektüellerinden olan
merhum Necip Fazıl ve Sezai Karakoç'un bile arkasında onları nihayete kadar
takip edebilecek kaç kişi bulunduğu sorusuna verilecek bir cevap, entelektüelin
tesirini görmeye yeter.” Derken o da bilinçaltındaki ifrazatlarını ortaya dökmektedir.
Ali Ünal’ın bu
cümleleri de gerek itikadi gerekse de kültürel olarak tutarsız fikrî çizgisinin
gereği olsa gerek. Bu konuda 1980’lerin başında yazdığı kitapları okumak
yeterlidir.
Gerek Mümtazer
Türköne gerekse Ali Ünal’ın Üstad Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’la ilgili
hakaretamiz yazılarının, bulundukları “cemaat” kaynaklı iktidarla bir
hesaplaşmanın bir yönü müdür acaba?
Hiçbir zaman doğru
ve kırılmamış bir fikrî ve siyasî çizgi tutturamamış olan bu tiplerin bugün
bulundukları limanda da kalıcı oldukları söylenebilir mi?