Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
12. yüzyıl şairlerinden
Genceli Nizamî İskendername isimli eserinde Büyük İskender’in Doğu seferinde
bir şehre uğradığını ve o şehrin İskender’e olağanüstü ilginç geldiğini
anlatırken, kentin sahip olduğu değer ve ahlâktan kesitler verir. Farabi’nin
“Medinet-ül Fâzıla”sı gibi bir “ideal şehir” tasavvuru olan İskendername’de,
İskender Kuzey seferinden dönerken daha önce hiç kimsenin bilmediği, görmediği
çok güzel bir şehre rastlar. Her tarafı yemyeşil verimli arazilerle dolu,
akarsuları bol, meyve ve bahçeleri muhteşem, sayılamayacak kadar koyun, inek ve
atlarla dolu bu şehrin ilginç bir özelliği vardır: Bahçelerinin etrafında
herhangi duvar veya çit bulunmaz, bekçisi yoktur, sürülerin başında çoban da
yoktur.
İskender’in ordusunda bir
asker ağacın birinden meyve koparırken yere düşer ve felç olur. Bir koyunu
yakalamaya çalışan diğer bir asker sıtmaya tutulur. Bunun üzerine İskender
hiçbir şeye dokunulmamasını emreder. Bazı bilge kişileri yanına alan İskender
uzaktan görünen şehre doğru ilerler. Fakat daha da ilginci, zamanın bütün
şehirleri surlarla çevrili ve kapıları varken bu şehrin ne surları ne de kapıları
vardır. İskender şehirden içeri girer, daha da şaşırır çünkü türlü türlü
nimetlerle dolu olan dükkanlar-işyerleri de kilitsizdir, kapıları açıktır.
Şehir halkı İskender’i sevgi
ile karşılar ve onu bir saraya getirirler, sofra kurarak hizmet ederler.
Yemekten sonra İskender bu şehirde gördüklerinin sebebini sorar. Şehrin
yaşlıları ona “Bizler kadîm zamanlardan
beri burayı yurt edinmiş bir halkız. En önem verdiğimiz değer; doğruluktur.”
derler. Şehir halkının huzur içinde oluşu da doğruluklarından kaynaklanmaktadır.
Yaşlı bilgeler “Biz kesinlikle yalan
söylemez, hiçbir şeyi sorgulamayız. Allah’tan gelen her şeye şükrederiz. Zor
durumdakilere yardım eder, zarara uğrayanların zararını karşılarız.” derler.
Mülkiyet ihtiraslarının
olmadığı şehirde toplumsal statü savaşları da yoktur. Nizamî’nin bu “ideal
kent”inde müthiş bir huzur, güven ve emniyet ortamı mevcuttur. Nizamî bu şehrin
“ilâhi bir güçle korunduğu”nu ifade
eder. Eğer bir yabancı şehrin ‘değer’lerine saldırırsa kalbine bir ok saplanır
ve anında ölür. “Vahşi hayvanlar bile
sürülerimize bir zarar veremezler” der. “Bizler tohumu tarlaya eker ve bir daha
hasat zamanı uğrarız. Bütün işlerimizde Allah’a tevekkül ettiğimiz için
tarlalarımız da bire yediyüz mahsül verirler.”
Bu ideal kentte önemli bir
ilginçlik daha vardır. O da paranın hiçbir değer taşımayışıdır. “Altının, gümüşün bizim için hiçbir değeri
yok. Onun için cimriliğin ne olduğunu bilmez, birisinden zorla hiçbir şey
almayız.” der.
Nizamî, bu ideal kentte
halkın tabiatla barışık yaşadığına da dikkat çekerek, “Gereksiz yere avlanmayız, ihtiyacımız olduğunda av hayvanları
kendileri gelir ve biz de gerektiği kadar avlarız” der.
Gene Nizamî’nin bu ideal
kentinde insanlar başlarına gelen musibetlere karşı rıza içindedir ve “kaza ve
kader”e inanmışlardır, onun için de bunları lütuf sayarlar.
“Şehrimizde ancak yaşlılar ölür ve biz onlar için yas
tutmayız. Çünkü bunun bir işe yaramadığını biliriz. Birisinin yüzüne karşı
söylenmeyecek şeyi onun arkasından söylemez,hiç kimsenin işine karışmayız” diyerek ilâhi kadere inançlarını dile getirir.
“Aramızda yaşayacak kişi de bizim gibi doğru, temiz ve
kanaatkâr olmalıdır” diyen Nizamî, bu
değerlerin kentliler için vazgeçilmez nitelikte olduğunu belirtir.
Nizamî’nin “İdeal kent”inde gördükleri
ve duydukları İskender’i öylesine şaşırtır ki artık dünyayı dolaşmaktan vazgeçer. İskender
o zamana kadar böyle bir şehir ve şehir halkını ne işitmiş ne de kitaplarda okumuştur.
Hayatı boyunca aradığı şeyin böyle bir şehir, halk ve değerler olduğunu anlar
ve şehir halkına hazineler bağışlayarak kendi vatanına doğru tekrar yola çıkar.
Nizamî, 9 yüzyıl önce yazdığı
eserde “değer”le “ahlâk”ın bütünleştiği bir ideal kent tasarımı ortaya
koymaktadır.
Nizamî’nin bu “ideal kent”i,
genel ve geniş anlamda iki dünya görüşünün yâni doğu ve batının temel ayrışma
çizgilerini, değerlerini de ortaya koyuyor. Şehir ve ahlâk, şehir ve değer,
şehir ve geçicilik gibi varoluşa ilişkin konu ve sorulara da ışık tutuyor.
Böyle bir şehir gerçekten var
mı, demeyin. Çünkü; olması gereken her şey öncelikle “tasavvur”a muhtaçtır.
Gerek batı gerekse doğu
edebiyatında “ideal kent” veya “kent ütopyaları”nın çok fazla olmadığı göz
önüne alındığında Nizamî’nin İskendername’sinin önemi anlaşılır. Türkçeye hâlâ
çevrilmemiş olan bu güzel eserin, tarihi “şehir ütopyaları”mız arasında önemli
bir “klasik” olarak yer alacağını düşünüyoruz. Gerçi bu konuda bir ilk olan
Farabi’nin “Medinetül Fazıla”sı bile gerekli ilgiyi görmedi ki Nizamî’nin
“İskendername”si mi görecek?
Hayalinizde bir şehir
ütopyanız varsa yâni “yaşanmaya değer” bir şehir tasarımınız varsa, bunu reel
kılmak için çabalarsınız. Ütopya hiçbir zaman “gerçekleştirilmesi mümkün
olmayan”, sadece hayale konu olan değildir. Hayalden hakikate akan bir
‘tasavvur’dur.
Bugünkü şehir
yöneticilerimizde olmayan da budur. Yâni, ‘ideal şehir tasavvuru’nun olmadığı
şehir yöneticilerinin mebzûl miktarda şehirlerimize musallat olduğu, birbiriyle
yarıştığı bir ülkede şehirlerimizin haline acımaktan başka yol bulamıyoruz.
Evet… Bizim şehrimiz
yapıların toplamından ibaret değildir. Değişik mekânların bir coğrafyada
düzenli veya düzensiz sergilenişi şehri meydana getirmiyor. Yâni, yaşayanların
“yaşanmaya değer” şehirde (İdeal kent’te) “değer ve ahlâk”la varoluşlarıdır
esas olan.
Medeniyet ve şehir idraki,
öncelikle şehre dair hayalle başlar. Şehre dair hayali olmayanın şehre dair
hakikati de olamaz!
Not: Konu ile ilgilenenlere
İdeal Kent Dergisi’nin ‘Kent Ütopyaları’ konulu 5. sayısını tavsiye ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder