Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Yaşadığınız şehirle konuşamıyor ve kalbî bir bağ
kuramıyorsanız bunun tek bir sebebi vardır: Siz şehrin dilini şehir de sizin
dilinizi anlamıyor. Oysaki; her şehir, yerli veya yabancı herkese aynı dille
konuşur. Ve herkes şehrin ne söylediğini ve söylemek istediğini anlar.
Özellikle kadîm şehirler böylesine mesaj yüklü, kendisine her sorulan soruya
cevap verebilen bir dile sahipti. Şimdi artık hunu ve zamanı kaybolmuş, sadece
boş mekânlarından kalan parçaları barındıran tarihî şehirlerimizde, o tarihî
parçalar, derîn bir dil tutulmuşluğuyla ancak kendisiyle konuşmak isteyenlerle
konuşabiliyor.
İnsanlar gibi şehirler de dilleriyle konuşur. Her canlı organizmanın bir dili var. Şehir de canlı bir organizma olduğuna göre onun orijinal bir dili, dil muhtevasına bağlı da üslubu vardır. Şehrin üslubunu onun mekânları oluşturur. Her şehrin ayrı ve özel bir dili, her mekânın da şehrin “üst dil”ini yansıtan ayrı ve kendine mahsus bir üslûbu vardı/r.
Modern zaman şehirleri, hız ve gürültü
sarhoşluğuyla yaşadığı ve insanlara yaşattığı kaosta yeni bir dil oluşturamadı,
sahip olduğu dilini de kaybetti. Şehir artık kendisini anlatamıyor, sorulan sorulara
cevap veremiyor. Çünkü kendisine mahsus bir şehir ve mekân muhtevası kalmadı.
Şehirlerimiz (şehir denirse tabii) o kadar tekdüze ve birbirinin kopyası hale
geldi ki, artık dil, renk, ses, ton ve coğrafyası farkı neredeyse kalmadı.
Kelimelerin peş peşe sıralanmasıyla şehir dili
oluşmuyor. Muhteva yok. Muhteva kalmayınca şehrin dili olsa bile neyi
anlatacak? Size ne söyleyecek? Hiçbir şey.
Şehir sizi kendisine çağıramıyor, çekemiyor, artık
yalnızlığı yaşamaya mahkûm. A. Malraux, Atina’dan bahsederken “bu şehirde sadece kararsızlık buldum” diyor.
Bizim şehirlerimizin bugün içinde bulunduğu büyük kaos, yaşadığı en büyük
musibet ise “dilsiz”liktir. Şehir bu seviyeye düşürülmüş. Kendi orijinal dilini
konuşmak istese de “dil havzası” o kadar yaralanmış, o kadar tahrip edilmiş ki
artık kendi dilini de konuşamıyor.
Yaşadığımız şehre bakalım. Göreceklerimizin tek
bir dili var. Gürültü, eğlence, hız, yemek ve alışveriş cinnetine tutulmuşluğun
oluşturduğu bir dil. Bu dil “çılgınlığın dili”.
Şehir konuşmuyor. Konuşabilseydi bile ne
anlatabilecekti ki? Kaybettiklerini mi, kendinden koparılanları mı? Şehir
yerine Plazalar, stadyumlar, AVM’ler, gökdelenler, bankalar, reklamlar
konuşuyor. Hem de deprem gibi gürültülerle.
Bu çılgınlıkta Plazaların, Stadyumların, AVM’lerin,
Güvenlikli sitelerin, Gökdelenlerin, Bankaların, Otomobillerin, dev reklâm
bloklarının/bilboardlarının toplamının “şehir” zannedildiği kaotik zamanların
insanı da şehirle birlikte dilini kaybetti. Dilini kaybeden şehirde insan
sürgün hayatı yaşamaya başladı. Bu sürgün hayatında kendisini “mutlu zanneden”
insan aslında “anestezi odası”ndaki uyuşturulmuş halini insanî bir hayat
zannediyor.
“Bir zamanlar”ın medeniyet diline sahip şehrine,
bugün stadyumların, plazaların insiyakî reflekslere bağlı bayağı dili
ezberletiliyor, talim ettiriliyor. Duyduğumuz ses, duymak istediğimiz ses
değil, şehrimizin kendi sesi değil. Yabancı sesler istila etmiş bünyesini.
Bir şehrin dili yüzyıllar, belki de binyıllar
boyunca oluşuyor. Tahkim edile edile geliyor. Tıpkı her şeyi önüne katıp
süpüren bir sel gibi, modern zamanların seli de şehirlerimizin dilini tahrip
etti. Dil coğrafyasını, dil muhtevasını, dil cevherini yok etti.
Modern zaman şehirlerinde hiçbir şey güvenli
olmadığı gibi, şehrin dili de varlığını koruyamıyor. Metropolitan hayat, şehri
varlığından uzaklaştırdıkça şehir kendine uzak düştü, dili başkalaştı.
Şehirlerimiz artık bize bir şey anlatmıyor. Kendi
hikâyesini de unutmuş. Hafızası yerinde olsa bile dili hafızasına tercüman
olamıyor.
Şehrimiz
sahipsiz… Derdini, acısını ancak ufuklara fısıldayabiliyor. “Dili yok kalbimin
ondan ne kadar bîzarım” diyen şair, herhalde, şehrin kalbinin acısını derinden
hissetmiştir.
Bütün modern zaman şehirleri gibi şehrimiz de
sanki Hz. Mevlâna gibi bize derinden şöyle sesleniyor:
“Her
kesî ez zann-ı hod şûd yâd-i men
Ez
derûn-i men ne-cüst esrâr-ı men”
Yâni
“herkes kendi zannınca bana yar olduğunu
sandı, fakat içimin derinlerindeki esrarımı arayan olmadı.”
Ey,
avuçlarında yaşadığımız şehir!
Ne
yazık seni duyamıyoruz, anlayamıyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder