25 Eylül 2012 Salı

ŞEHİR DİLİNİ KAYBETTİ !


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

 
Yaşadığınız şehirle konuşamıyor ve kalbî bir bağ kuramıyorsanız bunun tek bir sebebi vardır: Siz şehrin dilini şehir de sizin dilinizi anlamıyor. Oysaki; her şehir, yerli veya yabancı herkese aynı dille konuşur. Ve herkes şehrin ne söylediğini ve söylemek istediğini anlar. Özellikle kadîm şehirler böylesine mesaj yüklü, kendisine her sorulan soruya cevap verebilen bir dile sahipti. Şimdi artık hunu ve zamanı kaybolmuş, sadece boş mekânlarından kalan parçaları barındıran tarihî şehirlerimizde, o tarihî parçalar, derîn bir dil tutulmuşluğuyla ancak kendisiyle konuşmak isteyenlerle konuşabiliyor. 

İnsanlar gibi şehirler de dilleriyle konuşur. Her canlı organizmanın bir dili var. Şehir de canlı bir organizma olduğuna göre onun orijinal bir dili, dil muhtevasına bağlı da üslubu vardır. Şehrin üslubunu onun mekânları oluşturur. Her şehrin ayrı ve özel bir dili, her mekânın da şehrin “üst dil”ini yansıtan ayrı ve kendine mahsus bir üslûbu vardı/r.

Modern zaman şehirleri, hız ve gürültü sarhoşluğuyla yaşadığı ve insanlara yaşattığı kaosta yeni bir dil oluşturamadı, sahip olduğu dilini de kaybetti. Şehir artık kendisini anlatamıyor, sorulan sorulara cevap veremiyor. Çünkü kendisine mahsus bir şehir ve mekân muhtevası kalmadı. Şehirlerimiz (şehir denirse tabii) o kadar tekdüze ve birbirinin kopyası hale geldi ki, artık dil, renk, ses, ton ve coğrafyası farkı neredeyse kalmadı.  

Kelimelerin peş peşe sıralanmasıyla şehir dili oluşmuyor. Muhteva yok. Muhteva kalmayınca şehrin dili olsa bile neyi anlatacak? Size ne söyleyecek? Hiçbir şey.

Şehir sizi kendisine çağıramıyor, çekemiyor, artık yalnızlığı yaşamaya mahkûm. A. Malraux, Atina’dan bahsederken “bu şehirde sadece kararsızlık buldum” diyor. Bizim şehirlerimizin bugün içinde bulunduğu büyük kaos, yaşadığı en büyük musibet ise “dilsiz”liktir. Şehir bu seviyeye düşürülmüş. Kendi orijinal dilini konuşmak istese de “dil havzası” o kadar yaralanmış, o kadar tahrip edilmiş ki artık kendi dilini de konuşamıyor.

Yaşadığımız şehre bakalım. Göreceklerimizin tek bir dili var. Gürültü, eğlence, hız, yemek ve alışveriş cinnetine tutulmuşluğun oluşturduğu bir dil. Bu dil “çılgınlığın dili”.

Şehir konuşmuyor. Konuşabilseydi bile ne anlatabilecekti ki? Kaybettiklerini mi, kendinden koparılanları mı? Şehir yerine Plazalar, stadyumlar, AVM’ler, gökdelenler, bankalar, reklamlar konuşuyor. Hem de deprem gibi gürültülerle.

Bu çılgınlıkta Plazaların, Stadyumların, AVM’lerin, Güvenlikli sitelerin, Gökdelenlerin, Bankaların, Otomobillerin, dev reklâm bloklarının/bilboardlarının toplamının “şehir” zannedildiği kaotik zamanların insanı da şehirle birlikte dilini kaybetti. Dilini kaybeden şehirde insan sürgün hayatı yaşamaya başladı. Bu sürgün hayatında kendisini “mutlu zanneden” insan aslında “anestezi odası”ndaki uyuşturulmuş halini insanî bir hayat zannediyor.

“Bir zamanlar”ın medeniyet diline sahip şehrine, bugün stadyumların, plazaların insiyakî reflekslere bağlı bayağı dili ezberletiliyor, talim ettiriliyor. Duyduğumuz ses, duymak istediğimiz ses değil, şehrimizin kendi sesi değil. Yabancı sesler istila etmiş bünyesini.

Bir şehrin dili yüzyıllar, belki de binyıllar boyunca oluşuyor. Tahkim edile edile geliyor. Tıpkı her şeyi önüne katıp süpüren bir sel gibi, modern zamanların seli de şehirlerimizin dilini tahrip etti. Dil coğrafyasını, dil muhtevasını, dil cevherini yok etti.

Modern zaman şehirlerinde hiçbir şey güvenli olmadığı gibi, şehrin dili de varlığını koruyamıyor. Metropolitan hayat, şehri varlığından uzaklaştırdıkça şehir kendine uzak düştü, dili başkalaştı.

Şehirlerimiz artık bize bir şey anlatmıyor. Kendi hikâyesini de unutmuş. Hafızası yerinde olsa bile dili hafızasına tercüman olamıyor.

Şehrimiz sahipsiz… Derdini, acısını ancak ufuklara fısıldayabiliyor. “Dili yok kalbimin ondan ne kadar bîzarım” diyen şair, herhalde, şehrin kalbinin acısını derinden hissetmiştir.

Bütün modern zaman şehirleri gibi şehrimiz de sanki Hz. Mevlâna gibi bize derinden şöyle sesleniyor:

“Her kesî ez zann-ı hod şûd yâd-i men
Ez derûn-i men ne-cüst esrâr-ı men”

Yâni “herkes kendi zannınca bana yar olduğunu sandı, fakat içimin derinlerindeki esrarımı arayan olmadı.”

Ey, avuçlarında yaşadığımız şehir!

Ne yazık seni duyamıyoruz, anlayamıyoruz.


 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder