28 Ocak 2014 Salı

İKİ USTA MİMARIN FERYÂDI VE ŞEHRE YABANCILIK…

Yahya DÜZENLİ

Bu yazımızda Batı’nın ve Doğu’nun iki büyük usta mimarını ve onların ikazlarından kesitlere yer vereceğiz. Le Corbusier ve Turgut Cansever…

20. yüzyıl batı mimarlığının en önemli isimlerinden olan Le Courbusier, 78 yıllık hayatı boyunca yılmadan, usanmadan radikal bir şehir ve mimari savaşı vermiştir. İkinci Dünya Savaşıyla yerle bir olan Avrupa şehirlerini yeniden inşa etme yolunda büyük çaba harcamış, yeni ve alışılmamış önerilerle dikkat çekmişti.

Batı şehirlerinin yeniden inşası için eski anlayışı yıkıp radikal öneriler getiren, İstanbul’a hayran kalan ve tarihi şehir dokusunun mutlak muhafaza edilmesi gerektiğini ifade eden Le Courbusier; 1911 ve 1924 yıllarında İstanbul başta olmak üzere bazı Osmanlı şehirlerini gezmiş, kendi şehir ve mimarî felsefesinden farklı bir dünya görüşü ve medeniyet tasavvurunun yansıması olan İstanbul için önemli tespitler yapmış ve bunları notlar halinde yazmıştır.

Le Courbusier, 1942 yılında Paris’te mimarlık öğrencilerinin ısrarlı talepleri üzerine manifesto niteliğinde “Mimarlık Öğrencileriyle Söyleşi” adlı eserini kaleme alır. Bu söyleşide şehir ve mimariye, özellikle de mimar ve şehircilerin sorumluluklarına ilişkin önemli tespitler yapar.

Le Corbusier’in Batı dünyası için söylediği, yazdığı ve yaptıklarını bizde rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever kendi medeniyet tasavvurumuzun tecelligâhı olan şehirlerimiz için söylemiş, feryâd etmiş ancak ne yazık ki karşılık bulamamıştır.

Bugün, 72 yıl sonra okuduğumuzda bile şehir ve mimarî anlayışımızı sorgulamamıza neden olan Le Corbusier’den kesitleri buraya alıyoruz:

“Mimarlık nerelerde şimdi? Hiçbir dönemde bir toplum, bizimki kadar şaşkın, çaresiz kalmadı. Yaşamın maddesel süreciyle düşünsel davranış biçiminin doğal ögeleri arasındaki ilişkiyi böylesine koparıp yitirmedi. Amaçlarla araçlar arasında bir ilişki kopmasıydı bu, izlenecek bir çizginin yokluğuydu. Yapı alanında tutarsızlık dorukta bugün ve bir tür Bizans entrikacılığı, bir uygarlığın sahip olduğu en büyük gerçekleştirme imkanlarının akılcı amaçlara yönelmesini engelliyor.”

Corbusier Fransa’yı söz konusu etse de sanki bizim bugün ‘kentsel dönüşüm’ isimli katliamları ve mimari çirkinlikleri görerek konuşuyor gibidir:  “En büyük maddi gücüne ulaştığı bir zamanda insanoğlu, görme yeteneğini yitiriverdi. Beyaz uygarlığın deniz feneri Fransa, bu kargaşanın sergilendiği yer oldu. Makinalaşmış toplumumuzu bekleyen görevler, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de dev boyutlara ulaşıyor. Savaşın yıktıklarını yeniden inşa etmek zorundayız, ama asıl görevimizin yanında bu bir şey değil; tüm ülke çoktandır inşa edilmeli, yeniden inşa edilmeli, yeniden yapılanmalıydı; bir dokuda hücrelerin, evlerde ailelerin yenilendiği gibi; yeni nesillerin doğması ve yaşamın sonsuz oyununun sürmesi için. Ne yazık ki bizler uyuyorduk ve ülkeyi tozlar kaplamıştı.

Doğal ilişkiler bozuldu ve insan, bir anlamda yurdunun yabancısı oldu, geleneğin yollarını bırakarak, dengesini yitirerek ve çevresini, evini, sokağını, kentini, banliyösünü, kırlarını, düşüşünün meyvesi korkunçluklarla doldurarak. Yeni bir yapı dünyasıydı bu, her yanı istila eden, iğrenç, tuhaf, kaba, kötü ve çirkin; manzaraları, kentleri, yürekleri kirleten. Her şey oldu bitti, en kötünün sınırlarına dayandı-eksiksiz bir felaket…”

Le Corbusier’in feryâdı demeyelim de ikazları bunlar.

Ünlü mimarın bu ontolojik uyarıları batıda büyük ölçüde karşılık buldu. Ama ülkemizde rahmetli Turgut Cansever’in ikaz ve feryatları şehir yöneticilerinin, mimarların, özellikle de şehrin geleceğine karar veren siyasîlerin bırakın dikkatini çekmeyi, aksine idraklerinin alamayacağı derecede yorucu mesajlar olarak algılandı.

Cansever’in hayattayken tasarladığı ve uyguladığı birçok mimarî eserinin doğrudan şehir ve mimarîmize ikaz ve feryâdlar olduğuna dikkat çekerek, rahmetli muhakkik mimarın  şehir tanımını hatırlayalım: “Şehir, ahlâkın, sanatın, felsefenin ve dinî düşüncenin geliştiği ortam olarak, insanın bu dünyadaki vazifesini, en üst düzeyde varlığının anlamını tamamladığı ortamdır. Bu idrak, şehir biçiminin oluşmasını sağlar ve insanın en üst gelişme düzeyine ulaşmasının temeli olur. ”

Bu tanımın ülkemizde nasıl bir idraksizliğe kurban edildiğine dikkat çeken Cansever “Türkiye gibi makine ve teknoloji putperestliğine ve aynı zamanda dünyada hâkim şaşkın ve sözde araştırmacılığın takipçisi olmaya azmetmiş ülkelerde…” diyerek başladığı ikaz ve feryatlarına şöyle devam ediyor:

“İnsanın güzel bir dünyada yaşama ve çevresinin oluşmasına katılma hak ve sorumluluğu göz önünde tutulmadığı sürece, insana insan olarak bakılmış olamaz. Teknokratlar aristokratça bir tavırla, insanın karar verme ve seçme haklarını bir kenara iterek, her şeyi çözeceğine inandıkları makinelerin imkanlarına göre konut üretimini öngördüler. Bu tavrın insanları esir sayan despotik yönü ve insanları hakir gören gayr-i ahlâkiliği ortadadır.”

İrfan ve idrakin terk ettiği, inşa ve ihyanın imhaya dönüştüğü şehirlerimizde devletin konut aygıtı TOKİ eliyle kurulan ‘tabutluklar’da biyolojik canlılar olarak yaşamaya ve gene hayatı başka yerlerde aramaya devam edeceğiz.

21 Ocak 2014 Salı

ŞEHRİN KARAKTERİNİ “KAPİTAL SAHİPLERİ” BELİRLİYOR!

Yahya Düzenli

Geç kapitalizm dönemi hariç, tarih boyunca şehir kurucuları hiçbir zaman para ve rant sahipleri olmamıştır. Onun için de dünya görüşü ne olursa olsun, hangi medeniyetten neş’et ederse etsin tüm şehirler, insanların tercihlerine göre yaşayabilecekleri, kendi iradeleriyle veya temsilcilerinin verdiği kararlarla kurulmuşlar, gelişmişler ve devam ettirilmişlerdir.

Her ne kadar kapitalizmin doğuşu batı kaynaklı da olsa, çok kötü ve vahşi uygulamalarının yansıdığı doğu şehirlerine baktığımızda “güç” olarak kapitale/paraya sahip olan egemen bir sınıfın şehirlerin kaderinde, akıbetinde mutlak söz sahibi olduklarını görüyoruz.

Batı’da da doğuda da şehir insan için ve insanca kurulur, yaşatılırdı. Şimdilerde ise asla “yeni şehir” kurulmuyor, sadece var olan şehirlerin topoğrafyası ve kimyası bozularak içlerine ‘virüs yayıcı aygıtlar’ şeklinde mekânlar inşa ediliyor ve içerisinde insanın mı yoksa ne idüğü belirsiz biyolojik canlıların mı yaşayacağı belli olmayan “toplu tabutluklar” yükseliyor.

Filozof Nietzche “Böyle buyurdu Zerdüşt”te sanki bugünleri görmüş gibi konuşuyor: “Bu evler ne anlama gelmekteler? Gerçekte, onları anlam vermek için inşa eden büyük bir ruh değil! Onları oyuncak kutusundan çıkaran aptal bir çocuk mu?... Ya bu odalar ve barınaklar? İnsanlar bunlarda nasıl yaşayabilir?”

Nietzche’nin bu tespit ve sorusunu ülkemize yönelterek söyleyelim ki; Osmanlı’nın klasik çağından (XV-XVI.yy.) beri hiçbir orijinal şehir kuramadık! Var olan şehirlerimizi de Tanzimat’tan itibaren batıcılık ukdesi altında taklitçi bir klonlamayla mahvettik!

Katliam aygıtları müsterih olsun! Çünkü mahvedecek bir şey kalmadı. Bütün şehirlerimizin organizması çürüme halinde. Tüm organları enfekte olmuş, kansere yakalanmış bir organizma gibi ölüm sürecine girmiş. Hiçbir terapi artık şehirlerimizi kurtaramaz!

Medeniyet ruhu şehirleri terk ettikten sonra şehir cesetlerinin bir değeri var mıdır?

Ülkemizin son yıllarda cinnet halinde yaşadığı “kentsel dönüşüm” nöbetleri, istenilen sonucu verdi. Can çekişen şehirlerimiz “gecekondulardan temizleyip insanca konutlarla donatacağız” gerekçesiyle terminatörlere teslim edildi.

Şehvete dönüşmüş kâr ve rant hırsıyla bu terminatörlerin gözü şehri görmüyor. Bunların gözünde şehir; parsellenerek metrekare fiyatı yükseltilmiş emlâkten ibarettir.  

Şehrin karakterini, bugününü, geleceğini belirleyen, şehir idrakine sahip olanlar değil “satınalma gücü”ne sahip olanlar. Şehri şirketler, konsorsiyumlar, holdingler dönüştürüyor, değiştiriyor, yıkıyor, yapıyor. Eskiden şehirleri hükümdarlar, hanedanlar ve halk kuruyordu. Şimdi hanedanların yerini şirketler, konsorsiyumlar, holdingler aldı. Güç onlarda..

Bir kent felsefecisinin modern zaman şehirleri ve insanın trajedisine ilişkin satırlarını okuyoruz: ““Modernlikle birlikte kent, üretilen, biriktirilen, malların yığıldığı, dağıtıldığı endüstriyel işlevlerin merkezi olur… Günün her saati kentten dumanlar yükselir; kent, üretim odaklı bir yaşamın kirini, artıklarını, çöplerini biriktirir… Kentlinin yaşam tarzına cevap vermek için değil de, üretim koşulları için düzenlenmiş kentlerdir bunlar… Zaten iş adamları, çalışanlar, tüccarlar dışında pek fazla dışarıdan geleni de olmaz bu kentlerin. .. İşi olandan başkasının yolunun pek düşmeyeceği, işini bitirenin çekip gideceği yerlerdir. Fazladan ne bir ağaç dikilir, ne bir çiçek. Endüstriyel üretimin kentleri, çelik ve betonun şekil verdiği geometrik bloklar yığınıdır. Özellikle işçi mahalleleri, tümüyle işlevsel yerler olarak inşâ edilirler. Aralıksız çalışan işçiler gibi, kentin de üstü başı yağ, çamur, is olur. Kentin kendisi de üzerine bir tulum geçirip iş başına koyulur sanki ve bu sayede kirlenmekten korkmaz. “

Terminatörler, konsorsiyumlar, holdingler, rant avcısı müteahhitler elinde adeta bir ‘bakteri deposu’na dönüşen bu tür bir mekâna ‘şehir’ denilebilir mi?

Selçuklu’da, Osmanlı’da mülk’ün/şehrin sahibi vardı. Onun için de şehir ‘yaşanmaya değer’di, güzeldi, korunuyordu. Şimdi şehrin sahibi yok. Hiç kimse şehri sahiplenmiyor. Sahiplenenler terminatörler. Tıpkı köle sahipleri gibi şehrin sahibi bu ‘konsorsiyum’lar, şirketler. İnsanın “evini sahiplendiği” gibi şehrini sahiplenmesi gerekir. Evin odaları gibi şehrin mahalleleri/semtleri onun mahremidir, koruması, sahiplenmesi gerekenlerdir. 

Şehrin sahipleri, şehrin sakinleridir. Ancak bugün şehirde yapılanlara ses çıkaramıyorlar, hesap soramıyorlar, sadece katledilen şehirlerini seyrediyorlar.


“Şehrin sakinleri, şehrin sahipleri olana kadar” şehirlerimiz katledilmeye, yok edilmeye devam edecek.

13 Ocak 2014 Pazartesi

ŞEHİRLERİMİZDE ADAY İSTİLÂSI VE İDRAK-İRFAN YOKSUNLUĞU

Yahya Düzenli

Üstad Necip Fazıl’ın, 70 yıl önce, henüz daha şehirlerimiz bugünkü gibi bütünüyle kirletilmemiş, bozulmamış, tahrip edilmemiş, kendinden bir şeylere sahip olduğu zamanlarda, 1946 yılının Büyük Doğu’larında “Otel ve Belediye Reisi” başlığıyla yazdığı yazıda Belediye Reisliği’nin nasıl bir şehir idraki istediğine ilişkin öyle bir paragrafı var ki, bugünün belediye başkanlarının idrak edebilmesi zor görünüyor… Üstadın, ısrarla mücerret bir belediye başkanına hitap ettiği o paragraf şöyle:

“Belediye Reisi!
Belediye Reisi!
Belediye Reisi!

Acaba hangi vatan bucağımızın bir belediye reisi, belediye reisliğinin ne demek olduğu üzerinde; meselâ mahkeme mübaşirliğiyle bu iş arasında nasıl bir fark olduğu üzerinde bir nebze düşünmüştür?”

Bugünlerde yaklaşan yerel seçimler nedeniyle bu cümlenin/sorunun önemini daha iyi anlıyoruz.

Belediye başkanlığının nasıl bir idrak ve mükellefiyet gerektirdiği konusunda o derece fikir yoksunluğu yaşıyoruz ki, yaklaşan yerel seçimlerde belediye başkan adayı olmak için müptezel bir biçimde ortalığı ‘kifayetsiz muhteris’ler istilâ ediyor.

Büyükşehir, il ve ilçe belediye başkanlarından hangisi böyle bir soruyu kendisine sorabilmiştir, sorma cesaretini gösterebilmiştir? Veya, böyle bir temel soruyu kendilerine sorma ihtiyacını hangisi hissetmiştir?

“Şehreminliği” gibi bir müthiş emaneti taşımaya talip olunduğunun idrakinde midirler? Asla!

Bunların kahir ekseriyeti için belediye başkanlığı, bilinç altlarındaki narsist, şizofren, megalomanik, mazoşist duygularının açığa çıkıp tatmin edileceği bir tatmin yeridir.

Belediye başkanlığına talip olanların şehirleri kaplayan reklamlarındaki portrelerine ve iptidai sloganlarına bakınca mitolojideki Aşil kompleksi veya Herkül psikozu içindeki ‘insancıklar’ı hatırlamamak mümkün değil!

Yaşadığı şehrin ne olduğu, hangi tarihsel ve genetik derinliğe sahip olduğu, bugün ne anlam ifade ettiği, şehirde yaşamış, şehirden gelip geçmiş tarihî şahsiyetlerin kimler olduğu üzerinde asla kafa yormamış, şehrin ‘yaşanmaya değer’ bir kimlik taşıyıp taşımadığının cevabından önce böyle bir soruyu sorabilme rüşdüne ermemiş olanların  tuhaf bir yüzsüzlük ve cesaretle belediye başkanı olmak için ‘meydan muharebesi’ verdiği bugünlerde, Üstad’ın bu tespitinin/sorusunun cevabını verebilecek ne bir belediye başkan adayına, ne de bir belediye başkanına rastlayabiliyoruz.

Adeta “Belediye başkanı olmak için asla tarihî derinliğe, medeniyet tasavvuruna ve şehir idrakine sahip olunmaması” öncelikli ve gerekli şart imişçesine bir yarış var. Ortaya çıkan tablodan da bu şartlara haiz (!) olanların aday veya belediye başkanı nasbedildiklerine şahit oluyoruz.

Şehir yönetmeye talip olmanın ontolojik bir varoluş-yokoluş sürecinin aktörü olmak manasına geldiği şuurundan nasipsizliğin verdiği idraksizlikle ortalığın virütik bir siyasi atmosfere çevrildiği şehirlerimizin haline sadece acıyoruz.

Gene Üstad’ın 1950 yılındaki muhteşem bir tespitini hatırlıyoruz: “Bu dünyada öyle unsurlar vardır ki, birinin hakimiyeti, mutlaka öbürünün mahkûmiyetiyle kaimdir. Işığın girdiği yerde karanlığa hiçbir hisse yoktur. Işığın doldurduğu odada, karanlığın fırsat kollama ve nöbet bekleme hakkı düşünülemez…”

Üstad’ın bu cümlesinden yola çıkarak, diyoruz ki; mevcut veya seçilecek belediye başkanlarına baktığımızda, genellikle derinliğine ve genişliğine bir şehir idrak ve inşasından nasibini almamış tiplere şehirlerimizin emanet edildiğini gördükçe; şehir, tarih, medeniyet, idrak, ihya ve inşaya yer olmadığı ve bu tiplerin doldurduğu yerde şehirden bahsetmenin başka bir galaksiden bahsetmek kadar yabancı ve tuhaf olduğunu rahatça söyleyebiliriz.

Ortalığı istilâ eden belediye başkan adayları ve başkanlarının sayıca çok fazla ve fakat vasıfça o derece kifayetsiz olmasına bakarak, Üstad’ın 1939 yılında yazdığı o meşhur “Belediye Reisi” başlıklı yazısından bir cümleyi daha hatırlatarak ve muhataplarına aktararak bitirelim:

“Bana, gözü olmayan şoför mü, bediî idraki bulunmayan belediye reisi mi zararlı diye sorsalar ikincisini gösteririm.”

Bu tablo karşısında tarihin, coğrafyanın, medeniyetin, mimarinin, estetiğin… topyekûn idrak ve irfanın şehirlerimizi terk ettiği tuhaf zamanların yaşandığı demlerdeyiz, diyoruz.

6 Ocak 2014 Pazartesi

ŞEHİR BİR YERLERDE OLMALI?

 Yahya Düzenli

“Nerede yaşaması gerektiği”ne karar verdiği ölçüde ‘nerede yaşamaması gerektiği’ni bilmeyecek kadar, yaşadığı şehrin farkında olmayan idrak sahibi tek varlık herhalde insandır. Böceklerin bile hayatlarını sürdürebilmek gayesiyle ‘iradi bir varlık’ gibi seçtikleri yuvaların onlar için neredeyse ‘iradi bir varlık’ gibi tercih ettiği  ‘yaşanmaya değer’ en uygun mekânlar olduğunu düşündüğümüzde, insanoğlunun yaşaması için mi yoksa ızdırap çekmesi için mi karar kıldığı-bulunduğu belirsiz yerlere şehir denilebilir mi? Bu olsa olsa gezdiği-geçtiği yerlerin farkında olmayan bir seyyahın gözündeki bir şehir olabilir.

Dememiz o ki; böcekler bile yaşadıkları yeri itina ile seçerler ve oraya yerleşirler de, insanoğlu böylesi bir seçimi niçin yapamaz?

İtalo Calvino “Görünmez Kentler”de söz konusu ettiği kurgu şehirlerden Pentesilea’yı anlatırken şunları söyler:

“Rastladıklarına ‘Pentesilea’ya nasıl gidilir?’ diye sorduğunda, elleriyle geniş bir daire çizerler, hiçbir anlam veremezsin: “Burası” ya da “Daha ileride” veya “Bütün buralar” dahası “Tam ters tarafta’ anlamına gelebilir.

‘Kent’ diye ısrarla sorarsın.

‘Biz her sabah çalışmaya geliyoruz buraya’ diye cevap verir bazıları, ötekiler: ‘Uyumaya dönüyoruz buraya biz’ derler.

‘Peki ya yaşadığınız kent?’ diye sorarsın.

Bazıları kollarını çapraz yönde havaya kaldırıp çeşit çeşit evlerin ufuktaki opak yığınını göstererek ‘Oralarda bir yerde olmalı’ derken, ötekiler sivri çatılarıyla arkanda duran bir hayalet kenti gösterirler.”

Calvino’nun sorduğu soruyu istisnasız hangi şehrimizde hangi insana sorarsak soralım, içinde yaşadıkları şehirle ilgili alacağımız cevap ne yazık ki ‘sorduğunuz şehir bir yerlerde olmalı ama nerde?’ şeklinde olacaktır.

Hayatın, izahını yapmaya ihtiyaç hissedilmeyen reflekslerden ibaret olduğuna inanmadır bu hal. Nerede yaşıyoruz? Yaşıyor muyuz? Niçin yaşıyoruz?

Daha önce de sorduk, şimdi de soralım: Yaşadığımız şehir, yaşamamız gereken şehir midir? Veya yaşamamamız gereken şehir niçin yaşadığımız şehir haline geldi? Böyle bir mecburiyet, mahkûmiyetin sebebi nedir? Bu sorulara verilecek bir cevabımız bulunamaz. Çünkü böyle bir idraki kaybettik. Bu idrak kaybı altında ne bu soru sorulabilir ne de cevap verilebilir.

Sözün burasında, 1967 yılında Üstad Necip Fazıl’a sorulan bir soru ve onun cevabı geliyor aklıma. Konumuz ile doğrudan alakasız ama çağrışımı nedeniyle önemli bir soru ve cevap. Üstad’a “Yeni nesli nasıl buluyorsunuz?” şeklinde bir soru soruyorlar. O da bu soruya şu soruyla cevap veriyor: “Kurtların sardığı ceset üzerindeki hayata ne dersiniz?” Sonra da şöyle devam ediyor: “Bugün göze çarpan hayatiyetler, bütün halinde bir ölümün parça parça doğurduğu ‘huveyne-mikroskobik hayvan hareketleri’nden ibarettir.”

Bu soru ve cevabı hatırlayınca, şehirlerimizin hali gözümün önüne geldi. Üstad’a sorulan bu soruyu ve onun cevabını şehirlerimize yöneltelim: “Kentsel dönüşüm cinnetine tutulmuş şehirlerimizi nasıl buluyorsunuz?” Üstadın cevabını aynen verelim: Kurtların sardığı ceset üzerindeki hayata ne dersiniz?”

Bu soruya kim cevap verebilir ki? Ne acıdır ki, şehir adı verilen ‘kurtların sardığı ceset’ üzerinde yaşıyoruz. Şehir cesetlerinden ibaret bir harita haline getirilmiş bütün bir ülkede bu hal, artık ‘şifa kabul etmez bir hal’ almıştır.

İdrakin terk ettiği bir iklimde şehir adına yapılan her şey ihya değil imhadır. Halen bu imha anaforunda çalkalanıyoruz. Sarsıntı ve savrulma o kadar müthiş ki, bütün hislerimiz dumura uğramış, acı bile duymuyoruz. 

Şehrin ve insanın kıyameti, helâki de herhalde böyle hızlanıyor ve yaklaşıyor.

Gene Üstad’la bitirelim:

“Yaşayadursun insan, hayat dediği zanla!”