Yahya DÜZENLİ
Bu yazımızda Batı’nın ve Doğu’nun iki büyük usta mimarını ve onların ikazlarından kesitlere yer vereceğiz. Le Corbusier ve Turgut Cansever…
20. yüzyıl batı mimarlığının en önemli isimlerinden
olan Le Courbusier, 78 yıllık hayatı boyunca yılmadan, usanmadan radikal bir
şehir ve mimari savaşı vermiştir. İkinci Dünya Savaşıyla yerle bir olan Avrupa
şehirlerini yeniden inşa etme yolunda büyük çaba harcamış, yeni ve alışılmamış
önerilerle dikkat çekmişti.
Batı şehirlerinin yeniden inşası için eski anlayışı yıkıp radikal öneriler getiren, İstanbul’a hayran kalan ve tarihi şehir dokusunun mutlak muhafaza edilmesi gerektiğini ifade eden Le Courbusier; 1911 ve 1924 yıllarında İstanbul başta olmak üzere bazı Osmanlı şehirlerini gezmiş, kendi şehir ve mimarî felsefesinden farklı bir dünya görüşü ve medeniyet tasavvurunun yansıması olan İstanbul için önemli tespitler yapmış ve bunları notlar halinde yazmıştır.
Le Courbusier, 1942 yılında Paris’te mimarlık öğrencilerinin ısrarlı talepleri üzerine manifesto niteliğinde “Mimarlık Öğrencileriyle Söyleşi” adlı eserini kaleme alır. Bu söyleşide şehir ve mimariye, özellikle de mimar ve şehircilerin sorumluluklarına ilişkin önemli tespitler yapar.
Le Corbusier’in Batı dünyası için söylediği, yazdığı ve yaptıklarını bizde rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever kendi medeniyet tasavvurumuzun tecelligâhı olan şehirlerimiz için söylemiş, feryâd etmiş ancak ne yazık ki karşılık bulamamıştır.
Bugün, 72 yıl sonra okuduğumuzda bile şehir ve mimarî anlayışımızı sorgulamamıza neden olan Le Corbusier’den kesitleri buraya alıyoruz:
“Mimarlık nerelerde şimdi? Hiçbir dönemde bir toplum, bizimki kadar şaşkın, çaresiz kalmadı. Yaşamın maddesel süreciyle düşünsel davranış biçiminin doğal ögeleri arasındaki ilişkiyi böylesine koparıp yitirmedi. Amaçlarla araçlar arasında bir ilişki kopmasıydı bu, izlenecek bir çizginin yokluğuydu. Yapı alanında tutarsızlık dorukta bugün ve bir tür Bizans entrikacılığı, bir uygarlığın sahip olduğu en büyük gerçekleştirme imkanlarının akılcı amaçlara yönelmesini engelliyor.”
Corbusier Fransa’yı söz konusu etse de sanki bizim bugün ‘kentsel dönüşüm’ isimli katliamları ve mimari çirkinlikleri görerek konuşuyor gibidir: “En büyük maddi gücüne ulaştığı bir zamanda insanoğlu, görme yeteneğini yitiriverdi. Beyaz uygarlığın deniz feneri Fransa, bu kargaşanın sergilendiği yer oldu. Makinalaşmış toplumumuzu bekleyen görevler, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de dev boyutlara ulaşıyor. Savaşın yıktıklarını yeniden inşa etmek zorundayız, ama asıl görevimizin yanında bu bir şey değil; tüm ülke çoktandır inşa edilmeli, yeniden inşa edilmeli, yeniden yapılanmalıydı; bir dokuda hücrelerin, evlerde ailelerin yenilendiği gibi; yeni nesillerin doğması ve yaşamın sonsuz oyununun sürmesi için. Ne yazık ki bizler uyuyorduk ve ülkeyi tozlar kaplamıştı.
Doğal ilişkiler bozuldu ve insan, bir anlamda yurdunun yabancısı oldu, geleneğin yollarını bırakarak, dengesini yitirerek ve çevresini, evini, sokağını, kentini, banliyösünü, kırlarını, düşüşünün meyvesi korkunçluklarla doldurarak. Yeni bir yapı dünyasıydı bu, her yanı istila eden, iğrenç, tuhaf, kaba, kötü ve çirkin; manzaraları, kentleri, yürekleri kirleten. Her şey oldu bitti, en kötünün sınırlarına dayandı-eksiksiz bir felaket…”
Le Corbusier’in feryâdı demeyelim de ikazları bunlar.
Ünlü mimarın bu ontolojik uyarıları batıda büyük ölçüde karşılık buldu. Ama ülkemizde rahmetli Turgut Cansever’in ikaz ve feryatları şehir yöneticilerinin, mimarların, özellikle de şehrin geleceğine karar veren siyasîlerin bırakın dikkatini çekmeyi, aksine idraklerinin alamayacağı derecede yorucu mesajlar olarak algılandı.
Cansever’in hayattayken tasarladığı ve uyguladığı birçok mimarî eserinin doğrudan şehir ve mimarîmize ikaz ve feryâdlar olduğuna dikkat çekerek, rahmetli muhakkik mimarın
Bu tanımın ülkemizde nasıl bir idraksizliğe kurban edildiğine dikkat çeken Cansever “Türkiye gibi makine ve teknoloji putperestliğine ve aynı zamanda dünyada hâkim şaşkın ve sözde araştırmacılığın takipçisi olmaya azmetmiş ülkelerde…” diyerek başladığı ikaz ve feryatlarına şöyle devam ediyor:
“İnsanın güzel bir dünyada yaşama ve çevresinin oluşmasına katılma hak ve sorumluluğu göz önünde tutulmadığı sürece, insana insan olarak bakılmış olamaz. Teknokratlar aristokratça bir tavırla, insanın karar verme ve seçme haklarını bir kenara iterek, her şeyi çözeceğine inandıkları makinelerin imkanlarına göre konut üretimini öngördüler. Bu tavrın insanları esir sayan despotik yönü ve insanları hakir gören gayr-i ahlâkiliği ortadadır.”
İrfan ve idrakin terk ettiği, inşa ve ihyanın imhaya dönüştüğü şehirlerimizde devletin konut aygıtı TOKİ eliyle kurulan ‘tabutluklar’da biyolojik canlılar olarak yaşamaya ve gene hayatı başka yerlerde aramaya devam edeceğiz.