6 Ocak 2014 Pazartesi

ŞEHİR BİR YERLERDE OLMALI?

 Yahya Düzenli

“Nerede yaşaması gerektiği”ne karar verdiği ölçüde ‘nerede yaşamaması gerektiği’ni bilmeyecek kadar, yaşadığı şehrin farkında olmayan idrak sahibi tek varlık herhalde insandır. Böceklerin bile hayatlarını sürdürebilmek gayesiyle ‘iradi bir varlık’ gibi seçtikleri yuvaların onlar için neredeyse ‘iradi bir varlık’ gibi tercih ettiği  ‘yaşanmaya değer’ en uygun mekânlar olduğunu düşündüğümüzde, insanoğlunun yaşaması için mi yoksa ızdırap çekmesi için mi karar kıldığı-bulunduğu belirsiz yerlere şehir denilebilir mi? Bu olsa olsa gezdiği-geçtiği yerlerin farkında olmayan bir seyyahın gözündeki bir şehir olabilir.

Dememiz o ki; böcekler bile yaşadıkları yeri itina ile seçerler ve oraya yerleşirler de, insanoğlu böylesi bir seçimi niçin yapamaz?

İtalo Calvino “Görünmez Kentler”de söz konusu ettiği kurgu şehirlerden Pentesilea’yı anlatırken şunları söyler:

“Rastladıklarına ‘Pentesilea’ya nasıl gidilir?’ diye sorduğunda, elleriyle geniş bir daire çizerler, hiçbir anlam veremezsin: “Burası” ya da “Daha ileride” veya “Bütün buralar” dahası “Tam ters tarafta’ anlamına gelebilir.

‘Kent’ diye ısrarla sorarsın.

‘Biz her sabah çalışmaya geliyoruz buraya’ diye cevap verir bazıları, ötekiler: ‘Uyumaya dönüyoruz buraya biz’ derler.

‘Peki ya yaşadığınız kent?’ diye sorarsın.

Bazıları kollarını çapraz yönde havaya kaldırıp çeşit çeşit evlerin ufuktaki opak yığınını göstererek ‘Oralarda bir yerde olmalı’ derken, ötekiler sivri çatılarıyla arkanda duran bir hayalet kenti gösterirler.”

Calvino’nun sorduğu soruyu istisnasız hangi şehrimizde hangi insana sorarsak soralım, içinde yaşadıkları şehirle ilgili alacağımız cevap ne yazık ki ‘sorduğunuz şehir bir yerlerde olmalı ama nerde?’ şeklinde olacaktır.

Hayatın, izahını yapmaya ihtiyaç hissedilmeyen reflekslerden ibaret olduğuna inanmadır bu hal. Nerede yaşıyoruz? Yaşıyor muyuz? Niçin yaşıyoruz?

Daha önce de sorduk, şimdi de soralım: Yaşadığımız şehir, yaşamamız gereken şehir midir? Veya yaşamamamız gereken şehir niçin yaşadığımız şehir haline geldi? Böyle bir mecburiyet, mahkûmiyetin sebebi nedir? Bu sorulara verilecek bir cevabımız bulunamaz. Çünkü böyle bir idraki kaybettik. Bu idrak kaybı altında ne bu soru sorulabilir ne de cevap verilebilir.

Sözün burasında, 1967 yılında Üstad Necip Fazıl’a sorulan bir soru ve onun cevabı geliyor aklıma. Konumuz ile doğrudan alakasız ama çağrışımı nedeniyle önemli bir soru ve cevap. Üstad’a “Yeni nesli nasıl buluyorsunuz?” şeklinde bir soru soruyorlar. O da bu soruya şu soruyla cevap veriyor: “Kurtların sardığı ceset üzerindeki hayata ne dersiniz?” Sonra da şöyle devam ediyor: “Bugün göze çarpan hayatiyetler, bütün halinde bir ölümün parça parça doğurduğu ‘huveyne-mikroskobik hayvan hareketleri’nden ibarettir.”

Bu soru ve cevabı hatırlayınca, şehirlerimizin hali gözümün önüne geldi. Üstad’a sorulan bu soruyu ve onun cevabını şehirlerimize yöneltelim: “Kentsel dönüşüm cinnetine tutulmuş şehirlerimizi nasıl buluyorsunuz?” Üstadın cevabını aynen verelim: Kurtların sardığı ceset üzerindeki hayata ne dersiniz?”

Bu soruya kim cevap verebilir ki? Ne acıdır ki, şehir adı verilen ‘kurtların sardığı ceset’ üzerinde yaşıyoruz. Şehir cesetlerinden ibaret bir harita haline getirilmiş bütün bir ülkede bu hal, artık ‘şifa kabul etmez bir hal’ almıştır.

İdrakin terk ettiği bir iklimde şehir adına yapılan her şey ihya değil imhadır. Halen bu imha anaforunda çalkalanıyoruz. Sarsıntı ve savrulma o kadar müthiş ki, bütün hislerimiz dumura uğramış, acı bile duymuyoruz. 

Şehrin ve insanın kıyameti, helâki de herhalde böyle hızlanıyor ve yaklaşıyor.

Gene Üstad’la bitirelim:

“Yaşayadursun insan, hayat dediği zanla!”

  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder