17 Mart 2014 Pazartesi

"ŞEHRİME DOKUNMAYIN!"

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Derler ki; Alman Orduları İkinci Dünya Savaşında (1940) Fransa’yı işgal ettiklerinde Paris Belediye Başkanı Nazi birlik komutanına şehrin anahtarlarını bizzat kendi teslim etmiş ve “Şehrime dokunmayın!” demiş. İşgal güçleri de şehrini bu derece sahiplenen ve yıkılmaması için teslim eden Belediye Başkanı’nın bu tavrına karşı şehri tahrip ettirmemiş. Hatta Hitler’e ‘Paris teslim oldu’ dediklerinde Hitler’in şehre zarar verilmemesini emrettiğini söylerler. Dört yıl sonra Paris işgalden kurtulduğunda, şehir yıkılmamış bir halde, tekrar eski günlerindeki hareketliliğini kazanır.

Paris’in teslim edilişine dair bu hadise bana yüzyılımızın vahşi soykırımlarından birisi olan Bosna-Hersek’te savaşı sona erdiren Dayton Anlaşması’nı imzalayan Aliya İzzetbegoviç’in şu müthiş sözünü de hatırlattı: “Hayatımda en zor attığım imza budur. Ne yazık ki bütün ideallerimizin yok olmaması için bu anlaşmayı imzalamak zorundaydık.” Bu anlaşmanın mimarı denilen ABD’li diplomat Richard Holbrooke ölümünden bir süre önce hastanede ziyaret ettiği İzzetbegoviç için, “Eğer Aliya İzzetbegoviç ve onun kararlı tutumu olmasaydı, bugün Bosna-Hersek diye bir devlet olmayacaktı” demiştir.
Peki, şimdi doğrudan soralım: Belediye başkan adayları Nazi güçleri kadar olsun işgal ettiği şehre dokunmayacak, onu tahrip etmeyecek bir “şehir idraki”ne sahip midirler?  Veya da İzzetbegoviç’in mes’uliyet idrakinden ne derece pay sahibidirler?

İkinci Dünya Savaşının en şiddetli günlerinde Paris’in yaşadığı bu olay vesilesiyle; yaklaşan mahalli seçimlerde belediye başkanı olmak için adeta meydan muharebesi veren siyasîleri düşündüm de bunlar arasında “şehrine karşı aidiyet duygusu Paris Belediye Başkanı düzeyine çıkmış bir şehir idraki var mıdır” diye sormaktan kendimi alamadım. Mukayese çok mu keskin ve alâkasız? Hiç de öyle değil. Çünkü, “şehrime dokunmayın” diyen Belediye Başkanı’nın, korumakla sorumlu olduğu Paris’in idrakinde olduğu bir hakikat. Ancak bugün, siyasî rengi ne olursa olsun, belediye başkan adaylarının şehirlerine dair en küçük bir bilgi, birikim, tarih, kültür, mimarî, estetik vs. idrakleri olup olmadığı meselesinde “genellikle yoktur” cevabını vermekte hiçbir tereddüt göstermiyorum. Zira yıllardır aksine bir idrake şahit olamıyoruz.
Günümüzün ‘nasbedilen’ adaylarına baktığımızda, adeta belediye başkanı olmak için “şehre dair medeniyet tasavvuru ve idraki olmamalıdır!”  gibi bir yeterlilik şartını yerine getirdiklerini ve  bu vasfa sahip olduklarını görüyoruz (!)

Bu hali görünce ve şehre musallat muhterislere şahit oldukça biz de sığınma psikolojisi içerisinde;
Eyvâh kalmayan şehrimize!
Eyvâh hayatı ve hikâyesi kaybolan şehrimize!
Eyvâh artık olmayan şehrimize!
Eyvâh hâyâlini bile kuramayacağımız şehrimize! diye feryâd etmekten kendimizi alamıyoruz.

Bu hal-i meş’um içinde, bize “şehir” diye dayatılan “şehir zannettiğimiz” mahpushanede yaşamaktan başka bir hürriyete(!) malik olmayan mahkûmlar olarak hayat sürmeye devam ediyoruz.

Bir devlet adamının, siyasî iradenin, belediye başkanının insanına, ülkesine ve şehrine olan bağlılık ve sorumluluğunun en kritik varoluş-yokoluş anlarında nasıl olması gerektiğine örnek bu iki olaydan büyük dersler çıkarmak zorundayız. Özellikle de şehrinin bugünü ve geleceğinden sorumlu belediye başkanları ders çıkarmak zorunda. 
Böyle bir idrakin olabilmesi için öncelikle belediye başkanlığı gibi ‘talip olunan görev’in çöp toplama, cenaze defni, itfaiye ve emlâk vergisi toplamaktan ibaret olmadığının farkına varmaları gerekir.

Üstad Necip Fazıl’ın (önceki bir yazımızda da iktibas ettiğimiz)  1946 yılında belediye reisliği için “Acaba hangi vatan bucağımızın bir belediye reisi, belediye reisliğinin ne demek olduğu üzerinde; meselâ mahkeme mübaşirliğiyle bu iş arasında nasıl bir fark olduğu üzerinde bir nebze düşünmüştür?” sorusuna cevap verebilecek cesaret ve müktesebatta belediye başkan adayları görebiliyor muyuz?
Bu soruya cür’etle “evet” diyebilenler ‘ne söylediğinin farkında olmayan’lardır. Çünkü, evvelce söylediğimiz üzere, belediye başkanlığının gerektirdiği tarih, medeniyet, mimarî, kültür, estetikle donanmış irfan ve  idrak ne yazık ki ülkemizi ve şehirlerimizi terk etmiş durumdadır.

Peki öyleyse? Şehirlerimiz gene kanserojen bir tümör gibi “ur”laşmaya devam edecek, vesselâm...
Ufukta “şehrin selâmeti”ne dair en küçük bir belirti yok. Kısacası şehircilik cephemizde yeni bir şey yok.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder