duzenliyahya@gmail.com
Derler ki; Alman Orduları İkinci Dünya Savaşında (1940) Fransa’yı işgal
ettiklerinde Paris Belediye Başkanı Nazi birlik komutanına şehrin anahtarlarını
bizzat kendi teslim etmiş ve “Şehrime dokunmayın!” demiş. İşgal güçleri de
şehrini bu derece sahiplenen ve yıkılmaması için teslim eden Belediye
Başkanı’nın bu tavrına karşı şehri tahrip ettirmemiş. Hatta Hitler’e ‘Paris
teslim oldu’ dediklerinde Hitler’in şehre zarar verilmemesini emrettiğini
söylerler. Dört yıl sonra Paris işgalden kurtulduğunda, şehir yıkılmamış bir
halde, tekrar eski günlerindeki hareketliliğini kazanır.
Paris’in
teslim edilişine dair bu hadise bana yüzyılımızın vahşi soykırımlarından birisi
olan Bosna-Hersek’te savaşı sona erdiren Dayton Anlaşması’nı imzalayan Aliya
İzzetbegoviç’in şu müthiş sözünü de hatırlattı: “Hayatımda en zor attığım imza
budur. Ne yazık ki bütün ideallerimizin yok olmaması için bu anlaşmayı
imzalamak zorundaydık.” Bu
anlaşmanın mimarı denilen ABD’li diplomat Richard Holbrooke ölümünden bir süre
önce hastanede ziyaret ettiği İzzetbegoviç için, “Eğer Aliya İzzetbegoviç ve onun
kararlı tutumu olmasaydı, bugün Bosna-Hersek diye bir devlet olmayacaktı” demiştir.
Peki, şimdi doğrudan soralım:
Belediye başkan adayları Nazi güçleri kadar olsun işgal ettiği şehre
dokunmayacak, onu tahrip etmeyecek bir “şehir idraki”ne sahip midirler? Veya da İzzetbegoviç’in
mes’uliyet idrakinden ne derece pay sahibidirler?
İkinci Dünya Savaşının en şiddetli
günlerinde Paris’in yaşadığı bu olay vesilesiyle; yaklaşan mahalli seçimlerde belediye
başkanı olmak için adeta meydan muharebesi veren siyasîleri düşündüm de bunlar
arasında “şehrine karşı aidiyet duygusu Paris Belediye Başkanı düzeyine çıkmış
bir şehir idraki var mıdır” diye sormaktan kendimi alamadım. Mukayese çok mu
keskin ve alâkasız? Hiç de öyle değil. Çünkü, “şehrime dokunmayın” diyen
Belediye Başkanı’nın, korumakla sorumlu olduğu Paris’in idrakinde olduğu bir
hakikat. Ancak bugün, siyasî rengi ne olursa olsun, belediye başkan adaylarının
şehirlerine dair en küçük bir bilgi, birikim, tarih, kültür, mimarî, estetik
vs. idrakleri olup olmadığı meselesinde “genellikle yoktur” cevabını vermekte
hiçbir tereddüt göstermiyorum. Zira yıllardır aksine bir idrake şahit
olamıyoruz.
Günümüzün ‘nasbedilen’ adaylarına
baktığımızda, adeta belediye başkanı olmak için “şehre dair medeniyet tasavvuru
ve idraki olmamalıdır!” gibi
bir yeterlilik şartını yerine getirdiklerini ve bu vasfa sahip olduklarını
görüyoruz (!)
Bu hali görünce ve şehre musallat
muhterislere şahit oldukça biz de sığınma psikolojisi içerisinde;
Eyvâh kalmayan şehrimize!Eyvâh hayatı ve hikâyesi kaybolan şehrimize!
Eyvâh artık olmayan şehrimize!
Eyvâh hâyâlini bile kuramayacağımız şehrimize! diye feryâd etmekten kendimizi alamıyoruz.
Bu hal-i meş’um içinde, bize “şehir”
diye dayatılan “şehir zannettiğimiz” mahpushanede yaşamaktan başka bir
hürriyete(!) malik olmayan mahkûmlar olarak hayat sürmeye devam ediyoruz.
Bir
devlet adamının, siyasî iradenin, belediye başkanının insanına, ülkesine ve
şehrine olan bağlılık ve sorumluluğunun en kritik varoluş-yokoluş anlarında
nasıl olması gerektiğine örnek bu iki olaydan büyük
dersler çıkarmak zorundayız.
Özellikle de şehrinin bugünü ve geleceğinden sorumlu belediye başkanları ders
çıkarmak zorunda.
Böyle bir idrakin olabilmesi için
öncelikle belediye başkanlığı gibi ‘talip olunan görev’in çöp toplama, cenaze
defni, itfaiye ve emlâk vergisi toplamaktan ibaret olmadığının farkına varmaları
gerekir.
Üstad Necip Fazıl’ın (önceki bir
yazımızda da iktibas ettiğimiz) 1946
yılında belediye reisliği için “Acaba
hangi vatan bucağımızın bir belediye reisi, belediye reisliğinin ne demek
olduğu üzerinde; meselâ mahkeme mübaşirliğiyle bu iş arasında nasıl bir fark
olduğu üzerinde bir nebze düşünmüştür?” sorusuna
cevap verebilecek cesaret ve müktesebatta belediye başkan adayları
görebiliyor muyuz?
Bu soruya cür’etle “evet”
diyebilenler ‘ne söylediğinin farkında olmayan’lardır. Çünkü, evvelce söylediğimiz
üzere, belediye başkanlığının gerektirdiği tarih, medeniyet, mimarî, kültür,
estetikle donanmış irfan ve idrak
ne yazık ki ülkemizi ve şehirlerimizi terk etmiş durumdadır.
Peki öyleyse? Şehirlerimiz gene
kanserojen bir tümör gibi “ur”laşmaya devam edecek, vesselâm...
Ufukta “şehrin selâmeti”ne dair en
küçük bir belirti yok. Kısacası şehircilik cephemizde yeni bir şey yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder