Eskilerin “belâ ağızdan çıkan söze bağlıdır” sözü,
söz eğer bilinçli söylenmiş ise sonuçlarına katlanmayı göze almış bir cür’eti gerektirir.
Fakat bilinçle değil de, şuursuz bir refleks halinde verilmiş bir tepki ise
sonuçları çok daha vahim olur. Ancak, böyle bir vahim hal ortada iken bile işin
vahametini görememek ve hâlâ “şark hamaseti”yle siyaset yapmak, hem de “şehir
ve mimarî” gibi medeniyet tasavvurundan ‘dem vurmak’ ne yazık ki bir âmânın
‘künhüne vakıf olunmayan derinlik”e kendinden emin bir halde yol almasına
benzer. Siyasilerimiz, kendilerini her şeyin “malik ve sahibi” zannettiği için
“şehir, mimari ve medeniyet” derinliğine de dalmaktan kaçınmıyor. Düşeceği
ironik durumu, tezatlarını vs. düşünmüyor. Ve bu hal giderek vazgeçilmez bir
davranış biçimi olmaya devam ediyor.
Hele de “vahamet yüklü
hamaset” Başbakan’ın ağzından “iftihar”a dönüşmüşse, ‘kerameti kendinden menkul’
‘fahriyye’ irâd etmeye başlamışsa vay o memleketin haline! Çünkü iş artık
mecraından kaymıştır.
Ne demek istiyoruz?
Sözü nereye getirmek istiyoruz?
Başbakan’ın bazı büyükşehirlerdeki
“açılış”lar ve “şehir sempozyumları” vesilesi ile yaptığı konuşmalardaki
rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’e dair sözlerine değinmek istiyorum.
Başbakan,
İstanbul/Esenler’de düzenlenen “Şehir Yazarları ve Akademisyenleri Toplantısı”nda
şunları söylüyor:
"İstanbul'a belediye başkanı olduğumuz zaman,
İstanbul'da benden önceki belediye başkanı arkadaşlarımızın verdiği emsal neydi,
biliyor musunuz? 13-15 emsalin verildiği bir şehir ne olur, betondan başka ne
olur. O zaman 3 emsal vermek istediğimde çok ciddi eleştiriler aldım ama 3'e
indirdik. Şimdi de maalesef açlar, oburlar, doymayanlar bu 3 emsali arkadan,
sağdan, soldan nasıl dolanarak plan notlarıyla oynamak suretiyle 5'e, 6'ya,
7'ye çıkarabiliriz bunu yapıyorlar. Ve plan notlarıyla şu anda buralara bunu
tırmandırabiliyorlar. İşte bunlar şehirlere ihanet ediyorlar" diyor ve devam ediyor:
“Hassasiyetimiz şu olmalı, insan ne ise şehir odur,
şehir ne ise insan odur. O kaybettiğimiz neyse, yitirdiğimiz ne ise, bizim
öncelikle onu fark etmemiz, onu bulmamız ona yeniden sahip olmamız
gerekiyor"
Bunlara eyvallah!
Ancak, bunları söyleyen “muktedir olmayan” bir iktidarın Başbakan’ı mı yoksa
muhalefette bir siyasî lider mi? Yoksa olmayan muhataplarına serzenişte bulunan
bir mülk sahibi mi?
Medeniyetimizin
coğrafî tecellilerinin en kâmil şehirlerinden birisi olan İstanbul’da, son 12
senelik Ak Parti iktidarında hızla yükselen rezidanslar, AVM’ler, plazalar ve gökdelenlerin
gölgesinde bunları söylemek gerçekten ilginç ve müthiş! Acaba şehir yazarları
ve akademisyenlerin önünde bunları söylemek “yaptıklarının farkında olmayan”
bir iktidarın halisünasyonları mı?
Aynı programda
Başbakanın yazımızın başlığını çıkardığımız bir cümlesi daha var ki, idrak ve
irfanımız tutuluyor!
Şöyle devam ediyor Başbakan:
"Bize bir tek Mimar Sinan yetmez, onlarca
yüzlerce Mimar Sinan'a ihtiyacımız var. Allah rahmet etsin. Bize bir tek Turgut
Cansever yetmez. Bizim binlerce Turgut Cansever'e ihtiyacımız var. Bu milletin
ruhundaki ışığı, umudu, heyecanı çoğaltacak gönül mimarlarına ihtiyacımız var.
Eseri inşa ederken o esere gerçekten o ruhu verecek mimarlara ihtiyacımız var.
Millet olarak bizim ruhumuzda bu ışık ziyadesiyle mevcut. Bizim bu ışığı
bulacak bu ışığı canlandıracak ruhtaki o medeniyet hücrelerini diriltecek,
ellerinden tutup kaldıracak bir ufka, böyle bir özgüvene ihtiyacımız var.
Betonun, asfaltın, çimentonun, kaldırım taşının, mevzuatın içinde kaybolmuş
değil, bu aziz milletin tarihindeki şehir medeniyetini kavramış, o medeniyeti
her bir taşa yansıtmaya çalışan belediye başkanlarına ihtiyacımız var."
İşte bizi dehşete
düşüren, çıldırtan ifadeler de bunlar! Sözlere bütünüyle katılıyoruz. Ancak bu
sözleri söyleyen Başbakan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken rahmetli
Cansever’in feryâdlarını duymuş; tespitlerine, tekliflerine kulak vermiş midir?
Hayır! İktidarının ilk yıllarında
randevu talebine bile 3 ayda cevap alabilen Turgut Cansever’in kendisine sunduğu
“yeni şehirler nasıl kurulur” muhtevalı iki kitap-raporun akıbeti ne olmuştur?
(Bu konuyla ilgili hazırladığım uzun bir belgesel yazımı daha sonra yayınlayacağım.)
12 yıllık tek parti
iktidarında tartılıp sayılabilen, ölçülüp biçilebilen büyük işlere imza atan
Başbakan, esefle ifade edelim ki “eğitim, kültür, kadın-aile ve özellikle de
ŞEHİRCİLİK’te hiçbir mesafe kat etmediği gibi, donuklaşmanın da ötesinde hiçbir
tarz, model geliştirememiş, şehirlerimizin kaotik bünyesi “Kentsel Dönüşüm” ve TOKİ
uygulamalarıyla yeni kaoslara zemin hazırlamıştır. Siyasîlerin oy için,
bürokratların ek gösterge için, müteahhitlerin de rant için yarıştığı, hatta
meydan muharebesi verdiği bir iklimde gerçek “misyon adam”larına tahammül
edilebilir mi?
Başbakan doğru
söylüyor: “Bize binlerce Turgut Cansever
lazım!” Peki yanınızda iken göremediğiniz, idrak edemediğiniz, 89 yıl varlığını
hissedemediğiniz Cansever’i vefatından beş yıl sonra mı hatırlayabildiniz?
Keşke böyle olsa! Buna da razıyız. Başbakanın sözlerinin hiçbir reel karşılığı
yok. Ne Cansever’i okuyacak ve anlayacak kadroları, ne de uygulayacak çevre ve şehircilik
politikaları mevcut. Bu sözler sadece “günün anlam ve önemi”ne binaen irâd
edilmiş hamasî cümleler!
İçimiz yandığı için
bunları yazıyoruz. Hele de Cansever’in önemine vurgu yapan bir Başbakan olursa
anlayın artık!
Peki, bu müthiş
iktidar gücüne rağmen niçin Cansever’e kulak verilmemiştir? Niçin Cansever yok
sayılmıştır? Bu soruların cevabını Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TOKİ,
Belediye Başkanları ve ‘kifayetsiz muhteris’ müteahhitler mi verecektir?
“Ormanımdan yaş kesenin başını keserim” diyen bir İstanbul
Fatih’inin ruhaniyeti altında şehrin ruhuna musallat olmuş virüsler yükselirken,
“bin Cansever’e ihtiyacımız var!” demek
ne kadar inandırıcıdır?
Biz bu medeniyet,
tarih, ihtişam, şehir vurgularının ‘konjonktür’ gereği yapılmadığına inanmak
istiyoruz ama nafile! Aradan 12 yıl geçti. 12 yılda bir ülkenin şehirleri
‘yeniden ihya’ edilebilecek iken, ne acıdır ki ‘yeniden imha’ ediliyor!
Rahmetli Cansever’le
ilgili sorulan bir soruya Prof. S. Seyfi Öğün şu cevabı veriyor:
“…Turgut Bey bir üslup abidesiydi,
onu söyleyebilirim. Zaten kayıtlardan konuşmalarından onu çıkartıyorsunuz.
Turgut Beyin günlük hayatı da oydu. Ev hayatı da oydu. Bunun şahidi benim.
Herkesle kurduğu ilişki buydu. O zarafet üzerinden bu ilişkiyi kuruyordu. Bu da
belki günlük hayatın esnekliği itibariyle kıymetli bir şey olabilir. Ama bütün
bunlardan münezzeh bir nezaketti onunkisi. Turgut Bey en ağır lafları ediyordu
o nezaketin içerisinde, en kaldırılmayacak lafları ediyordu. O kadar ki, ben
onunla yaptığım bir sohbetin ağırlığını üç gün sonra filan çözüyordum. Bana bir
laf etmiş oluyordu, çok ağır bir laf, hakaret anlamında değil, kabul edilmesi
zor bir fikri yüklemiş oluyordu onun içerisinde. Böyle bir insandı. Tabi bu
insanın anlaşılması çok zordur….belediyeler
üstelik mesleki olarak da mimar falan olan insanlar, Turgut Bey gibi bir insanı
tabi ki anlamadılar. Randevu bile vermediler, bunu söyleyebilirim. Utanmadan bir de cenazesine gelip orada ah
vah ettiler. Onu da gördük. Allah’a havale ediyoruz.
Çünkü Turgut Bey, son on, on beş
senesinde hiç o güne kadar yapmadığı bir şeyi yapmıştı. Onun dosyaları hâlâ
duruyor. Yaklaşan depremi görmüştü. ‘99 depremini görmüştü, hatta ‘96 senesinde
ben onu Bursa’ya çağırdım, bir konferans vermesini istirham ettim, kabul buyurdular.
Yalnız dedi ki, ‘ben belediyeyle görüşmek istiyorum, bana bir randevu
ayarlayabilir misin?’. ‘Üstadım ne demek’, hemen bulduk buluşturduk… Belediyeye
götürdük. Belediye başkanının yüzüne şunu söyledi: ‘Bakın deprem geliyor, az
kaldı, Marmara belediyeleri birlikte hareket edelim, ben bir platform
oluşturuyorum, lütfen hemen harekete geçelim.’ Tabii hocam yaparız ederiz
dediler, ilgilenmediler. Hâlbuki bütün fizibilite raporlarıyla birlikte vermişti,
çok ucuza bu işi nasıl mal edebiliriz, nüfus ağırlığını dağıtabiliriz diye
fakat Turgut Bey’in en son Zeytinburnu projesinde belediye reisleri tarafından
nasıl nahoş muameleye maruz olduğunu biliyoruz…”
Öğün’ün anlattığı sadece acı bir örnek.
Türkiye 12 yıl önce yakaladığı şehircilik fırsatını “ganimete” çeviremedi,
yâni şehirlerini mâmur edemedi. Cansever gibi bir “Yaşayan Sinan”ı ıskaladı,
göremedi, belki de ağırlığına tahammül edemedi.
Şimdi ise Başbakan’ın ağzından ona “medhiyeler” dökülüyor!
İnşallah bu medhiyeleri hem kendisi hem de ilgililer “uyarı kabul eder! Ama
nafile!
Sözü, XVII. Yüzyılda
yaşayan bir irfan-hikmet adamı olan Koçi Bey’in önce Padişah IV. Murad ve sonra
Sultan İbrahim’e takdim ettiği “Risale”sinden günümüz için anlamlı bir cümleyle
bitirelim: “… O çeşit kimseler ise
dünya ahvâlini bilmedikleri halde tâzeliğe ve pâdişahın iltifatına mağrur
olarak bilgili kimselere sormağa da tenezzül etmediler. Gafletleri son haddinde
olmakla âlemin düzeni bozuldu.”
Şehirlerimizde hızla
yaygınlaşan ve Koçi Bey’in tabiriyle “zararı
bulaşıcı bir bid’at” haline gelen rezidans, avm, plaza, gökdelen ve
“kentsel dönüşüm” uygulamalarını gördükçe, bin Cansever
ihtiyacında olan bir iktidarın bir Cansever’i farketmemiş
olmasını affedilir bir hata kabul
edebilir miyiz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder