Geçtiğimiz
haftaki “HES’ler tabiatın fıtratını bozuyor!” başlıklı yazım üzerine
Orman ve Su İşleri Bakanlığı “resmî” bir açıklama göndermiş. Bakanlık, yazımla alâkalı olarak “bazı açıklamaların yapılmasının gerekliği
görüldüğü” ibareli bir sayfalık cevabının sonunda “Göndermiş olduğumuz cevap metni, kanuni haklarımız saklı kalmak kaydıyla,
aynı sayfada, aynı puntolarla yayınlanmak üzere” yollu yasal bir tehdit ve gözdağını da eksik
etmemiş. Böylece HES’lerin“fezâil-i âmâl”ine
dair dersimizi de almış olduk (!)
Bakanlığın yazıma cevap vermesinin nedeni, büyük ihtimalle, yazımda “Orman ve Su İşleri Bakanı” ifadesinin
geçmesiydi. Açıklama, otomatize olmuş, makinalaşmış, idrak ve düşünce
melekelerini çalıştırmayan/refleksif, bürokrat çekmecelerinde muhataplarını bekleyen, bildiğimiz türden hazır paket
cevaplardan birisi.
Bakanlık açıklamasının başında mâhir
bir bürokrat manevrasıyla Orman ve Su İşleri Bakanı’nın “her canlının bir fıtrat üzerine
yaratıldığını iyi kavramış ve yaptıklarıyla tabiata olan saygısını göstermiş
bir şahsiyet” olduğunu da anlamış olduk.
Bakanlığın cevabından Solaklı’nın pilot havza seçilerek öncelikli
olarak ele alındığı anlaşılıyor. Cevap adeta Harran Çölü’nde hazırlanmış. Çünkü
cevabı kaleme alan bürokratların ne Of/Solaklı Vadisi’ni gördükleri var, ne de
Vadi’de yapılan flora tahribatından haberleri.
İşin trajikomik yanı, Bakanlığın cevabında Solaklı Deresi’ndeki HES’lerin
700-1500 m. rakımlı Vadi'nin oldukça yüksek köylerinin “içme suyu, sulama” ihtiyacını karşılayacağı ve HES’lerin “sanayi tesislerinin ihtiyacı olan suyun
karşılanması ve benzeri faydalar için de kullanılmakta olan çok maksatlı
depolama tesisleri” olduğu ifade ediliyor. Yılın 12 ayında yağmur yağan,
içme suları yüksek dağlardan karşılanan vadi köylerine çok daha düşük rakımlı
HES’lerle su götürülecek ve tarım arazileri mi sulanacak (!)
Anlayacağınız; dere
boyundaki HES’ler bundan böyle gökyüzünden
vadideki köyleri sulayacak (!)
Ayrıca HES’lerin “yeni bir yeşil dünya” mucidi(!)
olduklarını da açıklamadaki şu cümleden öğrenmiş olduk: “Bütün HES projelerinde ana hedef; tabiata zarar vermeden üstelik
geçmişte zarar görmüş alanları da rehabilite ederek, ülkemizin enerji
ihtiyacını karşılamaktır. İyi planlanmış çevre ile uyumlu, yeşil ve maviyi
buluşturan hidroelektrik santral projeleri; enerji ve kalkınmayı da beraberinde
getirecektir.”
Gene, o muhteşem
vadinin “cemaliyle tezahür etmiş” yüzünü soyup perişan ettikten sonra “havzanın görsel ve estetik değerlerinin
tabiatla uyumlu bir şekilde geliştirilmesi Solaklı Vadisi Çevre Düzenlemesi
Projesi’nin temel hedefini oluşturmaktadır. Bu maksatla havzada tabii yapıyla
uyumlu şekilde 2 adet gölet inşa edilme” şeklindeki açıklama da bir ayrı
garabet!
Vücuda hayatiyet
veren sağlıklı kalbi söküp yerine protez/yapay organ takmak neyse (açıklamalardan
anlıyoruz ki) Solaklı’da yapılan da o!
Eskilerin “lüzumsuz sualin manâsız
cevabı” dedikleri türden bir durumla karşı karşıyayız. Çünkü, hangi
galakside yaşadığından habersiz bürokratların “Sayın Bakan’ın meziyet ve maharetlerini savunma” adına ne söylediklerinden
haberleri yok.
Yarabbi aklımıza mukayyet ol! Çünkü idrakin, irfanın, iz’anın terk ettiği
bir zihniyetle karşı karşıyayız!
Eğer söz konusu Bakanlık bu konuda gerçekten duyarlı olsaydı, yazıma
birkaç saat içinde cevap yetiştirmeden önce “bu
yazı ne demek istiyor?” şeklinde, dile getirdiğim “ontolojik” konulardaki
düşüncelere dair bir muhteva veya en azından bu konuda ipuçları ortaya koyabilirdi.
Bakanlığın cevabından anlıyoruz ki; tam bir “devletçi vesayet” mantığıyla “dağlar da bizim, sağlar da bizim, Solaklı
da bizim, ferman da bizimdir” türünden, hiçbir eleştiriye tahammül
edemeyen bir anlayışla karşı karşıyayız.
Yazımda ısrarla belirttiğim “güç
zehirlenmesi”nin bir göstergesi niteliğindeki Bakanlık cevabından da anlaşılıyor
ki, HES’lerin kurulduğu dereler hakkında Bakanlık da doğru dürüst bilgi sahibi
değil!
Yazımın ekseni; üzerinde derin düşünülmesi gereken “insana emanet edilmiş tabiat ve tabiat
karşısında insanın sorumluluğu” idi. Yâni “emanete sadakat”in bir
gereği olarak HES’lerin tabiata, (yazımda söz konusu ettiğim Solaklı Vadisi’ne)
verdiği zararların bir kez daha derinliğine gözden geçirilmesi, kavranması idi.
Bakanlığın bu cevabından sonra HES’lerin tabiatın sadece fıtratını
bozmakla kalmayıp, bizatihi karar veren ve icra edenlerin de fıtratını bozduğu
anlaşılıyor. Gene de Bakanlığa teşekkür ediyoruz. Bu vesileyle kastımı tekrar
şerh etme imkânı bulmuş oldum. Umulur ki idrak kanalları açılır da bu
tür reflektif cevaplardan kaçınırlar. Pek ihtimal vermiyorum ama HES’lerle
ilgili yazılarımın bu vesile ile ülkeyi yönetenlere belki bir katkısı olur.
Trabzon Çaykara Solaklı Vadisindeki HES’ler vadide tabiata karşı işlenen suçların
sadece tek bir örneği. Batılı bir şehir kuramcısının nefis bir kavramsallaştırmasıyla
“gözün vicdanı” olmayınca
vadideki katliam görülemiyor!
Eskiler su
ikramından sonra“su gibi azîz ol!”
diye dua ederlerdi. Eğer melekeleri kaybolmazsa yeni nesiller de herhalde “HES’ler gibi azîz ol!” şeklinde dua
edecekler! Yahut da bu katliamlardan sonra ne yazık ki HES’e azîz, suya zelîl gözüyle bakacağız!
Muhkem bir
dünya görüşü ve medeniyet tasavvuru olmayan, insana, eşyaya, tabiata, olaya ve
topyekûn varlığa bu idrakle bakamayanlardan başka bir şey beklemek köre
renkten, sağıra sesten bahsetmek gibi olur!
Eskiden “kızılderili köyünü keşfe
giden sosyologlarımız” vardı. Şimdi de vadilerini asla tanımayan,
derelerinde HES’lerin yaptığı başkalaşma ve yabancılaşmaları göremeyen Orman ve
Su İşleri Bakanlığımız!
Eğer
“medeniyet iddialı” bir siyasî söyleminiz ve tabiat tasavvurunuz varsa Harran
Çölünde ikamet edip fotoğrafını bile görmediğiniz Solaklı Vadisi hakkında ahkâm
kesemezsiniz. Bakarsanız, hayatınızda hiç gidip görmediğiniz, kimyasını
(flora ve faunasını) bilmediğiniz vadileri, dereleri anlayamaz ve insanca
kavrayamazsınız. Solaklı’yı da Aral Gölü’nün akıbetine sürüklersiniz.
Mademki Orman ve Su İşleri Bakanlığı büyük ölçüde kendi Bakanlığının
alanına giren HES’ler konusundaki eleştirilere, muhtevasına bakmadan “cevap
yetiştirmeye” bu kadar meraklıdır, o halde mevcut İktidarın iki Bakanına ait
biri çeviri diğeri orijinal/te’lif kitap ve bir makaleden iki önemli alıntı
yapacağım. Belki böylece konunun “ontolojisi”ne ilişkin bir bakış açısına kavuşurlar.
Gelelim işin
ontolojik boyutuna… Zaten yazımın amacı da buydu. Bu konuda, Prof. Seyyid
Hüseyin Nasr, mevcut iktidarın Milli
Eğitim Bakanı Prof. Nabi Avcı’nın
çevirdiği “İnsan ve Tabiat” isimli eserinde modern insanın tabiata karşı nasıl
bir cani olduğuna dair şu önemli tespiti yapıyor:
“Çağdaş insan, tabiatı, kendisinden yararlandığı, ama kendisine karşı ayrıca sorumlu da olduğu bir eş gibi değil, bir fahişe gibi görmektedir: Kendisine karşı hiçbir yükümlülük ve sorumluluk duygusu beslenmeyen bir fahişe... Zorluk şurada: Bir fahişe gibi 'kullanılan' tabiatın durumu günden güne daha fazla gönül eğlendirmeyi imkânsız kılmaktadır. Aslında pek çok kişinin onun durumundan kaygı duymaya başlamasının nedeni de budur.”
Müthiş cümleler! Tabiatı fütursuzca kullanmak mı yoksa emanet olduğu
şuuruyla onu korumak mı? Eğer bu durumdan endişe duyabiliyorsak insan
olduğumuza dair bir şeyleri de hatırlayabiliyoruz demektir!
İnsan ve Tabiat ilişkisine dair bir diğer ve asıl ontolojik yaklaşım
Dışişleri Bakanı Prof. Ahmet Davutoğlu’nun Batı ve İslâmî dünya
görüşünün insan-tabiat ilişkilerindeki felsefî arka plâna işaret eden “Medeniyetlerin Ben İdraki” isimli
makalesindeki şu ifadelerdir:
“Galtung'un "insan tabiata
hakimdir" şeklinde
özetlediği batı medeniyetinin prototipinin tabiat anlayışı ile İslam
medeniyetinin ben-idrakinin öngördüğü tabiat anlayışı arasındaki farklılaşma,
aynı zamanda, batı medeniyeti ile kadim kültürler arasındaki temel ayrım
noktasını yansıtmaktadır…
İslam medeniyetinin ben-idraki, bu yaklaşımın aksine, tabiatı Yaratıcı kudretin tecelli ettiği
bir işaretler bütünü olarak görmektedir ki, bu insan ile tabiat arasında bir
özne-nesne ilişkisi değil, bir varoluş ilişkisi doğurmaktadır. Kuranî çerçeve
içinde ele alındığında, Allah'ın işaretlerini ihtiva eden tabiat, Allah'ın
yeryüzündeki halifesi olan insan için bir varoluş alanıdır. Dolayısıyla da,
insan ve tabiat eşit bir varoluş düzleminde bulunmaktadırlar ve bu anlamda
yaratılmışlık açısından aynı Özne'nin nesneleri konumundadırlar.
İnsanı, tabiat olgularından farklılaştıran şey ontolojik bir
dikey hakimiyet değil, o tabiatta tecelli eden gerçekliği idrak edebilme
kabiliyeti ve bu çerçevedeki özel yaratılış misyonudur. Böyle bir anlayışta,
tabiat statik ve edilgen bir nesne değildir. Yaratıcı'nın yaratılış sürecinde
her an tecelli ettiği ve bu tecelliler bütünü içinde Sünnetullah'ın insan
idrakine sunulduğu muhteva yüklü, aktif bir nesnedir; her haliyle Yaratıcı'yı
zikretmekte ve işaretleri aracılığıyla insana konuşmaktadır. Bu
anlayışın ortaya çıkardığı doğal sonuç, tabiatın dengelerine yönelik bir müdahalenin,
aynı zamanda, ayetullahı tahrip ederek sünnetullaha müdahele etme anlamına
gelmesidir ki, bu gerçek Yaratıcı tarafından insana verilen sınırlı özne rolünün
sınırlarını aşarak mutlak özne rolüne kalkışmak demektir.
Yaratıcı'nın
işaretlerini taşıyan tabiat anlayışı insanın tabiata iletişim kurabilecek bir
ibretler alemi olarak yaklaşması sonucunu doğurmuştur. Mevlana'nın neye, Yunus
Emre'nin sarı çiçeğe hitabı da böylesi işaretler yüklü ve aktif bir tabiat
anlayışının mistik ve popüler kültüre yansımasıdır. Bu çerçevede İslam
medeniyetinin ben-idraki ne Spinoza'nın Deus Siva Natura (Tanrı eşittir tabiat)
denkleminde olduğu gibi panteist bir özdeşleşmeye, ne de Newton mekaniğinin
dayandığı Tanrı'nın bir kere kurduğu ve tekrar müdahele etmediği tabiat
anlayışının dayandığı deistik metafiziğe yakındır.
….İnsanoğlunun, insan-tabiat ilişkisinde yerleşik modernist
paradigmayı aşabilmesi kadîm medeniyetlerin bu tabiat anlayışından ciddi bir
zihniyet aşısı almasına bağlıdır. Bu açıdan, İslam ben idrakinin "Allah'ın
Yaratıcı kudretinin her an tecelli ettiği tabiat, insanoğluna ontolojik
varlığını sürdürmesi için sunulan bir nimettir " şeklinde özetlenebilecek tabiat anlayışı insan tabiat
ilişkisinin yeniden yorumlanmasında ve çevre bunalımının aşılmasında yeni açılımlar getirebilecek bir zihniyet boyutu ihtiva
etmektedir…”
Daha ne söyleyelim
veya daha ne aktaralım?
Orman ve Su İşleri
Bakanlığı’nın Ahmet Davutoğlu’nun medeniyetler bağlamında temellendirdiği insan
ve tabiata ilişkin böylesine bir idraki var mıdır?
Dışişleri
bakanındaki ontolojik idrakin Orman ve Su İşleri ile diğer ilgili bakanlıklarda
da olmasını diliyoruz!
Bırakınız böyle
bir idraki, Solaklı Deresi örneğinde
olduğu gibi, yapılan katliamı görebilmek için bakmaktan da öteye “gözün
vicdanı” gerekir. Böyle bir vicdan olabilmesi için de Davutoğlu’nun
temellendirmelerini bir “bünye hazmı” şeklinde içselleştirmek gerekir.
“Yeryüzünü yaydık,
oraya sabit dağlar yerleştirdik, orada her şeyi bir dengeye göre
bitirdik.” (Hicr-19) Buyuran Yaratıcı'nın kurduğu dengeyi
muhafaza etmek, “emanete ihanet etmeme”nin bir gereğidir!
“De ki:
Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?” (Mülk-30) ilâhi kelâmı da mı
bu zihinlere hiç bir şey hatırlatmıyor?
Yeryüzünü ifsatta sınır tanımayan insanoğlu, böylece
kendi akıbetini de meş’um bir şekilde hazırladığını herhalde biliyordur!
Her ne kadar devletlû bir mantıkla “cevap vermek için cevap verme” için de
olsa bu yazımı kaleme almama vesile olan Bakanlığa teşekkürle bitirirken, Orman
ve Su İşleri Bakanlığı siyasîlerine ve bürokratlarına bir kez daha öncelikle
Ahmet Davutoğlu’nun “Medeniyetlerin Ben
İdraki” makalesini ve S.Hüseyin Nasr’ın (Nabi Avcı’nın çevirisi) “İnsan ve Tabiat”ını okuyup derinliğine
idrak etmelerini tavsiye ederim.
Yazımızı, anlaşılması ve üzerindeki düşünülmesi gereken Davutoğlu’nun şu tespitini
tekrar Bakanlık ilgililerine hatırlatarak bitirelim: “Yaratıcı'nın işaretlerini taşıyan tabiat anlayışı insanın
tabiata iletişim kurabilecek bir ibretler âlemi olarak yaklaşması sonucunu doğurmuştur.”
İnşallah, iş işten geçmeden
bakanlıklarımızda böylesine bir “mükellefiyet
idraki” oluşur!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder