Üstad
hakkında konuşurken/yazarken, öncelikle bu hikmetten pay almış, bu hikmeti usûl
ölçüsü bilerek konuşmak/yazmak gerekiyor. Üstad’a ve onun muhtevasına ilişkin
“zevken idrak” düzeyinde bir anlayışınızın/kavrayışınızın olması lazım. Aksi halde anlattığınız asla Üstad olmaz,
üstadın muradı olmaz.
Öncelikle
şunu söylemek gerekiyor ki; Üstad’ın fikir hayatı, bir biyolojik canlının
hayatı gibi “gelişme içinde” bir hayat değildir. Bazı edebiyatçıların
kategorize şeklinde Üstad’ın hayatını ikiye ayırıp “önceki” ve “sonraki”
şeklindeki nitelemelerinin O’nu anlayamamanın
esasına ilişkin büyük bir yanlış olduğuna vurgu yapmak gerekiyor. Bu ayrımı
eksen alıp bunun üzerinde temellendirmeler yapılması yanlışın da ötesinde bir
garabettir. 1934’ten önceki hayatında yazdığı şiirler “din dışı”, 1934’ten
sonrakiler ise “din içi” gibi garabetler zorlama saçmalıklardır. Üstad’ı
öncesi/sonrası şeklinde bir kategoriye tabi tutanlar Üstad’ı anlamanın cümle
kapısından bile girememiş idrakleri
iltihaplı olanlardır.
Bu
ayırım aslında özellikle sol ve Kemalist ideolojinin yaptığı bir ayrımdır. Bunu
alıp, sanki “orijinal” bir şeymiş gibi piyasaya sürmek en hafifiyle bir “edep
hatası”dır. Bu ayrımı yaptığınız andan itibaren Üstad’dan uzaklaşmaya başlıyor
ve onun ruh ve düşünce sistematiğini anlamanız ne yazık ki mümkün olamıyor.
Bir
misal: Üstad’ın 17 yaşında yazmış olduğu “Bir Mezar Taşı” adlı şiiri ve “Allah”
şiirini okuduğunuzda bu yaşta bir şairin, gencin nasıl bir nefs murakabesine
girdiğini görürsünüz. Daha sonra kendisinin “Kriz Entellektüel” diyeifade
ettiği, yaşadığı cemiyette hem kendisini hem fizik dünya ve ötesinin hesabını
verebilme cehdi içerisine girebilmiş bir büyük kafanın hazırlık devresini
görüyoruz.
Yani kaynaktan
yeni fışkıran, giderek akışı yoğunlaşıp hızlanan ve kasırgalaşan bir hayatın
1934’te aslî yatağını bulacağı bir hazırlık dönemi olduğunu görüyoruz.
Bu
anlamda Üstad “Babıali” sinde geçirdiği devreleri kıymet hükümleriyle ifade
etmiştir. “O ve Ben” de de iç dünyasını, bütünüyle yönelmiş olduğu,o büyük
mürşitle (Abdulhakîm Arvasî) olan
ilişkisini anlatır.
O’nun
hayatı kırılmalarla, parçalanmalarla yaşanmış bir hayat değil, yaşanmaya değer bir hayattır.
O’nun
hayatında denemeler ve yanılmalar yoktur. Deneyip hakikati bulma (ki bu hakikat
değildir) tekrar yanılma ve hakikati arama endişesi asla yoktur hayatında.
Peşinen hakikati bulma, teslim olma ve bu hakikati mecrasına oturttuktan sonra,
O’nun yolunda kırk yıl sürecek olan bir mücadelesi vardır Üstad’ın.
O’nun
hayatı “hakikate adanmış” bir mücadele ile her türlü çile ve meşakkate katlanılmış
bir hayattır.
Gerek
fikri mücadelesinde, gerek bütün sanat dallarında vermiş olduğu eserlere
baktığınızda, mücadelesini o vasıtalarla anlatabilme, hissettirebilmenin
inanılmaz gayretini görürsünüz. O’nda hakikati bulmuş/teslim olmuş ve bunun
itminanıyla muhataplarını o hakikate davet, o hakikati idrak ettirecek bir
telkin ve mücadele hayatı görürsünüz.
Yani Üstad
Necip Fazıl fikir, kültür ve edebiyat tarihinin bir nesnesi değil, öznesidir.
Üstad,
fikirleri ve eserlerini belli tarih dilimleri içerisinde verse ve o eserler o
tarihî hadiselere tekabül etse de asla “tarihselcilik” bağlamında
değerlendirilmemesi gereken bir fikir adamıdır. Sadece mesajını, mücadelesini
“zamanın dili”yle vermiştir. Bugün aradan yıllar geçmesine rağmen 40-50 veya 60
yıl önce ortaya koyduğu eserler, fikirler hâlâ önümüzü aydınlatmakta,
istikametimizi göstermektedir.
Üstad
Necip Fazıl’ın fikrini, şiirini, toplumsal ve ideolojik mücadelesini
kesintisiz, yekpare bir bütün olarak anlamak gerekiyor. Üstat, doğuştan hakikate hazır
bir cins kafa idi. Allah’ın bazı istisnai kullarına nasip ettiği bir şeydir bu.
Bir
zamanlar düşmanlarının bile “bir mısrası
bir millete şeref vermeye yeter” dedikleri Üstad, iman mihrakını, dünya görüşünü
açıkladıktan ve bütün bir mücadele gayesini tezatsız bir biçimde ortaya
koyduktan sonra “şiirine yazık etti,
sabık şair, mistik şair” diye nitelendirdikleri zamandan sonra da müstakim
bir mücadele çizgisinde müstağni bir hayat sürmüştür.
Yâni
O’nun övgülere de, yergilere de aldırış etmeyen bir müstesna ve müstağni hayatı
vardı.
Büyük
Velileri anlattığı “Halkadan Pırıltılar” adlı kitabının önsözünde O velilere
ilişkin söylediği, ama üstadı doğrudan doğruya bizzat tanımlayan bir cümlesi
vardır: “Aklın patladığı ve hesabın kül
olduğu sınırdan ilerideki alemde meclis kuranların hikayeleri…”
Üstadın
kendisi de ‘sınırdan ilerideki alem’e odaklı olduğu için, kırk yıllık meşakkat
ve çile dolu bir hayatın bir fani tarafından yaşanabilmesinin tek bir izahı olabilir.
O da; sınırdan ötede meclis kuran bir
ruh durumuna sahip olmaktır. Böyle olmasaydı, on bir kez hapse girip çıkan bir
adam ve her defasında daha da alevlenen bir mücadele ve enerji…
Bu
enerjiyle 1943' te Büyük Doğu’yu çıkardı.
Büyük Doğu onun büyük rüyasıdır. O’nun büyük duasıdır, O’nun isminden çok neye delalet ettiği önemli
olan büyük medeniyet davasıdır.
Üstad
medeniyetinden koparılan, tarihi kökleri kurutulan bir toplumun, bir tarihin,
bir milletin, bir coğrafyanın davasını kendisine dert etmiş, bu dert ile
hemdert olmuş bir mütefekkir, bir muhakkiktir. O, sürekli tahkikte, yani
hakikatin merkezinde yaşayan adamdı. Sürekli hayrette, sürekli huzurda, sürekli
hesap şuuruyla yaşamış bir mütefekkirdi.
Şiir
örgüsü olan Çile kitabıyla, fikir
örgüsü İdeolocya Örgüsü kitabını karşılaştırdığınızda
göreceğiniz; İdeolocya Örgüsü onun medeniyet tasavvurunun, medeniyet tasarımı
haline geldiği tezatsız bir bütünlüğe sahip fikir yumağı; Çile kitabı da, şiirin zirvesinden seslenen bir şairin medeniyet
tasavvurunun şiir diliyle ifadesidir. Yâni Çile’siyle ne yapmak istediyse
İdeolocya Örgüsüyle de onu yapmıştır.
Vefatından
kısa bir süre önce (1083) yazdığı bir şiirinde “Allah, Resul aşkıyla yandım, bittim, kül oldum öyle zayıfladım ki
sonunda herkül oldum” deyişi bir büyük muhakkikin hakkel-yakînden seslenişidir adeta.
Üstadın
hikmetsiz hiçbir davranışı yoktur. Her davranışından ‘ders çıkarılması’ gereken
bir hayattır onun yaşadığı. İzahı yapılamayacak hiçbir hareketi, hiçbir
davranışı, hiçbir eylemi yoktur.
Yaşadığı
hayatın bizatihi şiir olduğunu göremeyenlerin “Şiiri niçin bıraktınız?”
sorusuna “alt katını alevler bürümüş bir evin
üst katında satranç oynanmaz” diye cevap vermişti Üstad. Ve gene “şiirimin muhtaç olduğu iklimi kurabilmenin,
onu inşa edebilmenin davasındayım” demiştir.
Kaldırımlar
şiiri yayınlandığında üstadı göklere çıkardıkları zaman da O şunu söylemiştir. “ Şu benim herkese parmak ısırtan şiirim
kaldırımları göklere çıkarıyorlar. Bense yerin dibine indirdikleri fikrindeyim.
Zannediyorlar ki, o şiir, kaldırımlarda geceleyen, evsiz barksız bir sınıfın
destanı.. Halbuki o; belki şato sahibi, en nadide ağaçtan yontulu karyolasında
gözü uyku tutmaz, mustarip fikir prensinin, çilekeş entelektüelin şiiri..
Yirminci asır entelektüeline bağlı, ruhunu ve gayesini yitirmiş bir cemiyette
bunalımlar yaşayan öncü kişiliğin şiiri... Bu kadarını anlayan yok.. İnsan
çürümez, pörsümez, lif lif dağılmaz da ne olur bu cemiyette?..”
Yani
O, fikirde ne yapmak istediyse şiiriyle de onu yapmak istedi.
Siyasetçilerle
olan ilişkileri “davasının izzeti ve zaferi” içindir. Bunu küçük idrakler
anlayamaz. Gençliğe hitabesinde söylediği “Canların canı uğruna can vermeyi
cana minnet bilecek” bir adanmışlığa kavuşmuş bir büyük mücadele adamıyla karşı
karşıyayız.
O’na;
“Yaram
var, havanlar dövemez merhem
Yüküm
var pazarlar bulamaz dirhem Ne çıkar bir yola düşmemiş gölgem
Yollar ki Allaha çıkar bendedir” dedirten işte bu adanmışlıktır.
Yani
başı ve sonu Allah ve Resulü olan bir mücadelenin tecezzi kabul etmez bir
biçimde yaşanmanın mihrak şahsiyetidir Üstad Necip Fazıl. “Hayatını eser, eserini de hayatı haline getirmiş” bir büyük mücadele adamını, indirgemeci bir
şekilde kendi idrak seviyesine düşürenlerin anlayamayacağı bir hayat…
Üstad
te’lif hakkı kendisine ait olan “Ulu Hakan” vasıflandırmasını yaptığı Abdülhamid Han isimli eserinin sonunda der ki
“Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır”. Biz de diyoruz ki “Üstadı
anlamak her şeyi anlamak olacaktır. “
Her
kavram manasını, her yanlış doğrusunu Üstad’da bulmuştur.
Bugünkü
nesillerin O’nun eserlerine nüfuz edecek idrake kavuşmaları en büyük duamız ve
derdimiz olmalıdır.
“Ustada kalırsa bu öksüz yapı onu sürdürmeyen
çırak utansın” diyor Üstad. Gene, kahramanları sınıflandırırken der ki: “iki tip kahraman vardır; ölmeden ölenlerle
ölüp de ölmeyenler” derdi. Ölmeden ölenler velîlerdi. Ölüp de ölmeyenler
ise şehitlerdir. Üstad ise ölmeden önce ölen yâni “bütün fani lezzetlere tenezzül etmeyen”
bir mücadele adamı olarak o kahramanların içindedir. Eserleriyle de ölüp de
ölmeyenler sınıfına dâhil olmak üzere her iki kahraman sınıfına dahil edilmesi
gereken bir büyüktür.
Taşıdığı
sorumluluğun ne azîm, büyük, müthiş olduğunu ”bir kuş bir kuşu öldürse sanki ben ölüyorum” mısraını anlayanlar
anlarlar. Öyle “kurşundan bir yük” taşıyordu ki, bütün derdi bu yükü, bu
mukaddes emaneti asliyyetiyle yüklenmek ve kendinden sonra ruh adaleleri genç
bir nesle emanet etmekte bütün muradı.
Rahmetli
Osman Yüksel Serdengeçti rahmetli, üstadın vefatında yazdığı bir yazıda demişti
ki; “Herkes üstadın arkasından beylik bir laf ediyor, “boşluğu doldurulamaz.” Serdengeçti de demişti ki; “
Boşluk mu bıraktı ki doldurulsun?”
Onun
kullandığı üç kelime ile 79 yıllık hayatını ifade edecek olursak; “İman,
fikir ve aksiyon”dan ibarettir.
Şimdi
asıl mesele; Üstadı yeniden evlerimize davet etmek, evlerimizden de eksik
etmemek gerektiğini idrak etmektir.
(Hüküm Dergisi, Ekim 2015)