9 Ekim 2015 Cuma

ÜSTAD NECİP FAZIL’I ANLAMAK AMA NASIL? - yaşanmaya değer bir hayat üzerine-

Muhiddin Arabî Hz.leri Fütuhat-ı Mekkiye’sinde “Ben sadece zevken bildiğim şeyler hakkında söz söyleyebilirim” diyor. Üstad Necip Fazıl’ı da “anlamak”a dair usûl üzerine birtakım şeyler söylemek için öncelikle O’nu anlamaya dair “kelâmın ötesinde” bir (kendi deyimiyle) “zevken idrak”ten pay sahibi olmak gerekiyor.

Üstad hakkında konuşurken/yazarken, öncelikle bu hikmetten pay almış, bu hikmeti usûl ölçüsü bilerek konuşmak/yazmak gerekiyor. Üstad’a ve onun muhtevasına ilişkin “zevken idrak” düzeyinde bir anlayışınızın/kavrayışınızın olması lazım.  Aksi halde anlattığınız asla Üstad olmaz, üstadın muradı olmaz.

Öncelikle şunu söylemek gerekiyor ki; Üstad’ın fikir hayatı, bir biyolojik canlının hayatı gibi “gelişme içinde” bir hayat değildir. Bazı edebiyatçıların kategorize şeklinde Üstad’ın hayatını ikiye ayırıp “önceki” ve “sonraki” şeklindeki nitelemelerinin O’nu anlayamamanın esasına ilişkin büyük bir yanlış olduğuna vurgu yapmak gerekiyor. Bu ayrımı eksen alıp bunun üzerinde temellendirmeler yapılması yanlışın da ötesinde bir garabettir. 1934’ten önceki hayatında yazdığı şiirler “din dışı”, 1934’ten sonrakiler ise “din içi” gibi garabetler zorlama saçmalıklardır. Üstad’ı öncesi/sonrası şeklinde bir kategoriye tabi tutanlar Üstad’ı anlamanın cümle kapısından bile girememiş idrakleri iltihaplı olanlardır.

Bu ayırım aslında özellikle sol ve Kemalist ideolojinin yaptığı bir ayrımdır. Bunu alıp, sanki “orijinal” bir şeymiş gibi piyasaya sürmek en hafifiyle bir “edep hatası”dır. Bu ayrımı yaptığınız andan itibaren Üstad’dan uzaklaşmaya başlıyor ve onun ruh ve düşünce sistematiğini anlamanız ne yazık ki mümkün olamıyor.

Bir misal: Üstad’ın 17 yaşında yazmış olduğu “Bir Mezar Taşı” adlı şiiri ve “Allah” şiirini okuduğunuzda bu yaşta bir şairin, gencin nasıl bir nefs murakabesine girdiğini görürsünüz. Daha sonra kendisinin “Kriz Entellektüel” diyeifade ettiği, yaşadığı cemiyette hem kendisini hem fizik dünya ve ötesinin hesabını verebilme cehdi içerisine girebilmiş bir büyük kafanın hazırlık devresini görüyoruz.

Yani kaynaktan yeni fışkıran, giderek akışı yoğunlaşıp hızlanan ve kasırgalaşan bir hayatın 1934’te aslî yatağını bulacağı bir hazırlık dönemi olduğunu görüyoruz.

Bu anlamda Üstad “Babıali” sinde geçirdiği devreleri kıymet hükümleriyle ifade etmiştir. “O ve Ben” de de iç dünyasını, bütünüyle yönelmiş olduğu,o büyük mürşitle (Abdulhakîm Arvasî)  olan ilişkisini anlatır.

O’nun hayatı kırılmalarla, parçalanmalarla yaşanmış bir hayat değil, yaşanmaya değer bir hayattır. 

O’nun hayatında denemeler ve yanılmalar yoktur. Deneyip hakikati bulma (ki bu hakikat değildir) tekrar yanılma ve hakikati arama endişesi asla yoktur hayatında. Peşinen hakikati bulma, teslim olma ve bu hakikati mecrasına oturttuktan sonra, O’nun yolunda kırk yıl sürecek olan bir mücadelesi vardır Üstad’ın.

O’nun hayatı “hakikate adanmış” bir mücadele ile her türlü çile ve meşakkate katlanılmış bir hayattır.

Gerek fikri mücadelesinde, gerek bütün sanat  dallarında vermiş olduğu eserlere baktığınızda, mücadelesini o vasıtalarla anlatabilme, hissettirebilmenin inanılmaz gayretini görürsünüz. O’nda hakikati bulmuş/teslim olmuş ve bunun itminanıyla muhataplarını o hakikate davet, o hakikati idrak ettirecek bir telkin ve mücadele hayatı görürsünüz.

Yani Üstad Necip Fazıl fikir, kültür ve edebiyat tarihinin bir nesnesi değil, öznesidir.

Üstad, fikirleri ve eserlerini belli tarih dilimleri içerisinde verse ve o eserler o tarihî hadiselere tekabül etse de asla “tarihselcilik” bağlamında değerlendirilmemesi gereken bir fikir adamıdır. Sadece mesajını, mücadelesini “zamanın dili”yle vermiştir. Bugün aradan yıllar geçmesine rağmen 40-50 veya 60 yıl önce ortaya koyduğu eserler, fikirler hâlâ önümüzü aydınlatmakta, istikametimizi göstermektedir. 

Üstad Necip Fazıl’ın fikrini, şiirini, toplumsal ve ideolojik mücadelesini kesintisiz, yekpare bir bütün olarak anlamak gerekiyor. Üstat, doğuştan hakikate hazır bir cins kafa idi. Allah’ın bazı istisnai kullarına nasip ettiği bir şeydir bu.

Bir zamanlar düşmanlarının bile “bir mısrası bir millete şeref vermeye yeter” dedikleri Üstad, iman mihrakını, dünya görüşünü açıkladıktan ve bütün bir mücadele gayesini tezatsız bir biçimde ortaya koyduktan sonra “şiirine yazık etti, sabık şair, mistik şair” diye nitelendirdikleri zamandan sonra da müstakim bir mücadele çizgisinde müstağni bir hayat sürmüştür.

Yâni O’nun övgülere de, yergilere de aldırış etmeyen bir müstesna ve müstağni hayatı vardı.

Büyük Velileri anlattığı “Halkadan Pırıltılar” adlı kitabının önsözünde O velilere ilişkin söylediği, ama üstadı doğrudan doğruya bizzat tanımlayan bir cümlesi vardır: “Aklın patladığı ve hesabın kül olduğu sınırdan ilerideki alemde meclis kuranların hikayeleri…”

Üstadın kendisi de ‘sınırdan ilerideki alem’e odaklı olduğu için, kırk yıllık meşakkat ve çile dolu bir hayatın bir fani tarafından yaşanabilmesinin tek bir izahı olabilir.  O da; sınırdan ötede meclis kuran bir ruh durumuna sahip olmaktır. Böyle olmasaydı, on bir kez hapse girip çıkan bir adam ve her defasında daha da alevlenen bir mücadele ve enerji…  

Bu enerjiyle 1943' te Büyük Doğu’yu çıkardı.  Büyük Doğu onun büyük rüyasıdır. O’nun büyük duasıdır, O’nun isminden çok neye delalet ettiği önemli olan büyük medeniyet davasıdır.

Üstad medeniyetinden koparılan, tarihi kökleri kurutulan bir toplumun, bir tarihin, bir milletin, bir coğrafyanın davasını kendisine dert etmiş, bu dert ile hemdert olmuş bir mütefekkir, bir muhakkiktir. O, sürekli tahkikte, yani hakikatin merkezinde yaşayan adamdı. Sürekli hayrette, sürekli huzurda, sürekli hesap şuuruyla yaşamış bir mütefekkirdi.

Şiir örgüsü olan Çile kitabıyla, fikir örgüsü İdeolocya Örgüsü kitabını karşılaştırdığınızda göreceğiniz; İdeolocya Örgüsü onun medeniyet tasavvurunun, medeniyet tasarımı haline geldiği tezatsız bir bütünlüğe sahip fikir yumağı; Çile kitabı da, şiirin zirvesinden seslenen bir şairin medeniyet tasavvurunun şiir diliyle ifadesidir. Yâni Çile’siyle ne yapmak istediyse İdeolocya Örgüsüyle de onu yapmıştır.

Vefatından kısa bir süre önce (1083) yazdığı bir şiirinde “Allah, Resul aşkıyla yandım, bittim, kül oldum öyle zayıfladım ki sonunda herkül oldum” deyişi bir büyük muhakkikin hakkel-yakînden seslenişidir adeta.

Üstadın hikmetsiz hiçbir davranışı yoktur. Her davranışından ‘ders çıkarılması’ gereken bir hayattır onun yaşadığı. İzahı yapılamayacak hiçbir hareketi, hiçbir davranışı, hiçbir eylemi yoktur.

Yaşadığı hayatın bizatihi şiir olduğunu göremeyenlerin “Şiiri niçin bıraktınız?” sorusuna “alt katını alevler bürümüş bir evin üst katında satranç oynanmaz” diye cevap vermişti Üstad. Ve gene “şiirimin muhtaç olduğu iklimi kurabilmenin, onu inşa edebilmenin davasındayım” demiştir.

Kaldırımlar şiiri yayınlandığında üstadı göklere çıkardıkları zaman da O şunu söylemiştir. “ Şu benim herkese parmak ısırtan şiirim kaldırımları göklere çıkarıyorlar. Bense yerin dibine indirdikleri fikrindeyim. Zannediyorlar ki, o şiir, kaldırımlarda geceleyen, evsiz barksız bir sınıfın destanı.. Halbuki o; belki şato sahibi, en nadide ağaçtan yontulu karyolasında gözü uyku tutmaz, mustarip fikir prensinin, çilekeş entelektüelin şiiri.. Yirminci asır entelektüeline bağlı, ruhunu ve gayesini yitirmiş bir cemiyette bunalımlar yaşayan öncü kişiliğin şiiri... Bu kadarını anlayan yok.. İnsan çürümez, pörsümez, lif lif dağılmaz da ne olur bu cemiyette?..”

Yani O, fikirde ne yapmak istediyse şiiriyle de onu yapmak istedi.

Siyasetçilerle olan ilişkileri “davasının izzeti ve zaferi” içindir. Bunu küçük idrakler anlayamaz. Gençliğe hitabesinde söylediği “Canların canı uğruna can vermeyi cana minnet bilecek” bir adanmışlığa kavuşmuş bir büyük mücadele adamıyla karşı karşıyayız.

O’na;

“Yaram var, havanlar dövemez merhem
Yüküm var pazarlar bulamaz dirhem
Ne çıkar bir yola düşmemiş gölgem
Yollar ki Allaha çıkar bendedir” dedirten işte bu adanmışlıktır.

Yani başı ve sonu Allah ve Resulü olan bir mücadelenin tecezzi kabul etmez bir biçimde yaşanmanın mihrak şahsiyetidir Üstad Necip Fazıl. “Hayatını eser, eserini de hayatı haline getirmiş”  bir büyük mücadele adamını, indirgemeci bir şekilde kendi idrak seviyesine düşürenlerin anlayamayacağı bir hayat…

Üstad te’lif hakkı kendisine ait olan “Ulu Hakan” vasıflandırmasını yaptığı  Abdülhamid Han isimli eserinin sonunda der ki “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır”. Biz de diyoruz ki “Üstadı anlamak her şeyi anlamak olacaktır. “

Her kavram manasını, her yanlış doğrusunu Üstad’da bulmuştur.

Bugünkü nesillerin O’nun eserlerine nüfuz edecek idrake kavuşmaları en büyük duamız ve derdimiz olmalıdır.

 “Ustada kalırsa bu öksüz yapı onu sürdürmeyen çırak utansın” diyor Üstad. Gene, kahramanları sınıflandırırken der ki: “iki tip kahraman vardır; ölmeden ölenlerle ölüp de ölmeyenler” derdi. Ölmeden ölenler velîlerdi. Ölüp de ölmeyenler ise şehitlerdir.  Üstad ise ölmeden önce ölen yâni “bütün fani lezzetlere tenezzül etmeyen” bir mücadele adamı olarak o kahramanların içindedir. Eserleriyle de ölüp de ölmeyenler sınıfına dâhil olmak üzere her iki kahraman sınıfına dahil edilmesi gereken bir büyüktür.

Taşıdığı sorumluluğun ne azîm, büyük, müthiş olduğunu ”bir kuş bir kuşu öldürse sanki ben ölüyorum” mısraını anlayanlar anlarlar. Öyle “kurşundan bir yük” taşıyordu ki, bütün derdi bu yükü, bu mukaddes emaneti asliyyetiyle yüklenmek ve kendinden sonra ruh adaleleri genç bir nesle emanet etmekte bütün muradı.

Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti rahmetli, üstadın vefatında yazdığı bir yazıda demişti ki; “Herkes üstadın arkasından beylik bir laf ediyor, “boşluğu doldurulamaz.” Serdengeçti de demişti ki; “ Boşluk mu bıraktı ki doldurulsun?”

Onun kullandığı üç kelime ile 79 yıllık hayatını ifade edecek olursak; “İman, fikir ve aksiyon”dan ibarettir.

Şimdi asıl mesele; Üstadı yeniden evlerimize davet etmek, evlerimizden de eksik etmemek gerektiğini idrak etmektir.

(Hüküm Dergisi, Ekim 2015)
 
 

 

BİR BÜYÜK İNANMIŞ: ÜSTAD NECİP FAZIL


“Ey genç adam yolumu adım adım bilirsin
 Erken gel, beni evde bulamayabilirsin”
Üstad N.Fazıl

Tanzimat’la başlayıp meşrutiyetle devam eden ve Cumhuriyetle büyük yıkım ve kıyım projeleriyle devam eden İslâm’ı yok etme girişimlerine karşı verilen mücadelenin “remz şahsiyet”lerinden en önemlisi Üstad Necip Fazıl’dır. Ondört asırlık sahih İslâmî birikimin sıhhatli gelenek kalıpları içerisinde orijinalitesi muhafaza edilerek yenilenip bugünki nesillere tevarüs etmesinde en önemli te’lif hakkı Üstad Necip Fazıl’a aittir.

Bir mütefekkir “İnsanlar da kuyulara benzer, içlerinde boğulabilirsiniz” der. Bu türden bir insanı yani Üstad Necip Fazıl’ın hayat ve eserlerine bu tanım içerisinde baktığımızda, bu cümlenin sonunu şöyle dönüştürebiliriz: “içlerinde hayat bulabilirsiniz!”

Üstad Necip Fazıl’ın doğumunun veya vefatının yıldönümlerinde birtakım alışılmış şablonlarla anmanın sıradanlığı ve sığlığı neredeyse gelenek oldu. Oysa ki O’nu anmak değil “anlama”nın artık ontolojik bir hal arzettiğini düşündüğümüzde, “Necip Fazıl kimdir?” sorusuna doğrudan bir cevap vermek gerekir. Onun kim olduğunun cevabını almak için vasiyetinden bir paragrafı okuyalım: “Eğer bu kâmusluk bütünü (eserlerini-hayatını) tek ve minicik bir daire içinde toplamak gerekirse söylenecek söz ‘Allah ve Resulü, başka her şey hiç ve bâtıl..’ Devam ediyor :”Allah’ı, Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız! Hele düşmanlarını!... Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız ! Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından birtakım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız !”

İşte kendi kaleminden Üstad Necip Fazıl. Hayatını eser, eserini de hayatı bilmiş mesajını duruş, duruşunu da mesaj haline getirmiş bir büyük inanmış karşısındayız.

O’nun hayatı bir şablon cümleyle ifade edersek; kaynağını nereden aldığıyla enerjisini nereye akıttığı arasında yaşanan müthiş bir içe yönelik nefs murakabe ve mücahedesi ile dışa yönelik cemiyet mücadelesinden ibaret bir “yaşanmaya değer” hayattır.  

O; insan memuriyet ve mes’uliyetinin yakıcı bir şekilde derinliğine idrakindedir ki;

“Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim, minicik gövdeme yüklü kaf dağı

Bir zerreciğim ki arşa gebeyim, dev sancılarımın budur kaynağı” mısralarıyla bunu ifade etmiştir.

Üstad Necip Fazıl; gerek şiirlerinde gerekse de diğer bütün eserlerinde kim olduğunu ifade ederken aynı zamanda muhataplarının kim ve ne olmaları gerektiğini de ifade ve ihtar eder! Tıpkı yukarıdaki mısralarında olduğu gibi.  Bu mısralarında Allah’ın insana yüklenmiş olduğu temel görev ve ödevin hakikatini idrak etmenin Üstad’da dev sancılar haline gelişini görüyoruz.

Üstad’ın birbiriyle en alâkasız gözüken mısralarıyla eserlerinin derinden birbirleriyle irtibatlarını kurabilen ehl-i irfan O’nun “Çile”siyle yapmak istediğinin “İdeolocya Örgüsü”yle yapmak istediğinin aynısı olduğunu anlar. Onun için O’nun insan ufkunun ötesine varan tecrid yüklü mısralarıyla, dışından teşhis yüklü görünen mısralarının mihrakı aynıdır.

Yâni yukarıdaki mısralarıyla,  “Mezarda kan terliyor babamın iskeleti, Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?” mısralarındaki teşhiste de kim olduğu ve ne yapmak istediği yatar. O; mukaddes emanetin dâvacısıdır. Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla insanlığa gösterdiği doğru yol ve doğru emanetin davacısı… Sadece insanın kabul ettiği emanet.. Peygamberler eliyle son peygambere kadar gelen ilâhi emanetin davacısı.. İşte Üstad’ın yaşadığı zaman diliminde kim olduğunun ifadesi budur..

Üstadın düşüncelerinin, istikametinin henüz tam olarak yatağına oturmamış olduğu 23 yaşında (1927) “başını bir gayeye satmış kahraman gibi” ifadesiyle, 45 yaşında (1949) meşhur Sakarya Türküsü’nde “Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun” mısrası ve en nihayet 79 yaşında (1983) vefatından kısa bir süre önce yazdığı “Allah Resul aşkıyla yandım, bittim, kül oldum; Öyle zayıfladım ki sonunda herkül oldum!” mısraları Üstad’ın hayatının kendini idrak ettiği günden son nefesine kadar her şeyiyle “bir mukaddes gayeye adanmış hayat” olduğunu ortaya koyar.

O’nun hayatı, suyun bu yakasında kimi edebiyat müsveddelerinin yaptığı tasnifle “önceki hayatı”, “sonraki hayatı” şeklinde parçalı bir hayat değildir. Bunu anlamak için 20 yaşında yazdığı “Allah” şiiriyle “Ya hû” şiirlerine bak yeter. Tabii anlayacak idrak gerek ! Çıkış noktası Allah, varış noktası Allah olan bir yaşanmaya değer hayat… Yani O’nun hayatı asla tashihe muhtaç bir hayat değildir.

O’nda (kimi idrak yoksunlarının anlayamadıkları) kibir şeklinde tezahür eden duruşu; temsil ettiği fikrin izzetinden kaynaklanan vakardır.

O; büyük, yüce, mükemmel, vs. gibi beylik kelimelerle, şablonlarla, barkotlarla anlatılmaktan uzaktır. Buna rağmen gene de söyleyecek olursak; O’nun büyüklüğü taşıdığı yükün ağırlığından ve büyüklüğünden gelmektedir!

O kimileri fark etmese de, Allah ve Resulü gayesine mıhlanmış, kıyamete kadar gelecek olan “mukaddes yüke hamal” büyük taşıyıcıların büyüklerindendir...

Üstad’ın Hacc’ı sırasında Medine-i Münevvere’de Peygamber Efendimizin kabrinin önüne geldiğinde yaptığı o insanı eritici dua ve şu sözü O’nun tüm kimliğini ele vermeye yeter sanıyorum. Diyor ki Ravza-i mutahhara’da : “Necip Fazıl ! Sen bu ânı görmek için yaratılmışsın !”

Hayatı bir hesaplaşmanın tarihidir…

Üstad’ın hayatı aslında bir hesaplaşmanın tarihidir. Aslî toprağından sökülmüş, atılmış, katledilmiş bir neslin bütün acılarını, trajedilerini (bir paratoner gibi) üzerine çeken ve “kalk ve uyar” emrini iliklerine kadar hisseden ve bunun gereğini yerine getiren bir büyük hissedicidir. “Ölsek de sevinin eve dönsek de!” diyerek gayesi ve memuriyeti yolunda hiçbir engel tanımayan bir medeniyet savaşçısı..

Üstad; sonuçlar doğuran fikirlerin sahibidir. Bu sonuçlar riskli de olsa her zaman o riskleri göze almıştır. Kesitler halindeki uzun hapishane hayatı bunun göstergesidir. Üstad aldığı risklerin bedelini burada, kendi coğrafyasında ödemiştir.

Şedit, ceberrut CHP iktidarının İslâm’ın her türlü izlerini toplumdan silme operasyonlarına karşı verdiği destansı mücadele herkesin malûmudur. O, bu mücadelenin sonuçlarını bilerek, göze alarak vermiştir kavgasını. Kimileri gibi güttükleri davanın izzetini düşünmeyen, tehlike gördüğü anlarda bu toprakları terk edenlerden, bu coğrafyadan kaçanlardan olmamıştır.

O diyordu ki: “Doğruyu mu arıyorsun? Allah ile Resulü’nün bildirdiği. İyiyi mi arıyorsun? Allah ile Resulü’nün öğrettiği. Güzeli mi arıyorsun? Allah ile Resulü’nün gösterdiği.” İşte Üstad’ı, insanın doğru-iyi-güzel ve yanlış-kötü-çirkin şeklinde iki kutuplu bu dünya ve ötesi macerasında hedef gösterdiği bu cümleleri O’nun “meselesi”ni anlatmaya yeter.

Büyük Doğu: Büyük Rüya, Büyük Dua, Büyük Dava…

“Lâfımın dostusunuz çilemin yabancısı. Yok mudur sizin köyde çeken fikir sancısı? ”mısralarında da dile getirdiği “fikir sancısı”.. İşte bu sancının neticesidir ki ortaya kâmil bir medeniyet tasarımı halinde O’nun Büyük Doğu olarak isimlendirdiği mukaddes emanet davasını, bu yüzyılın şartlarında bütünleştirmiş ve insanlığa teklif edilmiş, sunulmuş bir mimarî proje olarak ortaya koymuştur. Aslında bu bir yenileyiciliktir. Eski deyimle tecdiddir. Üstad bu manâda (anlaşılmasa da, görülmese de) bir müceddittir. Çünkü İslâmi çizgiyi doğuşundan bu yana takip ederseniz, bu çizginin tecditle bugüne ulaştığını görürsünüz.

Aslında O; Allah’ın Resulü ve Sahabîlerden sonra ümmetin en büyüğü büyük müceddit İmam-ı Rabbanî çizgisinin günümüzdeki temsilcisi idi. O büyük yenileştiricinin izini takip eden bir yenileyici. Bu konunun derinliğine girmenin yeri burası değil, sadece bu tesbitlerle yetinelim isterseniz. Aslında, bugün bile ülkemizde ve tüm İslâm aleminde halâ anlaşılamamış olan İmam-ı Rabbanî hazretleri’ni anlayabilmiş ve anlatabilmiş ve O’ndan aldığı silsile nefesini kalıplaştırabilmiş yegane kişi de gene Üstad Necip Fazıl’dır. Müslüman olmuş  bir İngiliz bilim adamının deyimiyle “Postmodern dünyada kıbleyi bulma”nın niçin ve nasılını İdeolocya Örgüsü’yle ortaya koymuştur. Tabii bunu görebilecek olanlar; “ideoloji bir ihtiyaç mıdır?”, “bunu ifade edebilecek, bütünleyecek  mütefekkir-düşünce adamı nedir?” gibi günümüzün Müslüman aydınlarının yabancısı olduğu, kıyısından bile geçemedikleri temel soruları hem sorabilen hem de cevap verebilenlerdir. Bunlar ayrı ayrı bahisler, konular..

Osmanlı sonrası gerek ferdî zuhur, gerekse de toplumsal zuhur için mutlak gerekli olan ihtiyacı (belki büyük iddia gibi gelebilir size ama) sadece Üstad Necip Fazıl hissedebilmiş ve bunu İdeolocya Örgüsü ismiyle bütünleştirmiş, örgüleştirmiştir.  Ne diyordu bu eserinin ilk baskısındaki ithafında ? “Ben bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım.” İfadesinin altını çizmemiz gerekiyor. Gene İdeolocya Örgüsü’nün girişinde “Fikirde, sanatta, anlayışta, anlatışta, buluşta, tutuşta, dağıtışta, toplayışta ve nihayet yaşanmaya değer hayatın ölçülerini billurlaştırma işinde dünyanın en büyük adamı olmak isterdim; nefsim için değil de, sırf O’nun ümmetinden en hakîr ferde düşen liyakat payını ve üstünlük derecesini göstermek için…” diyor.

İşte Üstad’ın temel fonksiyonu, ne yapmak istediği ve yaptığı burada ortaya çıkıyor ve ortaya konuluyor. Üstad, Osmanlı sonrası artık devlet ve toplum plânında tefessüh eden, ortadan kaldırılan İslâmın bütün bir tasarım halinde yani medeniyet projesi olarak yeni zaman ve mekân şartlarında nasıl olacağı? temel sorusunun cevabını İdeolocya Örgüsü’yle vermiştir. Bunu da Büyük Doğu olarak isimlendirmiştir. Büyük Doğu; kendi ifadesiyle “Gelmiş ve gelecek zaman boyunca bütün eşya ve hadiseler zeminini avlamaya memur bir fikir ağı… Bu ruh, sistem ve ismin, bağlı olduğu iman mihrakına göre hiçbir istiklâli yoktur. Olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi.. Ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti 21. asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi…” İşte Üstad’ın bahsettiğim tecdid işlevini bu cümlede bulabilirsiniz. O’nun kendisi müceddit olduğunu söylemiyor. Biz O’nun yaptığı işin ve sadece ülkemiz için değil, tüm İslâm alemi ve tüm insanlık için ihtiyaç olan tecdid-yenilemenin ne olduğunu, ne olması gerektiğini O’nun İdeolocya Örgüsüyle anlayabiliyoruz.

O’nun şiirlerinin bütününü ihtiva eden Çile’sine bu gözle baktığınızda da aynı şeyi görürsünüz. Aynı tecdidi şiir idraki içerisinde yaşarsınız.

1979 yılında yazdığı ve sonra İdeolocya Örgüsü’ne eklediği “İslamı Yenilemek” başlığı altında bu konuyu (teceddüt) bahsini özet maddeler halinde anlatır aslında. “İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir. Anlayış mı? Nurun aynadaki aksi… Aynayı yenilemek… Güneş yenilenmez. Göz yenilenir. İslam, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi… Ona her an biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik…… Bunca zevalin ardından ancak kemal çığırı açılabilir…”

Evet… O, yüzyıllara sâri bir zevalin ardından fikirde kemâl çığırını açmıştır.

O’nun Büyük Doğu’su Allah ve Resulû’ne bağlılığın bir büyük borcunu yerine getirebilmenin aşk derecesinde Büyük Dâvâsını, Büyük Rüyasını, Büyük Duasını, Büyük Doğrusunu ifade eder.

Günümüz gençliği O’nu okumalı, anlamalı, hissetmeli…

O’na rahmet, mağfiret, bize de şefaat…

(Hüküm Dergisi, Eylül 2015)

14 Temmuz 2015 Salı

Yeni Oryantalist proje: “KUR’AN MÜSLÜMANLIĞI!”

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Edward Said “Oryantalizm” isimli eserinin alt başlığında oryantalizmi “sömürgeciliğin keşif kolu” şeklinde tanımlıyor. Bir kültür tarihçimiz de oryantalizm için “aydınlarımızın zihnini kuşatan vahim bir ideoloji” diyor.

Oryantalizm, erken döneminde öncelikle Batının Doğu imajı veya hayalî bir Doğu imal ve icadı, İslâm’ın başta itikad olmak üzere, temel kavram ve kurumlarının bağlamından koparılarak yorumlanıp, yeniden İslâm düşüncesine ihraç edilmesi amacıyla projelendiriliyor. İslâm’ın kadîm ilim, irfan, kültür ve medeniyet birikimi ve sahih geleneğini tahrife yönelik bir proje…

Osmanlı sonrasında Mısır başta olmak üzere Ortadoğu’daki fikir temelli “arayış”lar, kendi referanslarından kaynaklanan bir “tecdid” yerine, tam aksine, kendi kaynaklarını red ve rasyonalist bir yaklaşımla reformist anlayışlara saplandı. Bu kompleks ve saplantıyla, kendilerine sunulan oryantalist proje, kendi kavram ve meselelerine yabancılaşan İslam dünyasının bazı ilim adamı ve aydınlarınca kabullenip sahiplenildi.

Tarihî arka plânında ise… Kendilerine İbn-i Teymiyye kaynaklı referanslar da bulan bu rasyonalist/reformist çıkışlar, Muhammed Abduh, Cemalettin Afgani, Reşit Rıza ve takipçileri vasıtasıyla ehl-i sünnet itikadını ifsad etmek yolunda konjonktürel bir yayılma alanı bulmuştu.

Edward Said’in kitabında L. Massignon’dan aldığı şu söz, oryantalizmin çıkışından günümüzdeki uzantılarına kadar etkisini ve amacını ifade ediyor: “Onların her şeylerini tahrip ettik. Felsefeleri, dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler. Anarşi veya intihar için olgun hale geldiler.”

Üstad Necip Fazıl, bu bağlamda “Doğru Yolun Sapık Kolları”nda şu tespiti yaparak konuyu çerçeveliyor ve açıklık getiriyor: “İşte, 19. Asrın başlarında İslâm’ın Doğru Yolunu sapık gösteren halimiz! Artık İslâm’a karşı kaynağı sadece Hristiyanî bir (emperyalizm) davranışı başlar..

Bu hale mukabil memlekette, üstün inanışlar planında, ruh ve maddeyi fethedici bir tefekkür platforması üzerinde, evvela İslam’ı arındırıcı sonra onu iş ve harekette nakışlandırıcı bir şahlanış gösterilmesi yerine, mahkûmun cellâdına aşık olması gibi, (mazohist) bir zebunluk ruhiyeti başını alıp gider ve bu (mazohist)ler Batıdan yedikleri tokadın acısını İslâm’dan çıkarmaya koyulurlar. Ve asla tutmaz ve kaynak kabul etmez iki dünya arası bir muvazaa tertibiyle her tarafa ayrı tavizler verme kolunu teşkilatlandırırlar ki, bu kol sapıklar arasında en öldürücü ve içinden boğucu olanıdır…”

XIX. ve XX. Yüzyılda altın çağını yaşayan ve İslâm dünyasında yoğunlaşan bu oryantalist salgının başarısının temelinde oryantalizmin mallarının yerli taşeronlar eliyle pazarlanması yatıyordu. Büyük proje için yerli işbirlikçi zihinler bulan oryantalizmin işi büyük ölçüde kolaylaşmıştı. Çünkü XI. Yüzyılda başlayan Haçlı seferlerinden büyük ölçüde sonuç alamayan Batı, bu kez Fanon’un deyimiyle “siyah deri beyaz maske” ile yerli oryantalist ortaklar bulmuştu.

Tanzimatla açılan kapıdan zahmetsizce giren Batının virüsleri (modernlik adına sahih geleneğe açtığı savaşta) özellikle ve ısrarla itikadî bünyemize musallat oldu. Ancak, bünyenin sıhhati kendilerine yayılma alanı vermedi ve ifsatları lokal kaldı.

Gene Üstad Necip fazıl, İdeolocya Örgüsünde  “Yeni Müçtehid Taslakları” başlığı altında bunların ifsatlarına işaret ediyor:

“Biz bu dâva peşinde, som iman ve bu som imanın bütün kâinatı kuşatması için gerekli som fikriyat cephesinden, “Allah” demenin bile yasaklandığı bir hengâmede, som küfre karşı hareket eder ve yaptığımız işi şakaya benzetemeyip kakaya alanların türlü cevr ve cefası altında inlerken, birdenbire gördük ki, o güne dek tahtakurusu sürfeleri gibi karyola tahtalarında saklanan ve ortaya çıkamayan birtakım sözde Müslümanlık gayretkeşleri kasa açılmaya yüz tutunca yuvalarından fırlamış, ardımızı tutmuş ve dâvamızı helâk edebilecek bir iklim yuğurmaya başlamıştır.

Bunlar, son yılların yeni müctehid taslaklarıdır ve bazı İslâmî öğretim müesseselerinden bazı dergilere, kitapçılara ve kitabevlerine kadar sirayet yolundadır. İşleri de İslâm’ı küfre karşı savunma değil, farkında olarak veya olmayarak kendi içinde bozma, lekeleme ve çürütme… Küfür cephesinin şaka diye alacağı ve gülümseyerek yol vereceği bir iş, bu…”

Günümüze geldiğimizde ise…

Onuncu sınıf kopya oryantalist tezler veya malumatfuruşluklar diyebileceğimiz “tekerleme”lerle önceleri Ankara ve İstanbul İlahiyat Fakültelerinde, bazı dergi ve yayın organlarında kümeleşen bu oryantalist işportacılar, kurtçukların mevsim şartlarının üremelerine müsait olmalarından dolayı yuvalarından çıkmaları gibi bu kez Anadolu’da açılan üniversitelerin İlahiyat Fakültelerinden de ifrazat dökmeye başladılar.

Günümüzde piyasaya sürülen Yeni Oryantalist Projenin ana ekseni ve yörüngesi sahih ehl-i sünnet itikadını ifsat ve yatağından saptırmak… Bunun keşif kolu ve taşeronu da yerli İlâhiyatçılar…

Günümüzün oryantalist işportacıları İslam itikad tarihinde ne kadar sapık yol varsa (Cebriyye, Cehmiyye, Kaderiyye, İbahiyye, Mürcie, Keramiyye, Müşebbihe, vs. vs.) modern zamanlarda (kozmopolitizm, çoğulculuk, demokrasi, heterodoksi, vs. adına) hepsinin sentezinden yeni bir kol olarak günümüzde tecessüm ediyor. Özellikle kendilerine en uygun ifsat vasıtası buldukları TV’lerde her gün “Kur’an Müslümanlığı” adı altında ifsat ve ifrazat kusan bu oryantalist işportacıların öfke, ihtiras ve şehvetleri o derece köpürüyor ki; İslâm’ın bütün sahih kaynaklarına hücumda birbirleriyle yarışıyorlar!  

Ramazan ayı geldiğinde oldukça münbit bir zemine yelken açan bu oryantalist işportacılar, İslâm itikad zemininde hiçbir tartışma götürmeyecek bir bedahette olan meselelere, örneğin; Ramazan’da imsak vaktinden teravih namazına, Hz. Peygamberin miracına ve daha birçok konuyu tartışmaya açıp “orijinal bir hazine keşfetmiş” sömürgeci iştah ve sinsiliğiyle boy gösteriyorlar. Tam da batının oryantalist makasında tutmak istediği türden ‘kukla’ görevi yürütüyorlar.

Büyük oryantalist projenin zihinlerini iğfal ve işgal ettiği “zaman ayarlı sömürge uleması”nın görevini yerine getirdikten sonra artık nehrin kenarına atacakları idrakler bu türdendir.

Bu yerli oryantalist işbirlikçilerin de çabalarıyla günümüzün genç neslinin “ehl-i sünnet itikadı” diye bir hassasiyetten koparılması projenin temel ayaklarından birisiydi ki, bunu kısmen başardılar. Çünkü eski ve yeni neslin İslâmî derinlik ve kavrayıştan mahrum olması sebebiyle günümüzde TV oryantalistlerinin şehevî ve transparan söylemlerinin çekiciliği nisbî de olsa  etkili olabiliyor.

Genç nesle itikadî zehirlerini “Kur’an Müslümanlığı” altında zerkeden bu oryantalist işportacılar ne yazık ki siyasî iktidarın sesi ve ona yakın kanallarda ısrarla zehir akıtmaya devam ediyorlar. 

İslâm’ın nezih ve steril bünyesine sinsi bir virüs gibi girme aşamasından küstahça saldırı aşamasına geçen oryantalist “KUR’AN MÜSLÜMANLIĞI” projesi, 19. yüzyıl oryantalizminin günümüzdeki itikadî versiyonudur.

Doğrudan söyleyelim ki, bugün kendi “heva ve heves”lerini “KUR’AN MÜSLÜMANLIĞI” kamuflâjıyla perdeleyen oryantalist yerli misyonerlerin hezeyanları ÇAĞIN VEBA’sıdır ve tek hedefi EHL-İ SÜNNET İTİKADI’nı ifsat etmektir.

Farkında olarak veya olmayarak bu ifsat projesinin taşeronluğuna soyunan çok sesli ifsat korosunun bilmesi gereken şey; cinnet halinde müptela oldukları KUR’AN MÜSLÜMANLIĞI garabeti Batının orijinal oryantalistlerinin bile başaramadıkları büyük projenin taşra versiyonudur. “İslâm’ı nakış gibi kalbinde değil, tasma gibi boynunda taşıyan nasipsizler”in  “tazyi-i nefes”leri sadece kalemlerini ve çenelerini yormaktadır.

Boşuna çabalıyorlar…. Çünkü tarih boyunca kaynakları İbn-i Teymiyye başta olmak üzere ellerine su dökemeyecekleri çapta suyun ‘öte yaka’sındaki avcıları bunlardan çok daha galiz biçimde ifrazat dökmüştü. I.Goldziher, M.Watt, P.Hitti, E.Renan, R.A. Nichkolson,  Massignon, W. Gibb, B.Lewis gibi.. Yâni, yerli oryantalist taşeronlar ne kadar çabalarsa çabalasınlar hiçbir orijinallikleri bulunmuyor. Orijinlerini borçlu oldukları kaynaklar zaten söyleyeceklerini söyleyip, yapacaklarını yapmış ama ehl-i sünnet itikadını tağyir ve tebdil edememişlerdir.

Oryantalizmin bir proje olarak ortaya çıkmadan önce sahih ehl-i sünnet itikadına yönelik örgütlenmiş biçimde yapılan saldırılara karşı başta İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali olmak üzere birçok İslâm büyüğü alim-mutasavvıf ehl-i sünneti müdafaa etmiş ve dokunulamaz bir hisar olarak çerçevelemiştir. Çok daha sonraları Mısır’da Mustafa Sabri Efendi oryantalist reformcuların tutarsız tezlerini reddederek çürütmüştür. 

Ülkemizde ise 1940’lı yıllardan itibaren Üstad Necip Fazıl bunlara karşı doğrudan cephe almış ve başta Büyük Doğu mecmuası olmak üzere, “İdeolocya Örgüsü”,  “Doğru yolun sapık kolları” ve birçok eserinde bu ifsat cereyanlarını ele almış, sapıklıklarını ortaya koymuş, temsilcilerini mahkûm etmiştir.

Üstad’ın “Bir şeyin vücut bulması, özünü zıtlarından tasfiye etmesi, bu cehdi hiçbir ân kaybetmemesiyle kaim” diyerek ölçüleştirdiği bu tavır, bugün ve tüm gelecek zamanlar boyunca takip edilmesi ve yerine getirilmesi gereken bir mes’uliyeti ihtar ediyor.

Yazımızı Üstad Necip Fazıl’a bitirelim:

“İslâm’da sapık yollar hiçbir zaman payidar devlet ve cemiyetini kuramamıştır. Ne kitap tahrip edilebilmiş, ne sünnet bozulabilmiş, ne de dalâlet bütünleştirilebilmiştir. Sapık kolların ortasında doğru yol, daima olanca görünürlüğü ile binbir ıstırap içinde devam etmiştir. İslâm’da Yahudilik ve Hristiyanlık mezhepleri gibi, her biri ayrı ayrı batıl mezhep çatışmaları içinde “sünnet ve cemaat ehli” hükümranlığını itikatte kaldırabilecek hiçbir cereyan kendisine deryaya ulaşıcı bir kanal açma imkânını bulamamıştır.”

Ortadoğu’yu kan gölü haline çeviren çatışma ve savaşların nihaî hedefinin de ehl-i sünnet itikadına karşı görünenin ötesinde, haçlı seferlerinden daha şedîd ve derin bir zihnî/itikadî ifsat ve ilhad olduğuna da vurgu yapalım.
 
(Hüküm Dergisi, Temmuz 2015)

 

10 Temmuz 2015 Cuma

TURGUT CANSEVER’İN “YENİ ŞEHİRLER” RAPORU NASIL YOK OLDU/EDİLDİ? -Le Corbusier’in başına gelen akıbeti Cansever de yaşadı-

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Rahmetli muhakkik-mimar Turgut Cansever, hayatını şehir ve mimariye adamış bir misyon adamı olarak bir ömür “dertli” yaşadı. Mimar ve tefekkür adamı olarak, maalesef kendisinden istifade edilmemiş bu “büyük değer” vefatından sonra da “bıraktığı eserler”le yaşıyor. Ancak, hem yaşarken hem de vefatından sonra fikirlerine ve eserlerine hak ettiği itibar ve ilginin gösterilmediğini kesinlikle söyleyebiliriz.
Birkaç nesli içine alacak süredir yerelde ve 12 yıldır da devlet yönetiminde “tek parti iktidarı”nı yaşamamıza ve TBMM tarafından kendisine 2007 yılında “Üstün Hizmet Ödülü”, Cumhurbaşkanlığınca 2008 yılında mimari alanında “Kültür ve Sanat Büyük Ödülü” verilmesine rağmen, iktidar sahipleri, ne yazık ki, asla Cansever’in “şehir ve mimari” endişelerine, feryatlarına, tekliflerine, eserlerine  asla dönüp bakmamışlardır.
Öyle anlaşılıyor ki; verilen ödüller, verilenlerce “eserlerinin takdir edildiği” masumiyeti, verenlerce de “dostlar alışverişte görsün” türünden bir medyatik gösteri hüviyeti taşıyor.
Oysa Cansever’in bir söyleşide Konfüçyüs’ten yaptığı bir alıntı, kendi fonksiyonuna da önemli vurgu yapıyordu. Cansever’in diliyle şöyle diyordu Konfüçyüs: “Eskilerin büyük bilgisi(hikmet) kaybolduğundan beri, insanlık çok büyük ıstıraplar ve felaketler yaşıyor. İnsanlığı, yaşadığı bu ıstıraplardan ve felaketlerden kurtarabilmek için eskilerin büyük bilgisini yeniden ihya etmeye teşebbüs ettim.”
Cansever bu sözü naklettikten sonra diyor ki: “İnsanların büyük bilgisini, yani insanlara büyük saadet sağlamış olan İslamiyet’in o saadeti sağlayan bilgisini (hikmeti), hayata geçirmemiz gerekiyor.”
İşte Cansever’in fonksiyonu da burada ortaya çıkıyor. Cansever, ömrünü “şehir ve mimari”de “bilgisini/hikmeti hayata geçirme” misyonuna vakfetmiştir.

Tarih, medeniyet ve değerlerimize sahip çıkmayı temel referans noktası alma iddiasını sürekli dillendiren bugünkü iktidar sahiplerinin hikmet sahibi Cansever gibi bir değere karşı bu korkunç ilgisizliğine örnek olarak ülkemizin şehir ve mimarî geleceği için müthiş bir trajik olaydan bahsetmek istiyorum.

Öyle bir olay ki; Ülkemizin bir tarihî kavşakta rastladığı fakat körlüğünden dolayı göremediği bir muhakkik mimar ve kaçırdığı tarihî fırsat ve imkan, önümüzden akıp giden bir nehirden su almayı akıl edemeyecek bir idrak tutulması.. Öyle bir idrak tutulması ki; Allah’ın lütfettiği şifa verici bir hekime “ben ölümcül hastalığıma razıyım.” demekle eşdeğer bir intihar!

Cansever, 12 Mayıs 2003 tarihinde “İstanbul Deprem Çalışma Grubu” ve “Ev ve Şehir Vakfı” adına kendi imzasıyla iki sayfalık bir ön yazı ile Başbakan Tayyip Erdoğan’a “Afet yasası hükümleri çerçevesinde depremden zarar görecek nüfusun yeni şehirlere yerleştirilmesi amacı ile uygulamaya konulacak Pilot Şehir ve Örnek Yerleşme Modeli için Arazi Tahsis Talebi” konulu iki kitap halinde ayrıntılı bir rapor sunar. Bu rapor 1999 Marmara ve Düzce depremlerinden sonra Turgut Cansever başkanlığında çalışma grupları halinde 58 kişilik bilim adamı ve uzmandan oluşan heyetçe hazırlandı (Raporların tam künyesi şöyledir: İstanbul Deprem Çalışma Grubu, Yıkıcı Depremden Etkilenecek İstanbulluları Yeni Şehirlere Yerleştirme Projesi Ön Raporu, T. Cansever (Yön.), Erkam Matbaacılık, İstanbul 2001; İstanbul Deprem Çalışma Grubu, Yıkıcı Depremden Etkilenecek İstanbulluları Yeni Şehirlere Yerleştirme Amaçlı Proje Önerisi: Pilot Şehir Uygulama Raporu, T. Cansever (Yön.), İstanbul 2003).[1]
Ancak bugüne kadar bu raporla ilgili hiçbir şey yapılmamıştır. Raporun akıbeti ise meçhuldür.  Eğer Başbakanlık koridorlarında kaybolmamış veya muhtemelen havale edildiği şimdiki Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda şehir ve arazi mafyası müteahhit-bürokrat-siyasetçilerce imha edilmemişse niçin bugüne kadar ortaya çıkarılmamış ve gereği yapılmamıştır?
Mevcut iktidarın devrim olarak niteleyerek başlattığı ve halen İstanbul’da hızla devam eden “KENTSEL DÖNÜŞÜM” uygulamalarında yol haritası olması gereken Cansever’in “Yeni Şehirlere Yerleştirme Projesi Ön Raporu” ve  “Pilot Şehir Uygulama Raporu” raporu başlıklı iki kitabının akıbeti ne olmuştur?
Merhum Cansever 2003 yılında Başbakan’dan randevu talebinde bulunmuş ancak görüşebilmek için üç ay uğraşmıştır. Aldığımız bilgilere göre Başbakan konu ile ilgili olarak bir danışmanını görevlendirmiş. Ancak Başbakan, şehircilikle ilgili yaptığı konuşmalarda sürekli atıf ve vurgu yapmasına rağmen maalesef bu referanslar Başbakanın söylemini aşamamış, damak tadının ötesine geçememiştir.
Meselâ 6 Mayıs 2011 tarihinde yapılan “Avrupa Ödülü Kazanan Kentler Birliği Genel Kurulu ve Gençlik Komitesi Toplantısı”nın açılış konuşmasında Başbakan Tayyip Erdoğan, Cansever’in şehir tanımına ilişkin Şehir, Merhum Mimar Turgut Cansever’in ifadesiyle, ahlakın, sanatın, felsefenin ve tefekkürün geliştiği, insanın en üst düzeyde varlığın anlamını tamamladığı ortamdır” diyor. Başbakan konuşmasının devamında “Eğer medeniyet yoksa, şehir de yoktur. Şehir yoksa, biliniz ki medeniyet de yoktur” diyor. Bu ifadeler müthiş bir tarihî derinliği, şehir ve medeniyet idrakini gerektirir. İşaret edilen ise bizzat Turgut Cansever’dir.
Peki, Başbakan, bunları ciddiyetle söylemesine ve ciddiye almasına rağmen;  ahlakın, sanatın, felsefenin ve tefekkürün bir ifadesi olarak Cansever’in ekibiyle birlikte titizlikle hazırladığı sözkonusu rapor-kitaplar niçin ortada yoktur?
Başbakan’ın söylemindeki “medeniyet ve şehir” ifadeleri, eğer protokol gereği söylenmiş değilse, bunun devamı niçin getirilmemiş, gereği niçin yapılmamıştır ?

Le Corbusier’in Atatürk’e verdiği rapor…

Cansever’in raporunun akıbeti de tıpkı yüzyılımızın büyük mimarı Le Corbusier’in İstanbul’un imarı için Atatürk’e verdiği ve akıbeti meçhul rapora benziyor.

Ülkemize birkaç defa gelen Le Corbusier, Cumhuriyetin ilk yıllarında İstanbul’un yeniden planlanması için Atatürk tarafından teklif götürülür. İstanbul’un tarihî dokusunun bozulmaması gerektiğinden yola çıkarak ciddi ve kapsamlı bir rapor-kitap yazan Le Corbusier, raporuyla ilgili hiçbir cevap ve bilgi alamaz. İstanbul’un imarının başka bir yabancı mimara verilmesi üzerine Le Courbisier 1948 yılında bir söyleşisinde şunları söyler: “Hayatımda yaptığım en büyük hata Atatürk’e yazdığım mektuptur. Eğer, ‘İstanbul’u bu dokusu ile bırakın, imar planı yapmayın, bu şehir tarihî koku taşımalıdır’ gibi aptal bir gafı yapmasaydım, şu an dünyanın incisi olan o şehrin imar planını ben yapıyor olacaktım.”der.
18.3.1933 tarihinde Dışişleri Bakanı imzasıyla Cumhurbaşkanlığı’na yazılan yazıda;Maruf şehir mimarlarından Le Corbusier’in Reisicumhur Hazretlerine takdim edilmek üzere Paris Büyükelçiliğimize tevdi ettiği bir mektup ve iki katalog ile üç kitap paket halinde takdim edilmiştir.
İstanbul’un tarihi çehresini ve hususiyetlerini muhafaza etmek şartiyle asri ihtiyacata tekabül edecek bir tarzda imarına öteden beri alakayı mahsusa gösterildiğini ve bunun için de şimdi hakiki masrafından başka maddi bir menfaat beklemediğini mektubunda beyan eden mümaileyh İstanbul’un imar planını yapmasına müsaade ricasında bulunmaktadır.
Bu hususta kendisine verilecek cevabın lütfu isarını rica ederim, Efendim.
Hariciye Vekili”
Bu yazıya ne cevap verilmiştir bilinmiyor. İstanbul’un imarının başka bir mimara havale edilmesinden de anlaşılıyor ki, Le Corbusier’in raporu kabul görmemiştir.
Prof. Uğur Tanyeli bu olay için Mimar, Atatürk çağında İstanbul planlaması için çağrıldığını, ama tarihsel yarımadayı dokunulmaksızın koruma öğüdü verdiği için dışlandığını anlatır. Kendi iddiası, ülkesinde radikal devrim yapan birine ülkenin en büyük kentini yüzyılların tozu toprağı ile bırakmayı salık vermesi, işi de bu yüzden Prost'a kaptırmış olmasıdır. Ne var ki, o sırada İstanbul planlaması için teklif vermek üzere çağrılanlar arasında onun adı yoktur.” diyor.
İlginçtir ki, her iki mimarın raporları da aynı akıbetle neticelenir.

Cansever’in şehri, pilot şehir

Türkiye, tarih ve medeniyet iddialı –hem de yerli- bir iktidar eliyle yüzyılımızın Mimar Sinan’ı denilebilecek “tarih, medeniyet, şehir” idrakinin zirvesinde bir muhakkik mimarın tekliflerine, projelerine, raporlarına kulak tıkıyor, yani REDDEDİYOR!
Tarihin asla affetmeyeceği bu vahim aymazlığın ve sığlığın (şehir katliamlarına yol açan)  VEBALİ mevcut iktidarın üzerinde kurşundan bir yük gibi dolaşacaktır.
Bir yıl önce yazdığım şehir yazılarından birisinde “TÜRKİYE ŞEHİRLERİNİ KAYBETTİ!” başlığıyla “Medeniyet idraki yok ki, şehir tasavvuru olsun!” demiş ve “İhanete varmış müthiş bir ilgisizliğin olduğu bir ülkede şehir ve estetik idraki olanların son on yıldaki yapılanlardan yola çıkarak herhangi bir şehrimizde ilk bakışta görecekleri şey dehşet bir “katliâm tablosu”dur. Devlet aygıtı TOKİ ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı hiçbir zaman “Nerede hata yaptık ve yapıyoruz?” diye sormamışlardır  ve sormak gibi bir dertleri de yok. Son yaşanan depremin yıkıntılarından yeni bir şehir modeli ortaya koymak mümkün iken, medeniyet ve şehir idrakinin olmaması nedeniyle bu fırsat da büyük imkânlarla heba edilecek görünüyor” şeklinde ifade etmiş; devamla da “…şehirlerimizin bir zamanlar olduğu gibi “masal şehirler” haline getirilmesi mümkün iken, bu imkân devlet ve TOKİ eliyle heba ederek şehirlerimiz “maraz şehirler” haline getirildi.” demiştim.
Siyasî İktidar tarafından imkân ve fırsatlar öylesine kaçırıldı ve heba edildi ki, bu saatten sonra “tarih, medeniyet, şehir, mimarî” derslerine çalışmaları için ne idrakleri ne de ömürleri yeter. Ancak, önlerinde dev bir Turgut Cansever külliyatı hem fikir muhtevası hem de reel teklifler olarak hayata geçirilmeyi bekliyor. Yâni, (Üstad Necip Fazıl’ın nakliyle) “vakit o kadar geç ki erken sayabiliriz” hikmetiyle, “KENTSEL DÖNÜŞÜM” denen öldürücü büyük adım atılmış olsa bile vazgeçilebilir, dönülebilir ve Cansever’in “PİLOT ŞEHİR” modeli uygulamaya konulabilir diye düşünüyoruz.
Tabii Cansever’i anlamak ve hayata geçirmek için (Adlî’nin mısraıyla) haylice idrak gerek!
Gelelim Cansever’in İstanbul için hazırladığı “Yeni şehirlere yerleştirme projesi” ve “Pilot Şehir Uygulama Raporu”na…
Raporun sunuşunda projenin gerekçesi şöyle izah ediliyor: “Bu projenin özünü oluşturan ‘yeniden iskân’ önerisi geliştirilirken, bunun bilime ve akla uygunluğunun yanısıra, katılımcı, sürdürülebilir, toplumun bütün kesimlerine adil bir hizmet sunan, tasarrufu gözeten, devlete hiçbir şekilde yük olmayan ve tamamen şeffaf bir düzen içinde uygulanan bir yaklaşım olmasına ve ülkemizin sosyo-ekonomik gelişme trendlerine de uyum göstermesine özen gösterilmiştir. Bunlara ilaveten içinde yaşayan insanlara huzur, sükun, ferahlık ve güzellik duyguları veren, onların yaşadıkları konuttan ve şehirden maddi ve manevi beklenti ve taleplerini karşılamaya çalışan, her aşamada katılımı teşvik eden, doğaya ve çevreye saygılı, yeni kirlilikler yaratmadığı gibi, mevcut olanları artırmayan ve varsa geçmişten gelen çevre sorunlarını çözen, tasarrufa önem veren, kıt kaynakları en iyi biçimde kullanan, toplumun yardıma ya da özel muameleye muhtaç kesimlerinin ihtiyaçlarını ön plana alan şehirlerin oluşturulması da yine yaklaşımımızın temel ilkeleri arasındadır. Önerimiz benimsenip desteklendiği ve gerçekleşmesi yolunda ilk adımlar atıldığı takdirde, hem ülkemizin gözbebeği İstanbul şehri ve İstanbullular büyük bir tehlikeden kurtarılmış, hem bölgesel ve ulusal gelişmeye önemli bir katkı sağlanmış ve hem de dünya çapında bir ilk gerçekleştirilmiş olacaktır.”  (s. 13).
Rapor kitaplar en ince ayrıntısına kadar rakamlar, haritalar, tablolar ve resimleri  ihtiva ettiği için teknik detaylara girmiyoruz. Sadece “Pilot Şehir Uygulama Raporu”ndan birkaç paragrafı buraya almakla yetinelim: “… Ülkemizde ise, mimarlık geleneğimizden kopuş sürecinde asırlık mimari standartların kaybedilmesi bir yana; bireysel çabalarla sınırlı kalan mimari tasarımlar da halk mimarisine yön verememiş, şehirlerimiz yetersiz yükleniciler eli ile uygulanan apartmanların ve köyden şehirlere göçen insanların ürettiği gecekonduların oluşturduğu varoş mimarisine teslim edilmiştir. Şehrin mimari bir kültür ortamı olarak tasarlanabilmesi için mimarlık-şehircilik bilgisine ek olarak, mühendislik, altyapı, yatırım maliyeti, işletme ekonomisi, sosyoloji disiplinlerinin tümünün üst düzeyde katılımı sağlanmalıdır.” (s. 51)
Nasıl Bir Şehir ve Şehir Hayatı başlığı altında da şunları söylüyor Cansever: “… kurulacak yeni şehirler, sürdürülebilir, hayatın ve ailenin değişen ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yapılanmalı; seviyeli mimarileri ile insanlara güvenli, ilginç yönelişlere imkan veren çevreler sunmalıdır. Fiziki çevre, en fakir ailelerin bireylerinin de mütevazı ancak güzel ortamlarda yaşadığı, her bireyin toplumsal oluşuma yabancılaşmadan katkıda bulunmasını sağlayacak bir yapıda olmalıdır. Bu amaca, ancak ve ancak karşıtlıkları giderecek bütüncül planlama yaklaşımının önündeki gayri meşru spekülatif girişimlerden oluşan engeller aşılarak ulaşılabilir. Planlama ve projelendirmede beklenen yüksek seviyeli sonuç ise, şehircilik ve mimaride deneyimli, seçkin bir heyetin yönlendirici katkısıyla sağlanabilir.”
Bu yazının sınırlarını aşan bir teknik muhteva ve derinlikte hazırlanan Cansever’in teklif ettiği “PİLOT ŞEHİR UYGULAMA RAPORU” bugün bile kılavuz kitap niteliğindedir. Ama fayda yok. Çünkü bu raporları görecek göz, anlayacak idrak yok.
Cansever’in raporu Başbakanlık ve ilgili bakanlıkların koridorlarında yok edildikten (2003) 11 yıl sonra 8 Şubat 2014 tarihinde Başbakan Erdoğan İstanbul/Esenler’de düzenlenen “Şehir Yazarları ve Akademisyenleri Toplantısı”nda; "Bize bir tek Mimar Sinan yetmez, onlarca yüzlerce Mimar Sinan'a ihtiyacımız var. Allah rahmet etsin. Bize bir tek Turgut Cansever yetmez. Bizim binlerce Turgut Cansever'e ihtiyacımız var. Bu milletin ruhundaki ışığı, umudu, heyecanı çoğaltacak gönül mimarlarına ihtiyacımız var. Eseri inşa ederken o esere gerçekten o ruhu verecek mimarlara ihtiyacımız var. Millet olarak bizim ruhumuzda bu ışık ziyadesiyle mevcut. Bizim bu ışığı bulacak, bu ışığı canlandıracak ruhtaki o medeniyet hücrelerini diriltecek, ellerinden tutup kaldıracak bir ufka, böyle bir özgüvene ihtiyacımız var. Betonun, asfaltın, çimentonun, kaldırım taşın, mevzuatın içinde kaybolmuş değil, bu aziz milletin tarihindeki şehir medeniyetini kavramış o medeniyeti her bir taşa yansıtmaya çalışan belediye başkanlarına ihtiyacımız var" şeklinde konuşmuştur.
Bu ifadelerin altını çiziyor ve bütünüyle katılıyoruz. Ancak yanınızda iken, şehirlerimiz için çırpınırken göremediğiniz rahmetli Cansever’in vefatından (2009) 5 yıl sonra “Bizim binlerce Turgut Cansever’e ihtiyacımız var” derken gerçekten ihtiyaç duyuyor musunuz? Hiç zannetmiyorum.
Hayatının son 7 yılın bu iktidar devrinde geçiren ancak hiç itibar edilmeyen, adeta kendisinden kaçılan, siyasî iktidarın en fazla yoğunlaştığı alan “Çevre ve Şehircilik” olmasına rağmen, görmemezlikten gelinen Cansever’in, öldükten sonra “seng-i musalla”da mı iktidar sahiplerince kadri bilindi?  Tabii ki hayır!  
Bu cümlelerin de çeşni ve çeşitlilik olsun türünden, derinliğine vakıf olunamamış hamaset ifadeleri olduğuna şüphe yok. Çünkü tablo, ispata gerek olmayacak kadar ortada.

İki telgraf…
İşin trajik bir tarafına daha işaret babından, Turgut Cansever’in vefatı vesilesiyle ailesine bir “başsağlığı mesajı” gönderen dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın mesajlarını da buraya alalım.
Dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün başsağlığı mesajı:
"22.02.2009. Kısa bir süre önce mimari dalında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'nü alan, ülkemizin önde gelen mimarlarından Turgut Cansever'in vefatını derin bir üzüntüyle öğrenmiş bulunmaktayım. Turgut Cansever sadece mimar kimliğiyle değil düşünceleriyle de kültür ve sanat hayatımızda iz bırakmıştır.
Dehasıyla mimarimizi yüksek noktalara taşıyan, kültür mirasımızın zenginleşmesine katkıda bulunan, sosyal sorumluluk anlayışıyla önemli projelere imza atan Turgut Cansever, arkasında özgün ve güzel eserler bırakmıştır.
Dünyanın en prestijli mimarlık ödüllerinden olan "Ağa Han Mimarlık Ödülü"nü üç kez almasının yanında sayısız başarıya imza atan Turgut Cansever, her zaman saygıyla ve takdirle hatırlanacaktır.
Kendisine Allah'tan rahmet, ailesine ve milletimize başsağlığı diliyorum."

Dönemin Başbakanı Erdoğan’ın başsağlığı mesajı:
"Ülkemizin önde gelen mimarlarından Turgut Cansever'in vefatını üzüntüyle öğrenmiş bulunuyorum. Cansever mimar değil düşünce ve eylem adamı olarak da kültür yaşantımızda iz bırakmıştır.
Uzun yıllar İstanbul ve Ankara için, metropol planlama, yeni yerleşimler, kent merkezleri ve koruma danışmanlığı yapan Cansever, bu alanda önemli projeler geliştirip hayata geçirmiştir.
Şehir ve mimarı konusunda yayınlanmış bir çok eseri bulunan, kısa bir süre önce mimarı dalında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülün'ü alan Cansever, " Ağa Han " mimarlık ödülüne üç kez layık görülmüştür. Eserleriyle mimarimizi zenginleştiren ve kültür mirasımıza kalıcı eserler ekleyen Turgut Cansever, arkasında bıraktıklarıyla genç mimarlarımıza ve şehir planlamacılarımıza her zaman ilham kaynağı olmaya devam edecektir. Yoğun calışma hayatı boyunca sayısız başarıya imza atan, yeri kolay kolay doldurulamayacak olan değerli mimar, düşünce ve eylem adamı Turgut Cansever'i her zaman saygıyla ve takdirle hatırlayacağız."
İnsanî bir duyarlılık olarak vefat taziye telgraflarını okuyunca  zannediyoruz ki “Eyvah! Medeniyetimizin 20. Yüzyıldaki şehir bânisi irtihal etti. Şimdi şehirlerimizi nasıl tasarlayacağız? Nasıl yeni şehirler kuracağız? ” endişesini taşıyan yöneticiler var.
Cansever’le birlikte şehirlerimiz için dertlenen âlimlerimizin de nesli sona verdi.
Yazık onu göremeyenlere!
Yazık onu idrak edemeyenlere!
Yazık şehirlerimize!

Ne hazin bir benzerlik değil mi?
Le Corbusier Reis-i Cumhur Mustafa Kemal’e rapor-kitap sunuyor fakat akıbeti meçhul ve maktul oluyor. Turgut Cansever de dönemin Başbakan R. Tayyip Erdoğan’a rapor sunuyor ve akıbeti meçhul kalıyor!
Üstad gibi feryâd etmenin tam zamanı galiba:
“Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu an.
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!”

Cansever’in de sık sık ifade ettiği Hz. Peygamber’in bir hadis-i şerifiyle bitirelim: “Âlimin ölümü âlemin ölümüdür!”









[1] Raporlarla ilgili açıklayıcı bilgiler ve mimari projeleriyle ilgi kuran  kapsamlı bir değerlendirme şurada bulunabilir: Halil İbrahim Düzenli, İdrak ve İnşa: Turgut Cansever Mimarlığının İki Düzlemi, Klasik Yay., İstanbul, 2009, s. 192-209. Ayrıca bu raporlar üzerine başbakana yazdığı mektup ilk olarak şurada gündeme getirilmişti:  Halil İbrahim Düzenli, “İdeal Şehir Nedir ya da ‘İdeal’ Olana ‘Pratik’ Bir Adım: Turgut Cansever ve Yeni Şehirler Projesi”, Şehir ve Düşünce, sy. 1, 2013, s. 6-11.