Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Şehirlerimizin
yaşanamaz hale getirildiği, şehir cinayet ve katliamlarının sınır tanımadığı netameli
zamanlarda yaşıyoruz. Üstelik şehir katliamlarının hayat iksiri olarak sunulduğu ve bu iksire kavuşmayanların hızla
ölüme doğru gittiğine inandırılıyoruz.
Nasıl mı? Şehir
eşkıyalarının şekavetlerinin talan
ve uygulama arenası haline gelen şehirlerimizde yükselen beton tabutluklar,
zararsız böceklerin bile masum bir toprak parçası bulamadıkları için
yaşayamayıp terk ettiği mekânlar, sadece kâr ve rant şehvetinin sembolü AVM’ler,
iş kuleleri, rezidanslar, güvenlikli siteler, vs. vs… Artık şehirlerimiz her
birimizin canlı olarak içinde mes’ut biçimde sığındığı birer nekropolden ibaret… Kendilerini canlı
zanneden kadavralar için antik zamanlarda taştan oyulmuş lahitlerden oluşan nekropoller inşa ediliyordu. Modern
zamanlarda beton lahitler üst üste
dikilerek metropoller oluşuyor. Yani;
modern zamanların metropolleri antik
zamanların nekropolleri haline geldi.
Eşkıyanın şehre
inişi bu hale getirdi şehirlerimizi… Artık dağlarda talan ve vurgun zamanı geçti,
şimdi eşkıya şehirde hükümrân oldu… Eskinin eşkıyası kanundan kaçmak için dağa
çıkar, vurgun yapardı, şimdilerde kendi kanununu ihdas ederek şehre indi.
Bu eşkıya yol
kesen, kervan soyan türden değil; şehir rantlarını kollayan, şehrin neresinde
bir bâkir toprak parçası, yeşil alan veya üzerine henüz bir şey konmamış arazi
görse oraya musallat olan devletlû
şeriklerinin korumasında bir eşkıya güruhu…
Öyle bir eşkıya
güruhu ki dağlardaki eşkıyaları aratır cinsten..
Bu konuda
arşivimizi bir yoklayalım…
XV. yüzyıl
Osmanlı belgelerinden birisinde Padişah Kanuni Sultan Süleyman’ın Divan-ı Humayûn’dan
İstanbul Kadısı ve Silâhdarbaşına gönderdiği bir hükümde “şehri eşkiyadan tathir ve pak
etdiresin” diye emir buyurur.
Yâni “şehri yol kesicilerden temizleyip
arındırasın” der. Aynı hükümde “bazı
ehl-i fesad evler basıp, adam katledip, esbap ve emval garet edip fesad ve
şenaat eylemekten hali olma”dığını belirterek gerekli tedbirlerin tez elden alınmasını ferman eder.
O dönemde
fermanın gereği yapılır ve şehir eşkıyadan temizlenir. Amma… Öyle bir zamandayız
ki; ferman tersine çevrildi, adeta “şehri tez elden eşkıya ile âbâd idesün!”
diye fermanlar salınır oldu !
Artık, ehl-i
fesad evler basıp adam katledip emvali yağma etmiyor, daha korkuncunu
yapıyor:
Şehirlerimize
Moğol ve Haçlı istilâsının modern zaman tarzı
istilâlar musallat oldu. Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’in Amerika
şehirleri için söylediği gibi, “Cengiz
Han’ınkinden de kültürsüz bir vahşet hakim. Kuvveti ele geçirenlerin
kendilerini dünyaya kabul ettirme iradesi” ve şehveti var ortada!
Şehirlerimiz
inşa, imar ve ihya edilmiyor; iğfal, işgal ve imha ediliyor!
Bu bir rüya mı?
Hayra mı şerre mi yormalı? Gördüklerimiz rüya değil, kâbusu da aşmış bir şehir
gerçekliği! Bu gerçeklik hayatımızı istilâ ettiğinden, bu kaosta ifna
olduğumuzdan göremiyor, fark edemiyor, anlayamıyoruz bu gerçeği!
Bu gerçekliğe
birkaç cümle ara vererek Üstad Necip Fazıl’dan mühim bir misal verelim…
Yıl 1939. Üstad
Necip Fazıl İstanbul’da karşı yakaya geçmek için Boğaziçi Vapuruna biner. Vapur
köprüye yanaşınca, bir elinde acele ile gazeteye yetiştirmesi gereken yazı,
diğer elinde ise her gün beraber gidip geldiği bir dostunun kolu Yenicami
istikametine doğru yürürler. Üstad’ta hayret ve dehşete sebep olan hadisenin
bundan sonrasını “Başıboş Şehir” başlıklı yazısından okuyoruz:
“Tam köprünün bittiği yerde, yani yüzünüz Yeni Camiye doğru
köprüden çıkarken sol tarafta, köprüye hemen bitişik küçük toprak parçası
üzerinde arkadaşım ne görse iyi?
Küçücük bir mısır tarlası!
Arkadaşım kolumdan çekti:
-Şuraya bak! Dedi, köprü başına mısır ekmişler!
Vapurdan çıkan birkaç kişi, şehrin en izdihamlı noktasında
kendilerine hayat hakkı arayan mısır fidanlarına doğru hayretle eğildik ve
ibretle yolumuza devam ettik.
Kim bilir hangi kayıkçı, gemici, Şirket-i Hayriye memuru, o
başıboş toprak parçasına bu mısırları ekmiş, yahut o başıboş toprak parçası,
üzerine düşen birkaç mısır tanesinden, başıboş şehrin tam bir ifadesi halinde
derhal bir mısır tarlası fışkırmıştı.
Belki bu yazı bitinceye kadar herhangi bir belediye
memurunun yolması mümkün olan, belki de ve en kuvvetli ihtimalle hala o noktada
bekleyen bu mısırlar, tenekeden evleri, barsaktan sokakları, herkesin ve
herşeyin keyfine açık ve perişan bünyesiyle, zavallı İstanbul’un ne mükemmel
ifadesi!”
Üstad, gördüğü
bu şehir manzarası karşısında hükmünü verir: “İstanbul’u vecize halinde ifade için, köprü başındaki mısırlardan daha
kuvvetli bir vesika bulunamaz. Bu tarzda olağandışı tecelliler, insanı, kendi memleketinde seyyah haline
getiriyor.”
Her mısraı berceste olan “Canım İstanbul”u yazan
Üstad’ı 86 yıl önce dehşete düşüren bu manzaralar artık kalmadı! Sadece
İstanbul’da değil, neredeyse hiçbir şehrimizde yok!
Sevinelim mi?
Üzülelim mi? Şehirlerimiz Üstadın bahsettiği çirkinliklerden, kirliliklerden, teneke
evlerden temizlendi, ıslah edildi de mi bu manzaralar artık yok?
Şimdi
şehirlerimizi mısır tarlaları yerine beton ormanları istilâ etti.
Biz de Üstadın
hayretinin tam tersi bir hayretle veyl!
diyoruz.
Şehir idraki olmayan ve şehirli
olamayan
güruhun şehirlerimizi ne hale getirdiğinin tipik bir misalini dehşete kapılarak
dile getiren Üstad, bu misalle şehir
davamızı öyle derinden resmeder ki; günümüzün şehir yöneticileri anlayamaz!
Şimdilerde olsa
şehirde kendini kentsel dönüşümden
kurtarabilmiş vaha diyebileceğimiz bu masum mısır tarlası o yıllarda şehrin
dokusunu bozan bir patolojik organ gibiydi Üstad’ın gözünde. Bugün ise tam
aksine şahit oluyoruz. Üstad’ı hayrete düşüren bu tablo toprak terminatörleri tarafından rant ve kâr şehvetiyle yok
edildiği için bugünkü şehirlerimizin masumiyeti hunharca katliamlarla
kaybedildi.
TOKİ, belediye
ve müteahhit eli değmemiş bir toprak parçası kalmadığı için şehir toprağının
kimyası bozuldu, tabiatı değişti. Şehrin içeresinde insanın ayağını basacağı
bir toprak parçası bırakmayan bu meş’um
troyka marifetiyle gelecek nesiller toprak diye bir şey tanımayacak.
Toprağı sadece filmlerde, fotoğraflarda görecekler. Daha da ilginci kimya laboratuvarlarında
“bu topraktır” diye kendilerine gösterilen
parçalara, başka galaksiden kopup gelmiş parçalar gibi hayret edecekler!
Görünen o ki bu
eşkıya güruhunun ıslah-ı nefs edip nâdim
olması mümkün değil. Bu hal, tatmin edilemez şehir eşkıyası iştihasının
toprağa ihanetidir.
Üstad’ın hayret
ettiği, dehşete kapıldığı “kendilerine hayat hakkı arayan mısır
fidanları” şehirlerimizi terketti. Çünkü şehir eşkıyaları bırakın insanı;
nebat olsun, hayvan olsun şehirde hiçbir canlıya hayat hakkı tanımıyor!
Yukarıda söz
konusu ettiğimiz fermandaki deyimle şehirlerimizin ahvâl-i umraniyyesi bu
minval üzere bertahrîp devam ediyor!
Bir taraftan da “şehir, medeniyet, gelenek, kadîm şehir ruhu….” gibi
kavramlarımız (Üstad’ın deyimiyle kelâm fuhşu halinde) kullanıla
kullanıla yok ediliyor.
Şehirlerimizi
(gene Üstad’ın tesbitiyle) “vecize halinde ifade için” TOKİ
tabutlukları, kentsel dönüşüm katliamları, rezidanslar, AVM ve tower’lar’dan daha güçlü bir belge bulunamaz!
Şehirlerimiz
mısır tarlalarından temizlendi fakat yerlerine göğü bile kirleten beton
kaktüslerle işgal edildi.
Yaptıklarıyla
gafilce avunan ve taammüden avutan devletlûlarımız, şehir ve medeniyet idrakinden
mahrum Şehircilik Vekâletimiz ve ‘Heyet-i
Vekile’miz var oldukça insanlığı ve şehri çok arayacağız!
Şehirlerimiz ‘yerli görünümlü’ müstevliler elinden
daha çok çekecek gibi!
Ne acıdır ki sadece
feryâd edebiliyoruz!