Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Şehirlerimizin
tarihî zaman dilimlerinde, inşa edicilerinden başlayarak, üzerinde yaşattıkları
mânâlara, değerlere ve taşıdıkları misyona izafeten vasıflandırılmaları
vazgeçilmez bir gelenek idi. Bir şehrin taşıdığı mânâ ve kıymet, vasfına yâni
niteliğine nispetle anlaşılırdı. O şehre atfedilen önem ve misyon da şehrin
taşıdığı vasıftan anlaşılırdı.
Şehirlerin vasıflarından yapılacak şehir okumaları,
bin yıl sonra bile o şehrin kimlik ve mânâsını ortaya çıkarır. Örneğin Kelâm-ı
Kadîm’de, “Şehirlerin anası: Ümm’ül Kura” olarak vasıflandırılan Mekke’nin “Mükerreme”, Medine’nin “Münevvere”, Kudüs’ün “Şerîf” sıfatı, “bize ait” şehirlerimizin mutlaka ayırt edici bir
vasfının bulunması gereğine işaret eder.
Şam ve Buhara için; Şam-ı Şerîf, Buhara-yı Şerîf, Amasya için
; “Medinetü’l-Hükema”, “Kubbetü’l Ulemâ”, İstanbul için; “Dersâadet”, Halep için; “Haleb’üş-şehbâ”, Trabzon için; “Evsâf-ı Şehr-i azîm ve kal’a-i ma’mur-ı
kadîm”, “Hurşîd-âbâd”, kadîm şehirlerimizin vasıflarından bazılarıdır.
Ayrıca, Bağdat için;
“Vilayet-i Bağdad-ı behişt-âbâd”, Ankara
için; “Metîn-i kâmil, sûr-ı ibret-nümâ-yı
ma’mur”, Bursa için; “Evsaf-ı şehr-i
azîm”, Konya için; “dârü’l-mülk-i
kadîm şehr-i îmân”, Antakya için; “Belde-i
dârü’l-mülk-i kadîm-î Antakiyye”, Van için; “Vilayet-i Van-ı sedd-i îman” vasıflarıyla bu kadîm medeniyet
şehirleri anlatılır. Kadîm şehirlerimizin her birinin böylesine mütemeyyiz,
müzeyyen, öne çıkan sıfatı bulunurdu. Sadece şehirlerimiz değil, şehir
mekânları da sıfatlar taşırdı.
Özellikle Evliyâ
Çelebi Memâlik-i İslâm’daki şehirleri vasıflarıyla anlatır. Çelebi, “evsâf-ı
şehr” başlığı altında Osmanlı şehirlerini anlatırken “bu güne latîf esmâları vardır” diyerek
“Devlet-i
Âl-i Osman’da olan arz-ı mukaddese şehirleri esmâlarında âb-u tâb ve şân
vardır” cümlesiyle şehirlerimizin vasıflarına vurgu yapar.
Çelebi, uğradığı ve
kaldığı şehirlerdeki eşrâfı anlatırken ise “Evsaf-ı kibâr u eşrâf u a’yan”, “Sitâyiş-i
sulehây-i meşayihân”, “Müşerref olduğumuz yârân u ihvân”, “Mâmur-u bünyâd” vasıflarını
kullanır.
Şehir mekânlarından
bahsederken de “Tavsîf-i sarây-ı a’yan”, “Der-sitâyiş-i mahallât-ı büldân”, Ta’rif-i
çeşme-i âb-ı revân” gibi vasıflar kullanır.
Bu manâda, Selçuklu
tarihçisi rahmetli Prof. Osman Turan “Selçuklu
Türkiye’si şehirlerinin Unvânları” başlığı altında şunları söyler: “İslâm dünyasında bazı mühim şehirlere
münasip unvan veya lâkaplar veriliyor ve bunlar çok defa isimleri ile birlikte
veyahut isim yerine kullanılıyordu. Meselâ Hilâfet ve büyük medeniyet merkezi
olan Bağdad Medinet üs-Selâm veya Dâr üs-Selâm unvanını taşıyordu.
Bununla da onun sulh ve selâmet şehri veya cennet-vasıf olduğu ifade
ediliyordu. İslâmî ilimlerin daima yüksek bir derecede devam ettiği Buhara ile
Sultan Sancar’ın 60 yıllık payitahtı olup İslâm dünyasının ikinci büyük merkezi
hâlinde yükselen Merv şehri, aynı zamanda, her türlü âlimler, şairler,
san’atkâr ve filozoflar ile dolu bulunduğu için de Kubbetül-İslâm ünvanları ile yâd olunuyordu. Türkiye’de Ahlat’ın da
XIII. asırda bu sıfatı taşıması onun ilim ve kültür bakımlarından derecesinin
yüksek olması ile ilgili idi. Isfahan ve Tebriz şehirleri de Selçuklu, İlhanlı,
Türkmen ve Safevî devletlerinin payitahtı olduğu için Dar üs-Saltana sıfatını taşımıştır.
Selçuklu Türkiye’sinde şehirlerin unvan alması daha
yaygındır. Osmanlıların şehirlere ait unvanları daha mahduttur. İmparatorluk
merkezi İstanbul’un pek çok yüceltici sıfatları arasında Dâr us-Saadet veya Der-Saâdet,
saâdet şehri ve cennet mânâsını taşıyor; ondan sonra da Dâr ul-Hilafe çok kullanılıyordu. Osmanlılar mukaddes tanıdıkları
Mekke, Medine ve Kudüs için isimleri ile birlikte Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Kuds-i Şerîf terkiplerini
ihmal etmiyorlardı. Avrupa seferinde Osmanlı ordularının asırlarca konak ve üs
yaptıkları Belgrad da ekseri Belgrad Dâr
ül-Cihâd olmuştu. Selçuklu şehirlerine verilen ünvanların muahhar
devirlerde terk edildiği gözüküyor.”
Turan, -yukarıda
sayılanlardan başka- bazı şehirlerimizin ünvanlarını da şöyle sıralıyor: “Konya: Dârü’l-mülk (Peyitaht), Kayseri: Dârü’l-Feth
veya Dârü’l-mülk, Sivas: Dâru’l âlâ
(Yücelik beldesi), Aksaray: Dâru’z-zafer, Dârü’l-Cihâd, Dâru’r-ribat (II. Kılıç
Arslan’ın askeri üssü olduğu ve hayır müesseseleri kurduğu için), Malatya: Dâru’r-rif’a
(Üstünlük veya asalet şehri), Erzincan: Dâru’n-nasr (Yardıma mazhar şehir),
Amasya: Dâru’l-İzz (İzzet ve şeref şehri), Ankara: Dâru’l-hısm (Mustahkem
belde), Tokat: Dârü’n-nusret (Yardım şehri), Niğde: Dâru’l-pehlevaniyye (Pehlivanlar
beldesi), Bayburd: Dâru’l-celâl (Ululuk şehri), Ahlat: Kubbetul-İslâm (İslâm’ın
kubbesi), Sinop: Lezûet ul-uşşak (Âşıklar adası), Samsun: Dâru’s-sagr (Hudud
şehri), Antalya: Dâru’s-sagr (Hudud şehri), Denizli: Dâru’s-sagr (Hudud şehri)”
Bugünkü
şehirlerimize bakıyoruz. Özellikle Tanzimat sonrası ve cumhuriyetle birlikte
hiçbir şehrimizin tavsif edilmemesi, sıfata değer, öne çıkan bir vasfının
olmaması nasıl izah edilebilir? Özellikle bugünün kentsel dönüşümle genleri değiştirilen ve bozulan şehirlerimizin
tamamına olsa olsa vasıf olarak “Dârül
kasvet” veya “Şehr-i kaos” denilse
yeridir. Hele hele Şehircilik Bakanlığı, yerel yönetimler ve TOKİ
uygulamalarıyla ifsat edilen şehirlerimize “Şehr-i ifsat”, “Şehr-i iğfal”den başka bir vasıf bulamıyoruz. Bir
de kompleks, özenti kokan Marka kent, Avrupa kenti, Dünya kenti,
Futbol kenti, Olimpiyat kenti, Festival kenti… gibi ifsat edici
vasıflar şehirlerimizin ne hale getirildiğinin, nereye düşürüldüğünün
itirafıdır.
Şimdi kimi
şehirlerimiz gece ve gündüz eğlenceleriyle, festivalleriyle, kimi gökdelenleri,
kimi AVM’leri, rezidansları, kimi iş kuleleriyle sembolleşirken herhalde bunlar
da Darü’l-işret,
Darü’l-AVM, Şehr-i rezidans, Şehr-i
azîm-i gökdelen olarak
tesmiye olunacaklardır.
Trabzon yerel
ağzında “çirkin, biçimsiz” anlamında “sufatsuz”
diye bir kelime kullanılır. Modern zamanların TOKİ tabutlukları ve kompleksle
malûl klonlanmış şehirlerimizi en iyi ifade eden vasıflardan birisi de bu “sufatsuz”
kelimesi olsa gerek.
Tanpınar’ın “Cedlerimiz
inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir
ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası
kesiliyordu..” dediği ruh, iman ve taşın dile geldiği mekânlar üreten
şehirlerimiz ne yazık ki artık yok! İhtimaller âleminde olması da pek mümkün
görünmüyor.
Netice-i kelam, kadîm şehirlerimizden bugüne gelebilenler
bile o muhteşem çağlarında kendilerine verilen vasıfları kaybetti. Bugün
İstanbul’a Dersaâdet, Trabzon’a Şehr-i Müzeyyen, Bursa’ya Şehr-i
Azîm diyebiliyor muyuz? Desek bile bu vasıflar, şehrin günümüzdeki
değil, tarihteki vasfına izafetendir.
Şehirler “bizim” iken, yâni “yaşanmaya değer” medeniyet
şehirleri iken her birinin sıfatı vardı. Şimdi ise vasfı, sıfatı kalmadı. Sıfatsız
şehirde yaşamak; niteliksiz, biçimsiz, beton ormanlarıyla işgal
edilmiş, bakterilerin bile kaçtığı, insanın ise ruhsuz bir kadavra gibi sadece
biyolojik bir canlıdan ibaret olduğu ifsat edilmiş bir yeryüzü parçasında yaşamaktır.
Niçin “şerîf”,
“mükerrem”, “münevver”, “azîm”, “âlâ”, “nusret”, “mâmur”, sıfatlı şehirler inşa edemiyoruz? Çünkü “şeref’ül-mekân
bil-mekîn”lerimiz yok!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder