2 Şubat 2015 Pazartesi

ŞEHİRLERİMİZİN SIFATI, VASFI VAR MI, KALDI MI?

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Şehirlerimizin tarihî zaman dilimlerinde, inşa edicilerinden başlayarak, üzerinde yaşattıkları mânâlara, değerlere ve taşıdıkları misyona izafeten vasıflandırılmaları vazgeçilmez bir gelenek idi. Bir şehrin taşıdığı mânâ ve kıymet, vasfına yâni niteliğine nispetle anlaşılırdı. O şehre atfedilen önem ve misyon da şehrin taşıdığı vasıftan anlaşılırdı.

Şehirlerin vasıflarından yapılacak şehir okumaları, bin yıl sonra bile o şehrin kimlik ve mânâsını ortaya çıkarır. Örneğin Kelâm-ı Kadîm’de, “Şehirlerin anası: Ümm’ül Kura” olarak vasıflandırılan Mekke’nin “Mükerreme”, Medine’nin  “Münevvere”, Kudüs’ün “Şerîf” sıfatı, “bize ait” şehirlerimizin mutlaka ayırt edici bir vasfının bulunması gereğine işaret eder.

Şam ve Buhara için; Şam-ı Şerîf, Buhara-yı Şerîf,  Amasya için ; “Medinetü’l-Hükema”, “Kubbetü’l Ulemâ”, İstanbul için; “Dersâadet”, Halep için; “Haleb’üş-şehbâ”, Trabzon için; “Evsâf-ı Şehr-i azîm ve kal’a-i ma’mur-ı kadîm”, “Hurşîd-âbâd”, kadîm şehirlerimizin vasıflarından bazılarıdır.

Ayrıca, Bağdat için; “Vilayet-i Bağdad-ı behişt-âbâd”, Ankara için; “Metîn-i kâmil, sûr-ı ibret-nümâ-yı ma’mur”, Bursa için; “Evsaf-ı şehr-i azîm”, Konya için; “dârü’l-mülk-i kadîm şehr-i îmân”, Antakya için; “Belde-i dârü’l-mülk-i kadîm-î Antakiyye”, Van için; “Vilayet-i Van-ı sedd-i îman” vasıflarıyla bu kadîm medeniyet şehirleri anlatılır. Kadîm şehirlerimizin her birinin böylesine mütemeyyiz, müzeyyen, öne çıkan sıfatı bulunurdu. Sadece şehirlerimiz değil, şehir mekânları da sıfatlar taşırdı.

Özellikle Evliyâ Çelebi Memâlik-i İslâm’daki şehirleri vasıflarıyla anlatır.  Çelebi, “evsâf-ı şehr” başlığı altında Osmanlı şehirlerini anlatırken “bu güne latîf esmâları vardır” diyerek “Devlet-i Âl-i Osman’da olan arz-ı mukaddese şehirleri esmâlarında âb-u tâb ve şân vardır” cümlesiyle şehirlerimizin vasıflarına vurgu yapar.

Çelebi, uğradığı ve kaldığı şehirlerdeki eşrâfı anlatırken ise “Evsaf-ı kibâr u eşrâf u a’yan”, “Sitâyiş-i sulehây-i meşayihân”, “Müşerref olduğumuz yârân u ihvân”, “Mâmur-u bünyâd” vasıflarını kullanır.

Şehir mekânlarından bahsederken de “Tavsîf-i sarây-ı a’yan”, “Der-sitâyiş-i mahallât-ı büldân”, Ta’rif-i çeşme-i âb-ı revân” gibi vasıflar kullanır.

Bu manâda, Selçuklu tarihçisi rahmetli Prof. Osman Turan “Selçuklu Türkiye’si şehirlerinin Unvânları” başlığı altında şunları söyler: “İslâm dünyasında bazı mühim şehirlere münasip unvan veya lâkaplar veriliyor ve bunlar çok defa isimleri ile birlikte veyahut isim yerine kullanılıyordu. Meselâ Hilâfet ve büyük medeniyet merkezi olan Bağdad Medinet üs-Selâm veya Dâr üs-Selâm unvanını taşıyordu. Bununla da onun sulh ve selâmet şehri veya cennet-vasıf olduğu ifade ediliyordu. İslâmî ilimlerin daima yüksek bir derecede devam ettiği Buhara ile Sultan Sancar’ın 60 yıllık payitahtı olup İslâm dünyasının ikinci büyük merkezi hâlinde yükselen Merv şehri, aynı zamanda, her türlü âlimler, şairler, san’atkâr ve filozoflar ile dolu bulunduğu için de Kubbetül-İslâm ünvanları ile yâd olunuyordu. Türkiye’de Ahlat’ın da XIII. asırda bu sıfatı taşıması onun ilim ve kültür bakımlarından derecesinin yüksek olması ile ilgili idi. Isfahan ve Tebriz şehirleri de Selçuklu, İlhanlı, Türkmen ve Safevî devletlerinin payitahtı olduğu için Dar üs-Saltana sıfatını taşımıştır.

Selçuklu Türkiye’sinde şehirlerin unvan alması daha yaygındır. Osmanlıların şehirlere ait unvanları daha mahduttur. İmparatorluk merkezi İstanbul’un pek çok yüceltici sıfatları arasında Dâr us-Saadet veya Der-Saâdet, saâdet şehri ve cennet mânâsını taşıyor; ondan sonra da Dâr ul-Hilafe çok kullanılıyordu. Osmanlılar mukaddes tanıdıkları Mekke, Medine ve Kudüs için isimleri ile birlikte Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Kuds-i Şerîf terkiplerini ihmal etmiyorlardı. Avrupa seferinde Osmanlı ordularının asırlarca konak ve üs yaptıkları Belgrad da ekseri Belgrad Dâr ül-Cihâd olmuştu. Selçuklu şehirlerine verilen ünvanların muahhar devirlerde terk edildiği gözüküyor.”

Turan, -yukarıda sayılanlardan başka- bazı şehirlerimizin ünvanlarını da şöyle sıralıyor: “Konya: Dârü’l-mülk (Peyitaht), Kayseri: Dârü’l-Feth veya Dârü’l-mülk, Sivas: Dâru’l âlâ (Yücelik beldesi), Aksaray: Dâru’z-zafer, Dârü’l-Cihâd, Dâru’r-ribat (II. Kılıç Arslan’ın askeri üssü olduğu ve hayır müesseseleri kurduğu için), Malatya: Dâru’r-rif’a (Üstünlük veya asalet şehri), Erzincan: Dâru’n-nasr (Yardıma mazhar şehir), Amasya: Dâru’l-İzz (İzzet ve şeref şehri), Ankara: Dâru’l-hısm (Mustahkem belde), Tokat: Dârü’n-nusret (Yardım şehri), Niğde: Dâru’l-pehlevaniyye (Pehlivanlar beldesi), Bayburd: Dâru’l-celâl (Ululuk şehri), Ahlat: Kubbetul-İslâm (İslâm’ın kubbesi), Sinop: Lezûet ul-uşşak (Âşıklar adası), Samsun: Dâru’s-sagr (Hudud şehri), Antalya: Dâru’s-sagr (Hudud şehri), Denizli: Dâru’s-sagr (Hudud şehri)”

Bugünkü şehirlerimize bakıyoruz. Özellikle Tanzimat sonrası ve cumhuriyetle birlikte hiçbir şehrimizin tavsif edilmemesi, sıfata değer, öne çıkan bir vasfının olmaması nasıl izah edilebilir? Özellikle bugünün kentsel dönüşümle genleri değiştirilen ve bozulan şehirlerimizin tamamına olsa olsa vasıf olarak “Dârül kasvet” veya “Şehr-i kaos” denilse yeridir. Hele hele Şehircilik Bakanlığı, yerel yönetimler ve TOKİ uygulamalarıyla ifsat edilen şehirlerimize “Şehr-i ifsat”, “Şehr-i iğfal”den başka bir vasıf bulamıyoruz. Bir de kompleks, özenti kokan Marka kent, Avrupa kenti, Dünya kenti, Futbol kenti, Olimpiyat kenti, Festival kenti… gibi ifsat edici vasıflar şehirlerimizin ne hale getirildiğinin, nereye düşürüldüğünün itirafıdır. 

Şimdi kimi şehirlerimiz gece ve gündüz eğlenceleriyle, festivalleriyle, kimi gökdelenleri, kimi AVM’leri, rezidansları, kimi iş kuleleriyle sembolleşirken herhalde bunlar da Darü’l-işret, Darü’l-AVM,  Şehr-i rezidans, Şehr-i azîm-i gökdelen olarak tesmiye olunacaklardır.

Trabzon yerel ağzında “çirkin, biçimsiz” anlamında “sufatsuz” diye bir kelime kullanılır. Modern zamanların TOKİ tabutlukları ve kompleksle malûl klonlanmış şehirlerimizi en iyi ifade eden vasıflardan birisi de bu “sufatsuz” kelimesi olsa gerek.

Tanpınar’ın “Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu..” dediği ruh, iman ve taşın dile geldiği mekânlar üreten şehirlerimiz ne yazık ki artık yok! İhtimaller âleminde olması da pek mümkün görünmüyor.

Netice-i kelam, kadîm şehirlerimizden bugüne gelebilenler bile o muhteşem çağlarında kendilerine verilen vasıfları kaybetti. Bugün İstanbul’a Dersaâdet, Trabzon’a Şehr-i Müzeyyen, Bursa’ya Şehr-i Azîm diyebiliyor muyuz? Desek bile bu vasıflar, şehrin günümüzdeki değil, tarihteki vasfına izafetendir.

Şehirler “bizim” iken, yâni “yaşanmaya değer” medeniyet şehirleri iken her birinin sıfatı vardı. Şimdi ise vasfı, sıfatı kalmadı. Sıfatsız şehirde yaşamak; niteliksiz, biçimsiz, beton ormanlarıyla işgal edilmiş, bakterilerin bile kaçtığı, insanın ise ruhsuz bir kadavra gibi sadece biyolojik bir canlıdan ibaret olduğu ifsat edilmiş bir yeryüzü parçasında yaşamaktır.

Niçin “şerîf”, “mükerrem”, “münevver”, “azîm”, “âlâ”, “nusret”, “mâmur”,  sıfatlı şehirler inşa edemiyoruz? Çünkü “şeref’ül-mekân bil-mekîn”lerimiz yok!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder