Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
“Büyükşehir”, büyük kâbusların, kasvetlerin, kaosların
yatağı…
Yüzyılımızın önemli fikrî ve siyasî
şahsiyetlerinden, dâvâ ve mücadele adamı Bosna-Hersek’in ilk Devlet Başkanı
rahmetli Aliya İzzetbegoviç “Doğu ve Batı
Arasında İslâm” isimli eserinde “…Şâirler
büyük şehirlerin ‘cehenneminden’ bahsederler. Şehrin reddedilmesi –ne kadar
gayri fonksiyonel ise de- sırf insanî bir reaksiyondur. Her insan bir ölçüde
şair olarak kabul edilebilir. Eskiden olduğu gibi bugün de şehir ve şehir
medeniyetini protesto, din, kültür ve sanattan geliyor. İlk Hristiyanlara Roma
şeytanın devleti olarak görünüyordu ve arkasından dünyanın sonunun ve korkunç
mahkemenin geleceğine inanılmaktaydı. Dindarlık şehrin büyümesiyle azalır; daha
doğrusu, bu azalma insana yadırgatıcı bir tarzda tesir eden şehircilik
unsurlarının birikmesiyle beraber meydana gelir. Çünkü şehir ne kadar büyürse, üzerindeki gök de o kadar küçülür. Tabiat,
çiçek ve aydınlık o kadar az; duman, beton, teknik ise o kadar çok olur. Biz de o kadar az şahsiyet, o kadar da çok
kitle oluruz. Şehir ne kadar büyürse cinayetler de o nispette artar.
Dindarlık şehrin büyüklüğüne ters, cinayetler ise doğru bir nispette bulunur.
Bu iki fenomenin sebebi aynıdır.” diyerek büyük şehirlerin ürkütücülüğüne
dikkat çeker.
Hiç şüphesiz İzzetbegoviç’in 1980’li yılların
Batı şehirlerine ve zihniyetine ilişkin İzzetbegoviç’in bu önemli tespitleri Batının
yaşanamayacak hale gelen batının büyük
şehirlerinde insan-şehir ilişkilerinin savaşa dönüştüğü kaotik tabloyu
ortaya koyuyor. İzzetbegoviç’in batılı bir Müslüman olarak gördüğü ve dert taşıyan bir mücadele adamı olarak
derinleştirerek resmettiği bu şehir tablosunu, Batının Baudlaire, Balzac, Zweig,
Hugo, Dostoyevski, Tolstoy, gibi büyük edebiyatçıları da eserlerine yansıtmışlardır.
Meselâ Balzac 19. yy. Paris’i için “Bu kentte gerçek duygular istisnadır; çıkar
oyunlarıyla tüketilmiş bu mekanik dünyanın çarkları arasında ezilmişlerdir.
Burada erdem yerilir, masumiyet satılır. Tutkular yerlerini yıkıcı zevklere,
günahlara bırakmıştır; her şey yüceltilir, analiz edilir, alınıp satılır. Bu
pazarda her şeyin bir fiyatı vardır ve hesaplar yüzler kızarmadan apaçık gün
ışığında yapılır. İnsanlık yalnızca iki kesimden oluşur; aldatanlar ve
aldatılanlar…” gözlemini yapar.
Üstad Necip Fazıl da
20 yaşında (1924) felsefe tahsili için gittiği Paris’i “Kâbus Şehri” olarak
adlandırır ve “İhtilâç (kıvranma), râşe (titreme),
takallüs (büzülme), hafakan üfleyici ve semanın bütün yıldızlarını maskeleyen
ışıkları ve canavar dizisi halinde binalariyle, bir şeyi, büyük bir şeyi
peçeleyici kâbus şehri…” tespitinde bulunur.
Gerek İzzetbegoviç’in, gerek Batılı
sanat-edebiyat adamlarının, gerekse de Üstad’ın bu gözlemlerini aslında “batıyoruz!”
feryâdından ibaret ikazlar olarak anlamak gerekiyor. Tarihte var olan ve var
olacak bütün şehirlerin, ait oldukları dünya görüşünün genetik yönlendirmesiyle
medeniyet tasavvurlarının şekillendirdiği yaşama mekânları olarak inşa
edildiği/edileceği düşünüldüğünde; Batının insan-şehir ilişkisinde urlaşan
mekânın tutsağı haline gelmiş olan insanın büyük şehrin cehenneminde
kendine yer edinmesi hiç de şaşırtıcı olmasa gerek.
İzzetbegoviç’in “şehir
ne kadar büyürse, üzerindeki gök de o kadar küçülür” cümlesi bugün
bizdeki büyükşehirlerin yaşadığı kaosa/kâbusa işaret ediyor. Ülkemizde erken
Cumhuriyet döneminden bu tarafa gerek bilinçli gerekse de bilinçsiz olarak
müthiş bir katliâma dönüşen şehir
imar ve inşa(!)larının günümüzde geldiği safha; kaoslarıyla, urlaşmış organlarıyla küçültülmesi, terbiye edilmesi
gerekirken, tam aksine daha da korkunç hale getirilen büyükşehir uygulamaları dünyada cehenneme dönüşen Batının
büyükşehirlerinin hastalıklı ve kötü taklitleri şeklinde devam ediyor.
İnsan-şehir
ilişkilerinde hiçbir ölçü tanımayan, büyük ölçüde siyasî mülâhazalarla büyükşehire
dönüştürülen birçok şehrimizde artık göğü delen kıyamet alâmetleri, AVM, rezidans, iş kulesi ve TOKİ kentsel
dönüşüm tabutluklarının hızla yükselmeye ve yaygınlaşmaya başlaması, can
çekişen mütevazi şehirlerimizin kasırga şeklinde istilâ edilerek cehenneme dönüştürülmesi, katledilmesi değil midir?
Kadîm şehirlerimiz üzerinde, tedavisi gayr-i
kabil bir cinnetle yeni Roma veya yeni Babil kuleleri dikmek için
yarışanlara/savaşanlara hiç kimse “dur” diyemiyor, itiraz edemiyor. Edebilenler
yok ediliyor! Şehirlerimiz büyümüyor, tümörleşiyor, urlaşıyor! AVM’ler,
Rezidanslar, İş kuleleri, gökdelenler şehrin tümör yığınları! Artık tümör
yığınlarının toplamına “şehir” diyoruz!
Bir taraftan büyük
şehirlerin kaosundan şikayet ederken, diğer taraftan keyfi ve sun’i kriterlerle
kendi halinde mütevaziliğiyle maruf şehirlerimizi büyükşehire dönüştürme
cinnetinin sebebi nedir?
Büyükşehir; insanın
yok olduğu, rantın, şehvetin, cinnetin, dehşetin, vahşetin var olduğu bir büyük
cehennem!
Neredeyse büyükşehir
cinnetiyle bütün şehirleri kâbusa-cehenneme dönüştürmeye azmetmiş bir
zihniyetin “büyüme kompleksi” patolojik bir halin ifadesi. Üstad Necip Fazıl’ın
Paris benzetmesiyle şehirlerimizi “… çözmeye çalıştıkça dolaşan ve büsbütün
düğümlenen meseleleriyle Paris… Susadıkça gaz içmenin ve gaz içtikçe susamanın
ve pırıltılı kadehler içinde ebedî bir su hasreti çekmenin hali… Her türlü
madde âlayişi ve nefsânî saadet cümbüşü içinde, hissi iptal edilmiş ruhun ilk
bakışta ağrı ve sızı göstermeyen kıvranışlarına yataklık, hüsran beldesi…” haline getirmekten sonsuz bir haz duyan zihniyete ne söylemeli?
Tanzimat’la kapıyı ardına kadar Batının
akıttığı kirlere açıp, bunu Meşrutiyet ve Cumhuriyetle devam ettiren zihniyetin
tefessüh ettirdiği şehirlerimizi güya ıslah
ve imar adına daha büyük ve içinden çıkılamaz kaoslara sokan “yerli
görünümlü”lerin şaşkınlıkları ve hiçbir ölçü tanımayan şehir katliamlarının bir
izahı olabilir mi?
“Muhteşem
bir maziden murdar bir hale” düşmek bu
olsa gerek!
“Bizim şehirlerimiz , “bize ait şehirler” yok
artık! Giderek “bize ait” hiçbir şey de kalmayacak!
“Bizim şehirlerimiz”
sadece tarihin derinliklerinde “yaşanmaya değer” havzalar oluşturmuş, şimdi ise
isimlerini bile hatırlamakta zorlandığımız, bazı mekânları ve son
kalıntılarıyla bile ihtişam ve hüzünle bize bakan şehirler… Koruyamadığımız,
genlerinden yeni formlar ve muhtevalarla var kılamadığımız şehirler…
“Bizim şehirlerimiz”den kastımız ve anlaşılan zaten “düne ait şehirler” değil mi? Bugüne
ait ve yarına taşıyabileceğimiz bir şehrimiz veya şehir mekânlarımız var mı? Bu
soru bile korkunç! Çünkü cevabı yok ve asla verilemeyecek!
Şehir büyüdükçe
şehrin ürettiği, beslediği, çeşitlendirdiği çirkinlikler, kötülükler,
cinayetler de büyüyecek, şahsiyet, ahlâk yok olacak! Büyük şehrin büyük
şen’iyetleri! Yâni kötülükleri, çirkinlikleri, habislikleri!
Biz söylemiyoruz,
şehir gösteriyor!
Şehirlerimizde büyümeyi yâni urlaşmayı önleyecek yeni bir “şehir
geni”ne ihtiyaç var. Bu gen ancak kadîm şehirlerimizin taşıdığı dokuda aranırsa
bulunabilir. Yeni bir doku naklinden değil, şehirlerimizin
kadîm genlerini keşfetmekten bahsediyoruz! Bu genler bir zamanların Mekke’sinde,
Medine’sinde, Kudüs’ünde, Bağdat’ında, Şam’ında, Buhara’sında, Semerkand’ında,
İstanbul’unda, Bursa’sında, Konya’sında, Amasya’sında, Trabzon’unda, Saraybosna’sında
vardı. Bugün sadece “yerin altındaki”lerle değer taşıyan ve bütünlüğü kaybolan,
sadece “doku parçaları” kalan medeniyet tecelligâhı şehirlerin kadîm geni,
ruhu… Varlığın anlamını hissettirecek “yaşanmaya değer” şehirler…
Marjinal bir karşı
çıkışla fantezi ve zihin konforumuzu mu tatmin ediyoruz? Varsın öyle sanılsın.
Biz gene de büyük şehirde insan olduğumuzu hatırlamaya, unuttuğumuz kalbimizi
yoklamaya çalışıyoruz!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder