10 Şubat 2015 Salı

ŞEHİRLERİ “ESM” ÜZERİNDEN OKUMAK

Yahya Düzenli

Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever, "Mimar Sinan" isimli eserinde, İslâm’ın şehir mimarisine dair temel dinamiklerinden yoksun oluşumuza ilişkin “Madem insanın varlık bilinci ve sorumluluğu, kaçınılmaz bir şekilde bu bilinç ve sorumluluğa uygun olarak davranması, onun varoluş sebebidir, şu halde, bu bilinçten yoksun bulunan bir çağın, İslâm mimarisini kavrayamayacağı açıktır.” der. 

Günümüzün İslâm toplumlarının şehir ve mimarî’de kozmik bütünlük ve tevhidi kaybetmeleri sonucunda bugünkü kaotik şehir yapıları ve mimarînin ortaya çıktığının altını çizen Cansever şöyle devam eder:  “Şurası açıktır ki, İslam kültürünün özünden beslenen birlik içinde çeşitlilik, (bu anlayıştan doğan) değişik mimari formlar ancak Tevhid ve onu tesis eden genetik temel anlaşılmak suretiyle kavranabilir. 

İslâm halklarının kendi kültürel özelliklerine yabancı çevreleri ortaya çıkarması, onların ortak bir mimari üslup ve temel geliştirmekten yoksun olduklarını değil, Tevhid kavramının yitirilmesi ve tahribinin bir tezahürüdür. İslam topraklarında ve çöküş çağlarında İslamî üslupların esasına aykırı binalar yapılmasına şaşırmamalıyız. Bu, bütün kültürlerin ortak kaderidir.

Günümüzde bizim, mimariyi yeniden İslam’ın ruhuna uygun biçimde tanımlamamız ve bu bağlamda tasarım ve uygulama yapmayı amaçlamamız gerekmektedir. Bu doğrultuda genellemeler yapmak için çöküş dönemlerinin gayri İslami mimarisini tahlil etmekten kaçınmalıyız. Bunun yerine, İslam mimarisinin genetik temelini anlamamız gerekir."

Cansever’in bahsettiği genetik temeli fark etmek, anlamak ve kavramak için yeni bir şehir ve mimarî idraki, zihniyet dönüşümü gerekli. Tanzimat'tan bu tarafa kaybedilmiş ruhun, şehir ve mekân idrakine yeniden kavuşabilmek için (Sultan II. Mustafa’nın mısraıyla) “haylice idrak gerek”.

Cansever, İslâm Mimarisi’ne dair devam eder: “İslam mimarisi, kontrolden çıkmış ‘ratio’nun ürünü değildir. İslâmî-dinî akidelerin, İslâm’ın kozmolojik telakkilerinin ve Tevhîd anlayışı bağlamındaki İslâmî tavırların yansıması ve ürünüdür. Tevhîd, hem Allah’ın iradesine teslim olmayı, hem de, her şeyin kendi doğru yerinde bulunduğu bir düzenin tesisini ifade eder. Mimarî, yaratılmış âlemi ‘olduğu gibi’ anlayan ve değerlendiren akıllı ve sorumlu Müslüman tarafından tasarlanıp uygulanır.”

Cansever, adeta bugüne kadar keşfedilmemiş bir galaksiden bahsediyor ve sesleniyor. Çünkü kendi şehir ve mimarîmizin genetiğini kaybettik. Artık kendimiz değiliz, kendimizi de tanıyamıyoruz. O’nun için de bu müthiş ontolojik ikazları anlayamıyoruz.

İslâm mimarîsini derîn bir irfanî kavrayışla oturttuğu bu temellendirme ekseninde, bugüne kadar hiçbir Müslüman şehirci, yerel yönetici ve mimarın göremediği, fark edemediği, anlayamadığı, bağlamını kuramadığı İbn-i Arabî’nin Füsus’una ilişkin şu müthiş tespiti de yapar: “… Arabî’nin son derece önemli kitabı Fusüsu’l Hikem, peygamberlerin hikmetlerinin bir dizisi. Şuayb Peygamberin hikmetinin anlatımında ‘varlığın her an yeniden oluşma halinde bulunduğunu, hiçbir şeyin statik ve değişmez olmadığını, her şeyin sürekli değişir olduğunu’ yeni bir büyük mantık silsilesiyle, Kur’an-ı Kerim’in bir ayet-i kerimesinden hareket ederek bir kere daha anlatıyor. O ayet-i kerimede Allah; ‘Ben, her gün başka şe’ndeyim’ diyor.

“İdrak ve İnşa” müellifinin söylediği gibi, “Cansever’in mimarisini temellendirdiği Tevhid inancının (başka bir formda ifadesi olan) Vahdet-i Vücut fikrinin temelindeki isim İbn Arabi’dir. (Cansever) ‘Ferdiyetin yüceliği’ ve ‘Güzellik sevgisi’ düşüncelerini ve her peygamberin kendinden önceki peygamberlerin hikmetini tamamladığı, dolayısiyle eklenme ve hareket gibi kavramları Füsus’tan çıkarmıştır.”

Cansever, aynı eserin “Modernizm Karşısında İslâm Mimarisi” başlıklı bölümde de büyük Velî Muhiddin Arabî Hz.lerinin Füsûsu’l-hikem’inden bir alıntı yapar: “Bu sebeple, ‘suretler’de uluhiyetin rüyasını görenler çok fazladır. Eğer bu rüya var olmasaydı taş ve sair gibi putlara ibadet edilmezdi.”

Tasavvuf okyanusunun göze alınamayacak derinliklerine dalan Cansever, öyle cevherler çıkarıyor ki ancak, kalbi ve sancısı olanlar o cevherleri tanıyabilir ve onun feryâdını duyabilir, anlayabilir.

Günümüzün şehircilik bakanlığı, TOKİ, mimar, yerel yönetici ve siyasîleri bu cümleleri anlayabilir, bu derinliği idrak edebilirler mi?  Anlayamadıkları ve idrak edemedikleri için “bize ait” şehrimiz kalmadı. Bugüne kadar ulaşabilmiş kadîm şehirlerimiz de hızla ifsâdın kemâline doğru gitmektedir.

Cansever’in özellikle tasavvufun derinliklerinden çıkardığı bu idrak biçimine gerekçe teşkil edecek muhteva da gene tasavvufun her damlası bir derya olan okyanusunda varolagelmiştir. Doğrudan görünürlük ve tezyinatla mücessem hale gelen şehir ve mimarî idrakini bile kemâl ifadesine kavuşturan tasavvuf, büyük irfan adamları ve velîlerin diliyle şehirlerimizin de hakikatine işaret etmiştir.

Misal olarak İsmail Hakkı Bursevî Hz.lerinin Tuhfe-i Recebiyye isimli eserinden bahsedelim…

Büyük Velî İsmail Hakkı Bursevî 1717 yılında gidip üç yıl kaldığı Şam’da, kendisine yakın alâka gösteren ve ilmine rağbet eden Şam Valisi Recep Paşa’ya izafeten yazdığı Tuhfe-i Recebiyye isimli eserinde Cenab-ı Hakk’ın esmâsı (isimleri) üzerinden şehirleri tavsif ederken şunları söyler:

“Süleyman’ın haremi olan Mescid-i Aksa “Kuddûs” ve “Subbûh” isimlerine mazhardır. Çünkü kudsi nefisler mukaddes topraklarda ve özellikle Kudüs-i Şerif’te sakin olmalarıyla, zahir ve bâtın takdis ve tenzih olunmuştur.

“Dımeşk-i Şam” on iki esmaya mazhardır. Çünkü, Süreyya yıldızının doğduğu yerdir ki var oluşun yeridir (mahall-i kevn). Onun için her yönden kesretin kaynağıdır…”

Zikrolunan mazhar olma itibariyle üç mukaddes yerden sonra beldelerin önde geleni Şam’dır. Ancak mazhar olmada hakikatte kastedilen sır Hatmü’l Evliya’dır ki kararmış olan mukaddes ruhuna Şam sünbül bahçesi ve bedenine mezar olmuştur…”

“Bağdat” Zâhir ismine mahsustur, çünkü doğu beldelerinin en büyüğüdür. Ve harika hadiselere sahip ricalin zuhuru orada en mükemmeldir. “

“Mısır” Bâtın isminin mazharıdır, çünkü batıdadır. Batma, güneşin zuhurundan sonra batmasıdır…. 

“Konya” Kâdir ismine mazhardır. Zira, İsrailoğulları çölde iken bıldırcın ve kudret helvası kudret âleminden nüzul ederdi. Bıldırcın minnet âleminden olan feyizdir ki zevki ilimdir. Kudret helvası ise kalbi teselli eden ilahî nüzuldür. Konya şehrinde sâkin olan Hatmü’l-Evliya’nın oğlu Şeyh Sadreddin hazretlerine bahşedilen ilmî ve zevkî kudret, zatî ve sıfatî tecelliler, ilâhî nüzuller Hatmü’l-Evliya’dan sonra hiçbir veliye takdir olmamıştır…”

“Kıbrıs” adası Muhît ismine mazhardır. Çünkü, her tarafını Şam denizi olan Hatmü’l-Evliya’nın feyzi kuşatmıştır. Zira, Magosa Kalesi’nde muhakkiklerden olan müminlerin emiri Şeyh Seyyid Fazlı İlahî medfundur ki Şeyh Sadreddin'den sonra benzeri yoktur. ….”

“Bursa” şehri “Malike’l-Mülk zü’l-Celâl ve’l-İkram” isimlerine mazhardır. Zira, Osmanlı meliklerinin atası olan Osman Gazi ve evladından mülk tahtında oturan beş adet şöhret sahibi padişah da orada vefat etmişlerdir. Zahiri celalin dışında ilahi ikram vaki olup nice evliyanın kâmilleri orada vücut bulmuş ve irşad seccadesine oturmuştur. Ezcümle Şeyh Muhammed Üftade’dir ki Üsküdar’da istirahat eden Şeyh Mahmud Hüdayî onun halifesidir. İkisi de âlemde şöhret bulmuş ve âdemoğlu içerisinde hakikate arif olmuş kimselerdir.”

“Edirne” şehri Hâfız isminin mazharıdır. Çünkü, eskiden saltanat yeri olması sebebiyle İslam’ın hududunu muhafaza için sağlam bir kaledir, hatta hâlâ hudut başıdır. Zira, bin yüz otuzda ğalak sırrı vaki olup muğlak işler zuhur etti… Edirne şehrinde de bazı kudsi ve muhabbetli nefisler zuhur etmiştir….”

“İstanbul” Câmi ismine mazhardır, çünkü saltanatın yeridir. Rum sultanının esması Mekke şeriflerinden ve başkalarından daha camidir… İstanbul kalbin makamıdır ki âzâlara ve hislere kuvvet kalpten sarî olduğu gibi, memleketlerin her tarafına da metanet Rum sultanından hasıl olur. ….. İstanbul da memleketlerin kalbi ve beldelerin kuvvetidir.”

Bursevî hz.leri Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin şehir ve mekânlarla irtibatını kurarken, esmâ’nın şehir ve mekânlar üzerindeki tezahür ve tesirini ifade etmiştir. Bunlar, idrakleri aşan ve sarsan tavsifler… Cenab-ı Hakk’ın bütün isimlerinin varlıktaki tecellileri üzerinde duran büyük Velî’nin “Bazı şehirliler ki köylü hükmündedir. Onlar da yakın olma sahasından aşağıdadırlar” cümlesi üzerinde kitaplar yazılsa yeridir. Ammâ bu cümleyi kim okuyacak, kim anlayacak ve kim yazacak? Bursevî’nin ifadesiyle “bu feyz, sıradan iddiacının havsalasına sığmaz”.

Bursevî Hz.lerinin esmâyı üzerlerine örttüğü bu şehirlerin hepsi tarih içinde taçlanmış şehirlerdir. Modern zamanların taşlaşmış şehirleri bu esmâ üzerinden okunabilir mi?

Bu muazzam işe Cansever idraki gerekli!

Ammâ ne yazık ki böyle bir idrak için henüz şafak sökmüş değil!

Ne diyor büyük ârif Yunus Emre: “Ol imaret eylemez sen viran olmayınca!”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder