Yahya Düzenli
Rahmetli muhakkik
mimar Turgut Cansever, "Mimar
Sinan" isimli eserinde, İslâm’ın şehir mimarisine dair temel
dinamiklerinden yoksun oluşumuza ilişkin “Madem
insanın varlık bilinci ve sorumluluğu, kaçınılmaz bir şekilde bu bilinç ve
sorumluluğa uygun olarak davranması, onun varoluş sebebidir, şu halde, bu
bilinçten yoksun bulunan bir çağın, İslâm mimarisini kavrayamayacağı açıktır.” der.
Günümüzün İslâm
toplumlarının şehir ve mimarî’de kozmik bütünlük ve tevhidi kaybetmeleri sonucunda
bugünkü kaotik şehir yapıları ve mimarînin ortaya çıktığının altını çizen
Cansever şöyle devam eder: “Şurası açıktır ki, İslam kültürünün özünden
beslenen birlik içinde çeşitlilik, (bu anlayıştan doğan) değişik mimari formlar
ancak Tevhid ve onu tesis eden genetik temel anlaşılmak suretiyle
kavranabilir.
İslâm halklarının kendi kültürel özelliklerine yabancı
çevreleri ortaya çıkarması, onların ortak bir mimari üslup ve temel
geliştirmekten yoksun olduklarını değil, Tevhid kavramının yitirilmesi ve
tahribinin bir tezahürüdür. İslam topraklarında ve çöküş çağlarında İslamî
üslupların esasına aykırı binalar yapılmasına şaşırmamalıyız. Bu, bütün
kültürlerin ortak kaderidir.
Günümüzde bizim, mimariyi yeniden İslam’ın ruhuna
uygun biçimde tanımlamamız ve bu bağlamda tasarım ve uygulama yapmayı
amaçlamamız gerekmektedir. Bu doğrultuda genellemeler yapmak için çöküş
dönemlerinin gayri İslami mimarisini tahlil etmekten kaçınmalıyız. Bunun
yerine, İslam mimarisinin genetik temelini anlamamız gerekir."
Cansever’in
bahsettiği genetik temeli fark etmek, anlamak ve kavramak için yeni bir şehir
ve mimarî idraki, zihniyet dönüşümü gerekli. Tanzimat'tan bu tarafa
kaybedilmiş ruhun, şehir ve mekân idrakine yeniden kavuşabilmek için (Sultan
II. Mustafa’nın mısraıyla) “haylice idrak
gerek”.
Cansever, İslâm
Mimarisi’ne dair devam eder: “İslam
mimarisi, kontrolden çıkmış ‘ratio’nun ürünü değildir. İslâmî-dinî akidelerin,
İslâm’ın kozmolojik telakkilerinin ve Tevhîd anlayışı bağlamındaki İslâmî
tavırların yansıması ve ürünüdür. Tevhîd, hem Allah’ın iradesine teslim olmayı,
hem de, her şeyin kendi doğru yerinde bulunduğu bir düzenin tesisini ifade
eder. Mimarî, yaratılmış âlemi ‘olduğu gibi’ anlayan ve değerlendiren akıllı ve
sorumlu Müslüman tarafından tasarlanıp uygulanır.”
Cansever, adeta
bugüne kadar keşfedilmemiş bir galaksiden bahsediyor ve sesleniyor. Çünkü kendi
şehir ve mimarîmizin genetiğini kaybettik. Artık kendimiz değiliz, kendimizi de
tanıyamıyoruz. O’nun için de bu müthiş ontolojik ikazları anlayamıyoruz.
İslâm mimarîsini
derîn bir irfanî kavrayışla oturttuğu bu temellendirme ekseninde, bugüne kadar
hiçbir Müslüman şehirci, yerel yönetici ve mimarın göremediği, fark edemediği,
anlayamadığı, bağlamını kuramadığı İbn-i Arabî’nin Füsus’una ilişkin şu müthiş
tespiti de yapar: “… Arabî’nin son derece
önemli kitabı Fusüsu’l Hikem, peygamberlerin hikmetlerinin bir dizisi. Şuayb
Peygamberin hikmetinin anlatımında ‘varlığın her an yeniden oluşma halinde bulunduğunu,
hiçbir şeyin statik ve değişmez olmadığını, her şeyin sürekli değişir olduğunu’
yeni bir büyük mantık silsilesiyle, Kur’an-ı Kerim’in bir ayet-i kerimesinden
hareket ederek bir kere daha anlatıyor. O ayet-i kerimede Allah; ‘Ben, her gün
başka şe’ndeyim’ diyor.
“İdrak ve İnşa”
müellifinin söylediği gibi, “Cansever’in
mimarisini temellendirdiği Tevhid inancının (başka bir formda ifadesi olan)
Vahdet-i Vücut fikrinin temelindeki isim İbn Arabi’dir. (Cansever) ‘Ferdiyetin
yüceliği’ ve ‘Güzellik sevgisi’ düşüncelerini ve her peygamberin kendinden
önceki peygamberlerin hikmetini tamamladığı, dolayısiyle eklenme ve hareket
gibi kavramları Füsus’tan
çıkarmıştır.”
Cansever, aynı eserin
“Modernizm Karşısında İslâm Mimarisi”
başlıklı bölümde de büyük Velî Muhiddin Arabî Hz.lerinin Füsûsu’l-hikem’inden bir alıntı yapar: “Bu sebeple, ‘suretler’de uluhiyetin rüyasını görenler çok fazladır.
Eğer bu rüya var olmasaydı taş ve sair gibi putlara ibadet edilmezdi.”
Tasavvuf okyanusunun
göze alınamayacak derinliklerine dalan Cansever, öyle cevherler çıkarıyor ki
ancak, kalbi ve sancısı olanlar o cevherleri tanıyabilir ve onun feryâdını duyabilir,
anlayabilir.
Günümüzün şehircilik
bakanlığı, TOKİ, mimar, yerel yönetici ve siyasîleri bu cümleleri anlayabilir,
bu derinliği idrak edebilirler mi?
Anlayamadıkları ve idrak edemedikleri için “bize ait” şehrimiz kalmadı.
Bugüne kadar ulaşabilmiş kadîm şehirlerimiz de hızla ifsâdın kemâline doğru gitmektedir.
Cansever’in
özellikle tasavvufun derinliklerinden çıkardığı bu idrak biçimine gerekçe
teşkil edecek muhteva da gene tasavvufun her damlası bir derya olan okyanusunda
varolagelmiştir. Doğrudan görünürlük ve tezyinatla mücessem hale gelen şehir ve
mimarî idrakini bile kemâl ifadesine kavuşturan tasavvuf, büyük irfan adamları
ve velîlerin diliyle şehirlerimizin de hakikatine işaret etmiştir.
Misal olarak İsmail
Hakkı Bursevî Hz.lerinin Tuhfe-i Recebiyye isimli eserinden
bahsedelim…
Büyük Velî İsmail
Hakkı Bursevî 1717 yılında gidip üç yıl kaldığı Şam’da, kendisine yakın alâka
gösteren ve ilmine rağbet eden Şam Valisi Recep Paşa’ya izafeten yazdığı Tuhfe-i Recebiyye isimli eserinde
Cenab-ı Hakk’ın esmâsı (isimleri) üzerinden şehirleri tavsif ederken şunları
söyler:
“Süleyman’ın haremi olan Mescid-i Aksa “Kuddûs” ve “Subbûh” isimlerine mazhardır. Çünkü kudsi nefisler mukaddes
topraklarda ve özellikle Kudüs-i Şerif’te sakin olmalarıyla, zahir ve bâtın
takdis ve tenzih olunmuştur.
“Dımeşk-i
Şam” on iki esmaya mazhardır. Çünkü, Süreyya yıldızının
doğduğu yerdir ki var oluşun yeridir (mahall-i kevn). Onun için her yönden
kesretin kaynağıdır…”
Zikrolunan mazhar olma itibariyle üç mukaddes yerden
sonra beldelerin önde geleni Şam’dır. Ancak mazhar olmada hakikatte kastedilen
sır Hatmü’l Evliya’dır ki kararmış olan mukaddes ruhuna Şam sünbül bahçesi ve
bedenine mezar olmuştur…”
“Bağdat” Zâhir ismine
mahsustur, çünkü doğu beldelerinin en büyüğüdür. Ve harika hadiselere sahip
ricalin zuhuru orada en mükemmeldir. “
“Mısır” Bâtın isminin
mazharıdır, çünkü batıdadır. Batma, güneşin zuhurundan sonra batmasıdır….
“Konya” Kâdir ismine
mazhardır. Zira, İsrailoğulları çölde iken bıldırcın ve kudret helvası kudret
âleminden nüzul ederdi. Bıldırcın minnet âleminden olan feyizdir ki zevki
ilimdir. Kudret helvası ise kalbi teselli eden ilahî nüzuldür. Konya şehrinde
sâkin olan Hatmü’l-Evliya’nın oğlu Şeyh Sadreddin hazretlerine bahşedilen ilmî
ve zevkî kudret, zatî ve sıfatî tecelliler, ilâhî nüzuller Hatmü’l-Evliya’dan
sonra hiçbir veliye takdir olmamıştır…”
“Kıbrıs” adası Muhît
ismine mazhardır. Çünkü, her tarafını Şam denizi olan Hatmü’l-Evliya’nın feyzi
kuşatmıştır. Zira, Magosa Kalesi’nde muhakkiklerden olan müminlerin emiri Şeyh
Seyyid Fazlı İlahî medfundur ki Şeyh Sadreddin'den sonra benzeri yoktur. ….”
“Bursa” şehri
“Malike’l-Mülk zü’l-Celâl ve’l-İkram” isimlerine mazhardır. Zira, Osmanlı meliklerinin
atası olan Osman Gazi ve evladından mülk tahtında oturan beş adet şöhret sahibi
padişah da orada vefat etmişlerdir. Zahiri celalin dışında ilahi ikram vaki
olup nice evliyanın kâmilleri orada vücut bulmuş ve irşad seccadesine
oturmuştur. Ezcümle Şeyh Muhammed Üftade’dir ki Üsküdar’da istirahat eden Şeyh
Mahmud Hüdayî onun halifesidir. İkisi de âlemde şöhret bulmuş ve âdemoğlu
içerisinde hakikate arif olmuş kimselerdir.”
“Edirne” şehri Hâfız
isminin mazharıdır. Çünkü, eskiden saltanat yeri olması sebebiyle İslam’ın
hududunu muhafaza için sağlam bir kaledir, hatta hâlâ hudut başıdır. Zira, bin
yüz otuzda ğalak sırrı vaki olup muğlak işler zuhur etti… Edirne şehrinde de
bazı kudsi ve muhabbetli nefisler zuhur etmiştir….”
“İstanbul” Câmi ismine
mazhardır, çünkü saltanatın yeridir. Rum sultanının esması Mekke şeriflerinden
ve başkalarından daha camidir… İstanbul kalbin makamıdır ki âzâlara ve hislere
kuvvet kalpten sarî olduğu gibi, memleketlerin her tarafına da metanet Rum
sultanından hasıl olur. ….. İstanbul da memleketlerin kalbi ve beldelerin
kuvvetidir.”
Bursevî hz.leri
Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin şehir ve mekânlarla irtibatını kurarken, esmâ’nın
şehir ve mekânlar üzerindeki tezahür ve tesirini ifade etmiştir. Bunlar,
idrakleri aşan ve sarsan tavsifler… Cenab-ı Hakk’ın bütün isimlerinin varlıktaki
tecellileri üzerinde duran büyük Velî’nin “Bazı şehirliler ki köylü hükmündedir. Onlar
da yakın olma sahasından aşağıdadırlar” cümlesi üzerinde kitaplar
yazılsa yeridir. Ammâ bu cümleyi kim okuyacak, kim anlayacak ve kim yazacak? Bursevî’nin
ifadesiyle “bu feyz, sıradan iddiacının
havsalasına sığmaz”.
Bursevî Hz.lerinin
esmâyı üzerlerine örttüğü bu şehirlerin hepsi tarih içinde taçlanmış şehirlerdir. Modern zamanların taşlaşmış şehirleri bu esmâ üzerinden okunabilir mi?
Bu muazzam işe Cansever idraki gerekli!
Ammâ ne yazık ki
böyle bir idrak için henüz şafak sökmüş değil!
Ne diyor büyük ârif
Yunus Emre: “Ol imaret eylemez sen viran
olmayınca!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder