Yahya Düzenli
Tanzimat’tan beri yâni 1839’dan bu yana irfanı kaybettik. Kendimizi doğrudan inkâra başladığımız bu
yabancılaşma tarihinden 84 yıl sonra da müthiş bir kırılma ile zorla
atıldığımız yabancı bir dünyada ilk kaybettiğimiz irfânımız oldu. İrfanımız yâni varlık idrakimiz…
İrfanı kaybetmek; insanı kaybetmek, geçmişi, bugünü ve geleceği
kaybetmek demek. Erken cumhuriyetle başlayıp 1940’lı yıllarda hızla devam eden rejimin kültür katliamları, irfanıMIZI yok etme operasyonlarıyla
nesillerin idrak ve hafızalarını ifsâd etti, yok etti. Öyle bir ifsâd ki,
nesillerin din, tarih ve medeniyet köklerini kurutmayla işe başlamış ve ortaya bütün
değerlerini kaybetmiş devası bir katliâm tablosu çıkmıştır.
Nedir irfanla kaybettiğimiz? Üstad
Necip Fazıl’ı dinleyelim…
Üstad Necip Fazıl “Kitap” başlıklı bir yazısına “Yeni bir görüş ve duyuş mimarîsinin toprak üstünde sarayını kuracak
tek vasıta, kitap…” cümlesiyle başlıyor ve “Kitap yazamıyoruz! Kitabın ana şartı olan keyfiyet yükünden vazgeçtik;
kemmiyet ağırlığını yüklenebilsek, yarı yolu aşmış oluruz. Ciğerlerimizde,
kitap kadrosunu üfliyecek havaya yer yok. Bütün fikir pazarımız, kolayca şişen
ve kendi kendisine öten düdüklü balon yaygaralariyle dolu…” diyerek durum
tespit ediyor.
Devamla; “Sahtekârlığa metelik
vermeyiniz! Kitaplık hacmi olmayan mütefekkir, şair ve münekkit; riyazî bir
kat’iyetle namevcuttur. Binalaştıramadığı (sentez)in mütefekkirinden,
örgüleştiremediği şiirin şairinden, ölçüleştiremediği tenkidin münekkidinden
iğreniyorum!” diyor.
Yazısının sonunda da nihai hükmü veriyor: “Her birinin kitabı halinde arıdan bal, inekten süt, koyundan yün
istiyoruz da; mütefekkir, şair, münekkit makamlarına kurulmuş sahtekârlardan
kitap istemiyoruz.”
Daha sonra “Türk İrfanı” başlığıyla yazdığı bir yazısında da şu tarihî ikazları
yapar:
“İnsanoğlunun ruh ve kafa mahsulüne
verilen isim; İrfan… İrfan, insanın temel sermayesi, kâinat manzumesindeki
üstün yerini tutan ana cevheri, biricik vücut hikmeti…
Türk irfanının vaziyeti apayrı bir
muamma!... Zira o, dünya irfan zeminiyle esaslı bir temasa geçememek
öksüzlüğünden başka, bir de kendi öz kökünü elden kaçırmak tehlikesiyle karşı
karşıyadır.
Türk irfanının vaziyeti apayrı bir
hâdise!... Çünkü o, başlangıç noktasının muhtaç olduğu tohumları, en kısa devre
içinde filizden tarlaya ve harmandan değirmene intikal ettiremediği takdirde,
kendisini mazi ve istikbalden tecrit eden bugünkü yalnızlık hâliyle tam bir
kısırlığa düşecektir.”
Sözün burasında, erken Cumhuriyet devrimlerinin amacı olan gelecek nesilleri tarihî irfan havzasından
koparmak ve irfanını yok etme yolunda epey yol alındı ve hedef büyük
sapmalar meydana getirmeden gerçekleştirildi.
Buna karşı irfanımızı diri tutmak, nesillerin idrak kanallarını yeniden inşa
etmek için başta Üstad Necip Fazıl olmak üzere bazı ilim ve fikir adamları
verdikleri mücadelelerle münferit de olsa feryâdlarını, haykırışlarını
yükseltmişlerdi.
Gelelim bugüne…
14 yıllık tek parti iktidarının, artık hareket kabiliyeti kalmamış,
ömrünü tamamlamış bir otomobil gibi, adeta araç mezarlığı haline getirdiği Kültür Bakanlığı, 14 yılda 7 Bakan
değiştirerek, nasıl bir kültür/süzlük politikasına sahip olduğunu ortaya koydu.
Bu Bakanların içerisinde en manidâr olanı da soldan büyük ümitlerle transfer edilen Bakanın, diğerlerine
nispeten 6 yıl gibi en uzun süreli Bakanlık yapmış olması ve bakanlığın “sol”a
teslim edilmesi! Bu mantıkla Kültür Bakanlığı ehemmiyetsiz bir fantezi
sayılarak en önemsiz bakanlık olarak
addedildi ve adeta “bizde kültür yok,
kültür solun işidir” kompleksiyle terkedildi, içi boşaltıldı.
Ne acıdır ki 2002-2016 arası tek parti iktidarının kültür
politikalarından çıkardığımız sonuç; Kültür
Bakanlığı’nın Karayolları, havaalanları ve HES’ler kadar olsun bir ehemmiyete haiz
olmadığıdır. 14 yıllık iktidarın Kültür
Bakanlığı icraatları (!) ortada.
Meselâ, bu bakanlığın önemli icraatlardan(!) birisi olan bazı özel
tiyatrolara yardım babından yaptıkları maddi destekten en fazla payı alan bir
sol-kemalist-ateist tiyatrocunun 2008-2009 yılında tanıtım broşüründe şu
satırlar yer almaktaydı: “bu oyun T.C.
Kültür ve Turizm Bakanlığının maddi destekleriyle oynanmaktadır”. Broşürün
arka kapağında ise payına düşeni zevkle aldıktan sonra iktidara hakaret
edercesine “Dinciler iktidara geldiklerinde siz neredeydiniz diye size soracaklar
bir gün!” yazıyordu.
Bu, icraatlardan sadece küçük bir ayrıntı..
Ayrıca, iktidara gelir gelmez, Milli Eğitim Bakanlığı’nda olduğu gibi kitap
yayın politikasını terk eden Kültür
Bakanlığı, ne yazık ki geçmiş dönemlerin Adalet Partisi, ANAP, hatta DSP iktidarlarında
basılan bazı telif, tercüme ve Osmanlıcadan transkrip edilmiş kıymetli
kitapların bile basım ve yayımına paydos demiştir! Hem de zamanın müsteşarı (bugünün milletvekili)
bir divan edebiyatı Profesörü marifetiyle…
Kültürün en önemli yayılma vasıtası kitap yayını kültür bakanlığınca
durduruluyor!
Niçin? Kitabın çimento, demir, kalas kadar değerinin olmadığı bir
iktidarın kültür politikası ne yazık ki genç
nesillerde Gezi Kalkışması olarak ortaya çıkmıştır.
İrfan’ın temel kaynağı olan kitabı terkeden; kendi isminin de İrfandan bozulma Kültür olduğunu bile farkedemeyen bir iktidarın, olanca gayretini, enerjisini bölünmüş yollar,
kentsel dönüşümler, havaalanları, demiryolları, Köprülere vermesi neye benziyor
biliyor musunuz? (Üstad Necip Fazıl’ın teşbihiyle) “Su bulunmadan boru döşeme”ye.
Eskilerin ehl-i irfan, ehl-i
marifet dedikleri “insan-ı kâmil”e fidelik yapacak ne bir teşebbüs, ne de
bir eser ortaya koyamamış, genç kuşakların ruhlarını bırakın beslemeyi olanı
bile boşaltmış Kültür Bakanlığı’nın hali aslında 14 yıllık iktidarın büyük ve
dramatik fotoğrafıdır.
Yara derinde!
Ne yazık ki bırakın derinliğini, vücuda yayılan yaranın bile farkında
olmayan Kültür bakanlığı, nesillerin ruh gıdası olan irfanı
yok eden illetlerin bünyeyi sarmasına aldırmıyor bile!
Gene bir röportajında Üstad’ın “Yeni
nesli nasıl buluyorsunuz?” sualine verdiği “Kurtçukların
sardığı ceset üzerindeki hayata ne dersiniz?' gibi bir sorudan farksızdır" cevabı, nesillerin nasıl bir kültürsüzlük katliamıyla karşı karşıya olduğumuzu anlatmaya yeter!
“Kültür”den
ansiklopedik malumatfuruşlukları değil, derin irfânı kasdettiğimiz herhalde
anlaşılıyor!
İktidar
sahipleri, bir türlü “dudak tiryakiliği”nden vazgeçemedikleri ve her yerde
kullana kullana bayağılaştırdıkları Üstad Necip Fazıl’ın şu müthiş mısralarındaki
mes’uliyet duygusundan bir pay sahibi midirler?
“Yaram var,
havanlar dövemez merhem;
Yüküm var, bulamaz pazarlar dirhem.”
Kime, ne
söyler bu yakıcı mısralar! Hangi yara, hangi yük? Anlamaları bile imkânsız!
İrfanın kaybolmasıyla birlikte idrakin yok olması mukadderdir.
Nesillerimiz böyle bir azabı yaşıyor ama ne yazık ki çektikleri azabın
farkında değiller! Çünkü, müthiş bir kültür uyuşturması altında hissiz
hale gelmişlerdir!
Bir nesil mahvoluyor ve “Yeni Türkiye”nin nâtıkları seyrediyor! Herhalde “Yeni Türkiye, irfanı kaybolmuş nesillerin
eseri olacaktır!”
Rahmetli Serdengeçti’nin “Bir nesli nasıl mahvettiler?” isimli
kitabı geliyor insanın aklına! Onlar taammüden yok ettiler, bunlar tegafülen
mahvediyor!
Sadece genç nesillerde mi irfanı
mahvettiler? Hayır! “Halk irfanı” denilen, her biri
büyük ârif Yunus Emre’nin duyuşuyla duyan, diliyle konuşan o ma’şeri irfan da
giderek yok oldu!
Bunun vebali mevcut iktidarın, öncelikle ve bilhassa Eğitim Bakanlığı ile
Kültür Bakanlığı, TTK, TDK ve diğer ilgili kuruluşlarındır!
Dememiz odur ki; tek parti iktidarının Kültür Bakanlığı, 14 yıldır Bakanların mesire yeri olmaktan başka bir
icraat ortaya koyamamıştır. Zaten ismine eklenen Turizm, meselenin irfan olmadığını
ispata yeter! Bakanlık var gücüyle istatistiklerle ve turizm gelirlerini artırmak
için uğraşmaya devam etsin! Turist sayısı, otel kapasitesi, vs.nin verilerini
tutsun yeter! Bir de “İnanç Turizmi”
olarak nitelendirilen iğrenç bir kavram sapması yok mu, insanın tüyleri
ürperiyor! Kültür, turizme boğduruluyor. Çünkü para turizmde var!
Tarihine, medeniyetine, diline, şehrine, vs. dair kendi kaynaklarını
farkedip onları okul çağındaki çocukların her tahsil devresine göre sınıflandırılmış
eserler/edisyonlar olarak ortaya koyamamış, içselleştirip hazmettirememiş, yâni
nesillerin irfan havzası oluşturma
ihtiyacını bile hissetmemiş bakanlıklar siyasîlerin mesire yeri değil de nedir? Mesire yeri yâni keyf ve dinlenme,
seyir ve piknik yapma alanı(!)
Çelebi! Böyle olur bizde irfan dediğin!
İşin
mugalatasına kapı aralamadan bir edebiyat münekkidimizin (C.Meriç) kültür ve irfan
mukayesesine dair cümlelerini hatırlıyoruz:
"Kültür, Batı'nın
düşünce sefaletini belgeleyen kelimelerden biri: kaypak, karanlık,
samimiyetsiz. Tarımdan idmana, balıkçılıktan medeniyete kadar akla gelen ve
gelmeyen düzinelerce mânâ. Kelime değil, bukalemun. İrfan, düşüncenin bütün
kutuplarını kucaklayan bir kelime. İrfan kendini tanımakla başlar. Kendini
tanımak, önyargıların köleliğinden kurtulmaktır, önyargıların ve yalanların.
Kültür, irfana göre, katı, fakir ve tek buutlu. İrfan, insanı insan yapan vasıfların
bütünü. Batı, kültürün vatanıdır. Doğu, irfanın… İrfan, Batı
intelijansiyanın 'Gnoz' (gnose) adını verdiği 'ilm-i Ledün'dü. Karanlıkları
ışığa boğan bir şimşek. Yarı ilham, yarı seziş. Cedlerimiz, ilâhi esrarın
heybeti karşısında, 'Sübhane. Maarefnâke hakkı marifetik, ya Maruf' diye
çırpınıyorlardı."
İrfan-Kültür
arasında etimolojik allâmelik yapmak değil muradımız.
Kültür sefaletimize ilişkin, gerçek midir kurgu mudur bilemiyorum
anlatılan bir hadiseyi aktaralım: Türkiye’den bir siyasî heyet bazı temaslar
için denize kıyısı bulunmayan bir Avrupa ülkesine gitmişler. Orada söz konusu ülkenin “Denizcilik Bakanlığı” olduğunu
görünce, Türk heyeti istihza ile muhatapları siyasîlere şöyle der: “Nasıl olur, sizin denize sınırınız olmadığı
halde Denizcilik Bakanlığınız var?” Tabii
hemen cevabı da alırlar: “Sizin de Kültür Bakanlığınız var ama?”
İster gerçek, ister kurgu olsun maalesef olmayan irfanın var olan bakanlığı herhalde sadece bizde bulunuyor!
Hamasetin tavan yaptığı, “tariiiiih, medeniyyeeeeet” nutuklarının ayyuka
çıktığı, ama tarih ve medeniyetimize ait hazinelerini mahzenlerde çürüten
anlayışın tarih ve medeniyet kavramlarını tadsız bir sakız haline getirmenin
ötesinde yaptığı nedir acaba?
Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, Türkiye Yazma Eserler Kurumu
Başkanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü, Kütüphaneler ve
Yayımlar Genel Müdürlüğü, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü, Sinema Genel
Müdürlüğü…
Ve daha birçok Enstitü, Kütüphane, vs. gibi irfana yataklık edecek
kurumları harekete geçirebilecek önemli birimlere sahip olmasına rağmen hiçbir
şey yapmayan Kültür Bakanlığı, adeta mevcut bakanlıklar içerisinde
“kenar mahalle” olarak tutulan müzelik bir dekor malzemesi gibidir.
Bakanlık yetkilileri belki de “şunları
yapıyoruz görmüyor musunuz?” türünden bir refleksle savunmaya geçebilir.
Bunun hiçbir önemi yok! Çünkü 14 yıllık “kült”
ortada!
Sadece Süleymaniye Kütüphanesi’nin rafları arasına sıkıştırılmış binlerce
yazma ve matbu eser gelecek nesillerin nazarlarını beklerken, bu konuda hiçbir
çaba göstermemek olsa olsa bize mahsus
bir Kültür Bakanlığı’nın marifeti olsa gerek!
Yazma Eserler Kurumu’nun “ismini
yalancı çıkarmamak için” yayınladığı bazı seyirlik eserler de bugünün
nesillerinde irfan hissini asla uyandırmayacak biçimde seçilmiş, sadece “kütle”
ve “cesamet”ten ibaret. Hangi ölçüye, hangi ihtiyaca binaen yayınlandığı bizce
meçhul çoğu bugün için gereksiz eserler…
Devlet tiyatrolarında 14 yıldır hangi irfan kanalını açtınız?
Bu tiyatrolarda Üstad Necip Fazıl’ın eserleri sahnelenmiş midir? Sadece
zevahir i kurtarma cinsinden bir eseri hariç… Oysa, büyük dâvâsını her türlü
fikir ve sanat vasıtası ile sürdürmüş Üstad’ın 1930’lı yılların sonlarında, şedit
CHP iktidarlarında bile eserleri sahneleniyor, seyredenlerde tesir bırakıyordu.
Bugün ne Devlet Tiyatroları’nda ne Üstad’ın eserleri var, ne de Üstad’ın tesir
gücünü tiyatro diliyle anlayan bir nesil…
Niçin? Çünkü, Kültür Bakanlığımız ile Eğitim Bakanlığımızın nesil yetiştirmek ve irfan diye bir kaygıları, dertleri yok..!
Niçin? Çünkü, "melâli
anlamayan” bir nesil türettiler de
ondan!
Melâli yani, kederi, hüznü, kalbi, derdi, faniliği, gözyaşını, derinliği,
masivayı.. Hülâsa, irfânı..
14 yıldır nesillere irfan havzası kazandırmaya
yönelik ne bir tarihî, ne bir fikrî, ne bir edebî muhtevalı eser ortaya
koyamamış bir Bakanlıktan beklenen de herhalde “turizme çıkmak” olsa gerek!
Bunun devamı da ruhu diri tutulan ve her an harekete geçebilecek gezilerdir!
Gene Üstad Necip Fazıl’ın “İrfan İşinde Plan” başlıklı yazısından bir
bölümü (faydası olmasa da) Kültür Bakanlığı’nın ilgililerine hatırlatalım:
“İrfan davalarımızın, kemiyet
çerçevesinde, sürüsüne bereket!.. İlk mektep, son mektep, talebe, inzibat,
ahlak, terbiye, bilgi, kitap; tercüme, lügat, usûl, (program)… Bu karmakarışık
kesret ifadesi bence tam bir vahdet mânâsı belirtiyor. Mesele birçok değil,
biricik:
İrfan cihazımızda kol kol şubelendirdiğimiz bütün meselelerin bağlı
olduğu ve mihrak noktasında toplandığı kök telâkki ve bu telâkkiden doğma ana
plân!!!
Bize bu plândan haber versinler! Tanzimat’tan
beri böyle bir kök telâkki ve ana plân
ıstırabiyle başı ağrıyan tek bir maarif büyüğü görmedik!
Herhangi bir dalın yaprağında küçük
bir baygınlık alâmeti sezilir sezilmez, hatıra derhal kök gelmeli… Bir ağacın
köküyle en uzak yaprağı arasındaki sıkı münasebet kadar, binlerce irfan
meselesinin, onlara can veren ana görüş manzumesiyle alâkası var.”
Üstad’ın bu tesbit ve teşhislerini bile anlayacak idrak var mı diye –çekinerek-
soruyoruz.
Bu konuda Kültür Bakan/lığı/mıza Üstad Necip Fazıl’ın Tanrı Kulundan
Dinlediklerim isimli eserindeki Türk
İrfanı, İrfan İşinde Plan, Yine Türk İrfanı, Ve Türk İrfanı başlıklı
yazılarını mutlaka sindirerek okumalarını tavsiye ediyoruz. Ola ki biraz
anlarlar. Tabii böyle bir dertleri varsa, sancıları varsa…
İşte Üstad’ın irfana dair bazı tespitleri:
“Türk irfanının birinci temeli,
kaybetmek üzere bulunduğu öz kök… Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan
Tanzimat’a ve Tanzimat sonrasına kadar gelen devre içindeki yüksek irfan
verimleri…
Hiçbir inkılâb şekli tanımıyoruz ki,
herhangi bir topluluğun mücerred his ve fikir kıymetlerini temsil edici irfan
cevherine karşı harekete geçmiş olsun… Her şeyden evvel bu gerçeği kavramak
zorunda değil miyiz? Rus kültürü Komünizmadan, İtalyan kültürü Faşizmadan,
Alman kültürü Nazizmadan, Fransız kültürü Büyük İhtilalden başlamaz. Tamamiyle
aksine, bu inkılâblar, gerilerinde
kültür diyebilecekleri ne bulmuşlarsa, kadife zeminler üstünde ve altın
mahfazalar içinde himaye etmişler ve yeni kültürlerini de ona eklemeye
bakmışlardır.
Bizse köke, onun ruhuna doğru bir
kanal açmak ihtiyacına düşmemiş bulunuyoruz.
Hemen beş on gerçek mütehassıs bulup,
eski devrenin yüksek irfan mahsullerini,
bir itfaiye otomobili hıziyle bugüne taşıtmak zorundayız.
Nasıl ve neyi mi taşımak?
(Osmanlıcadan Türkçeye) ismiyle geniş
bir tercüme faaliyeti açıp, tarih, edebiyat, şiir, tasavvuf, usûl ve ilmiyle
geçmiş zamana ait bütün zirve örnekleri, günümüzün diline ve üslûbuna
maletmek!...
Birkaç şubeden birer misal halinde, bir Âşık Paşa’yı, bir Evliya Çelebi’yi, bir
Fuzulî’yi, bir Mevlana’yı, bir Katip Çelebi’yi, bir İbrahim Hakkı’yı
yetiştirmiş bir milletin, neticede bunlardan hiçbirine mâlik olmayışını, hangi
mâzeret izah edecektir?
Babadan kalma irfana bağlı olmak veya
olmamak değil, fakat sahip olmak şart… Tarih,
o irfana sahip olmaksızın onun fethettiği topraklar üzerinde mülkiyet iddia
eden millete güler!”
Üstad’ın bu ikazlarını okumanın bile zihinlerini yoracağı siyasîler ve
kadrolarla ehl-i irfanın yetişmesi
muhâl yâni imkânsız görünüyor!
Tanzimatçı’ar ve Erken Cumhuriyetçiler “neyi yıkıp yok edecekleri”ni iyi
biliyorlardı. “Yeni Türkiye”nin bânileri “neyi niçin yapmak zorunda
oldukları”nın idrakinde midirler? Yollar, köprüler, havaalanları,
demiryollarıyla bayındır hale getirmeye çalıştıkları arsanın üzerinde, varlık idraki ve irfanı yok edilen, kas ve ihtirasa endekslenen nesillerin
akıbetini hiç mi düşünmezler?
Ölçülüp, biçilip, tartılıp, istif edilip, sayılıp, sarılıp,
satılabilenlerle kurulacak “Yeni Türkiye”de ehl-i irfan ve ehl-i idrake yer var mı acaba? Unutulan kavramlarla
söylersek; keyfiyeti kemmiyete kurban
etmek!
14 yıllık seyyiâtlar ve enkazdan sonra… Görev yeri değişen eski Eğitim
yeni Kültür Bakanı Nabi Avcı, bir türlü Maarif’e çeviremediği Eğitim Bakanlığından
sonra inşallah Kültürden İrfan’a doğru
mevcut bakanlığın rotasını çevirip yol almaya başlar. Tabii kaptanlık marifeti,
iradesi ve geminin su almaya başlamasındaki vehameti görebilme basireti varsa! Biraz
ümitli olmak için kendimizi zorluyoruz!
Ama bu konuda ilk belirtiler ortaya çıkıyor gibi… Mevcut Bakan, memleketi
Eskişehir’de yaptığı konuşmada (30.5.2016) “Bazı
arkadaşlar görev yerlerini değiştirdiler. Ben de onlardan biri olarak şimdi
Kültür ve Turizm Bakanlığı görevini üstlendim. Şimdi medyada arkadaşlar
muhtemelen ‘Kültür ve Turizm Bakanı olarak bakalım Eskişehir’e ne mesaj
verecek?’ diye bekliyorlar. Mesaj şu; Napçaz netçez, o turistleri buraya
getçez” mesajı veriyor.
Yorumsuz (!)
Her tıp kitabı okuyanın doktor; her trafik el kitabı okuyanın da kaptan
olamaz. Bunu gibi, mesire yerlerinde piknik yapmakla da bakan olabilirsiniz ama sadece
etrafınıza “bakmak”la kalırsınız. Bugüne kadar gelen Kültür Bakanlarımızın
profili böyle. Yeni Bakanın restorasyon mu operasyon mı yapacağı konusunda
halihazırda bir düşünce ortaya koyamıyoruz. Bakanlığını nasıl istikametlendireceği
şimdilik meçhul! Bu bile ürperti verici!
Ümitvâr olamıyoruz. Çünkü 14 yılın bilânçosu: “Ba’de harâbü’l-Basra”!!!
türünden icraatlar pek çok. Acaba şöyle mi desek: Kültür meselesi, Kültür Bakanlığına
bırakılamayacak kadar mühim bir dâvâdır!
Eğitim, kültür, şehir ve gençlik… Bu dört büyük
meseleyi tahsis edilmiş bakanlıklarına rağmen halledemeyen iktidarlar kendi
sonlarını kendileri hazırlarlar!
Tarih en vâzıh ve doğru şahidimizdir!
Evyahlar olsun “irfan”ını kaybeden “kültür” bakanlığına!
Gene Üstad’la bitirelim: “Günün, her mes’eleyi susturması gereken,
fakat kimse tarafından düşünülmeyen ve üstelik kulak asılmayan büyük dâvâsı
budur!”