9 Haziran 2016 Perşembe

“İRFAN” BİR VADİDE “KÜLTÜR” BAKANLIĞI ÇOK BAŞKA VADİDE!

 Yahya Düzenli

Tanzimat’tan beri yâni 1839’dan bu yana irfanı kaybettik. Kendimizi doğrudan inkâra başladığımız bu yabancılaşma tarihinden 84 yıl sonra da müthiş bir kırılma ile zorla atıldığımız yabancı bir dünyada ilk kaybettiğimiz irfânımız oldu. İrfanımız yâni varlık idrakimiz…

İrfanı kaybetmek; insanı kaybetmek, geçmişi, bugünü ve geleceği kaybetmek demek. Erken cumhuriyetle başlayıp 1940’lı yıllarda hızla devam eden rejimin kültür katliamları, irfanıMIZI yok etme operasyonlarıyla nesillerin idrak ve hafızalarını ifsâd etti, yok etti. Öyle bir ifsâd ki, nesillerin din, tarih ve medeniyet köklerini kurutmayla işe başlamış ve ortaya bütün değerlerini kaybetmiş devası bir katliâm tablosu çıkmıştır.

Nedir irfanla kaybettiğimiz? Üstad Necip Fazıl’ı dinleyelim…

Üstad Necip Fazıl “Kitap” başlıklı bir yazısına “Yeni bir görüş ve duyuş mimarîsinin toprak üstünde sarayını kuracak tek vasıta, kitap…” cümlesiyle başlıyor ve “Kitap yazamıyoruz! Kitabın ana şartı olan keyfiyet yükünden vazgeçtik; kemmiyet ağırlığını yüklenebilsek, yarı yolu aşmış oluruz. Ciğerlerimizde, kitap kadrosunu üfliyecek havaya yer yok. Bütün fikir pazarımız, kolayca şişen ve kendi kendisine öten düdüklü balon yaygaralariyle dolu…” diyerek durum tespit ediyor.

Devamla; “Sahtekârlığa metelik vermeyiniz! Kitaplık hacmi olmayan mütefekkir, şair ve münekkit; riyazî bir kat’iyetle namevcuttur. Binalaştıramadığı (sentez)in mütefekkirinden, örgüleştiremediği şiirin şairinden, ölçüleştiremediği tenkidin münekkidinden iğreniyorum!” diyor.

Yazısının sonunda da nihai hükmü veriyor: “Her birinin kitabı halinde arıdan bal, inekten süt, koyundan yün istiyoruz da; mütefekkir, şair, münekkit makamlarına kurulmuş sahtekârlardan kitap istemiyoruz.”

Daha sonra “Türk İrfanı” başlığıyla yazdığı bir yazısında da şu tarihî ikazları yapar:

“İnsanoğlunun ruh ve kafa mahsulüne verilen isim; İrfan… İrfan, insanın temel sermayesi, kâinat manzumesindeki üstün yerini tutan ana cevheri, biricik vücut hikmeti…

Türk irfanının vaziyeti apayrı bir muamma!... Zira o, dünya irfan zeminiyle esaslı bir temasa geçememek öksüzlüğünden başka, bir de kendi öz kökünü elden kaçırmak tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Türk irfanının vaziyeti apayrı bir hâdise!... Çünkü o, başlangıç noktasının muhtaç olduğu tohumları, en kısa devre içinde filizden tarlaya ve harmandan değirmene intikal ettiremediği takdirde, kendisini mazi ve istikbalden tecrit eden bugünkü yalnızlık hâliyle tam bir kısırlığa düşecektir.”

Sözün burasında, erken Cumhuriyet devrimlerinin amacı olan gelecek nesilleri tarihî irfan havzasından koparmak ve irfanını yok etme yolunda epey yol alındı ve hedef büyük sapmalar meydana getirmeden gerçekleştirildi.

Buna karşı irfanımızı diri tutmak, nesillerin idrak kanallarını yeniden inşa etmek için başta Üstad Necip Fazıl olmak üzere bazı ilim ve fikir adamları verdikleri mücadelelerle münferit de olsa feryâdlarını, haykırışlarını yükseltmişlerdi.

Gelelim bugüne…

14 yıllık tek parti iktidarının, artık hareket kabiliyeti kalmamış, ömrünü tamamlamış bir otomobil gibi, adeta araç mezarlığı haline getirdiği Kültür Bakanlığı, 14 yılda 7 Bakan değiştirerek, nasıl bir kültür/süzlük politikasına sahip olduğunu ortaya koydu. Bu Bakanların içerisinde en manidâr olanı da soldan büyük ümitlerle transfer edilen Bakanın, diğerlerine nispeten 6 yıl gibi en uzun süreli Bakanlık yapmış olması ve bakanlığın “sol”a teslim edilmesi! Bu mantıkla Kültür Bakanlığı ehemmiyetsiz bir fantezi sayılarak en önemsiz bakanlık olarak addedildi ve adeta “bizde kültür yok, kültür solun işidir” kompleksiyle terkedildi, içi boşaltıldı.

Ne acıdır ki 2002-2016 arası tek parti iktidarının kültür politikalarından çıkardığımız sonuç; Kültür Bakanlığı’nın Karayolları, havaalanları  ve HES’ler kadar olsun bir ehemmiyete haiz olmadığıdır. 14 yıllık iktidarın Kültür Bakanlığı icraatları (!) ortada.

Meselâ, bu bakanlığın önemli icraatlardan(!) birisi olan bazı özel tiyatrolara yardım babından yaptıkları maddi destekten en fazla payı alan bir sol-kemalist-ateist tiyatrocunun 2008-2009 yılında tanıtım broşüründe şu satırlar yer almaktaydı: “bu oyun T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığının maddi destekleriyle oynanmaktadır”. Broşürün arka kapağında ise payına düşeni zevkle aldıktan sonra iktidara hakaret edercesine “Dinciler iktidara geldiklerinde siz neredeydiniz diye size soracaklar bir gün!”  yazıyordu.

Bu, icraatlardan sadece küçük bir ayrıntı..

Ayrıca, iktidara gelir gelmez, Milli Eğitim Bakanlığı’nda olduğu gibi kitap yayın politikasını terk eden Kültür Bakanlığı, ne yazık ki geçmiş dönemlerin Adalet Partisi, ANAP, hatta DSP iktidarlarında basılan bazı telif, tercüme ve Osmanlıcadan transkrip edilmiş kıymetli kitapların bile basım ve yayımına paydos demiştir!  Hem de zamanın müsteşarı (bugünün milletvekili) bir divan edebiyatı Profesörü marifetiyle…

Kültürün en önemli yayılma vasıtası kitap yayını kültür bakanlığınca durduruluyor!

Niçin? Kitabın çimento, demir, kalas kadar değerinin olmadığı bir iktidarın kültür politikası ne yazık ki genç nesillerde Gezi Kalkışması olarak ortaya çıkmıştır. 

İrfan’ın temel kaynağı olan kitabı terkeden; kendi isminin de İrfandan bozulma Kültür olduğunu bile farkedemeyen bir iktidarın,  olanca gayretini, enerjisini bölünmüş yollar, kentsel dönüşümler, havaalanları, demiryolları, Köprülere vermesi neye benziyor biliyor musunuz? (Üstad Necip Fazıl’ın teşbihiyle) “Su bulunmadan boru döşeme”ye.   

Eskilerin ehl-i irfan, ehl-i marifet dedikleri “insan-ı kâmil”e fidelik yapacak ne bir teşebbüs, ne de bir eser ortaya koyamamış, genç kuşakların ruhlarını bırakın beslemeyi olanı bile boşaltmış Kültür Bakanlığı’nın hali aslında 14 yıllık iktidarın büyük ve dramatik fotoğrafıdır.

Yara derinde!

Ne yazık ki bırakın derinliğini, vücuda yayılan yaranın bile farkında olmayan Kültür bakanlığı, nesillerin ruh gıdası olan irfanı yok eden illetlerin bünyeyi sarmasına aldırmıyor bile!

Gene bir röportajında Üstad’ın “Yeni nesli nasıl buluyorsunuz?” sualine verdiği “Kurtçukların sardığı ceset üzerindeki hayata ne dersiniz?' gibi bir sorudan farksızdır" cevabı, nesillerin nasıl bir kültürsüzlük katliamıyla karşı karşıya olduğumuzu anlatmaya yeter!

“Kültür”den ansiklopedik malumatfuruşlukları değil, derin irfânı kasdettiğimiz herhalde anlaşılıyor!

İktidar sahipleri, bir türlü “dudak tiryakiliği”nden vazgeçemedikleri ve her yerde kullana kullana bayağılaştırdıkları Üstad Necip Fazıl’ın şu müthiş mısralarındaki mes’uliyet duygusundan bir pay sahibi midirler?

“Yaram var, havanlar dövemez merhem;
Yüküm var, bulamaz pazarlar dirhem.”

Kime, ne söyler bu yakıcı mısralar! Hangi yara, hangi yük? Anlamaları bile imkânsız!

İrfanın kaybolmasıyla birlikte idrakin yok olması mukadderdir.

Nesillerimiz böyle bir azabı yaşıyor ama ne yazık ki çektikleri azabın farkında değiller! Çünkü, müthiş bir kültür uyuşturması altında hissiz hale gelmişlerdir!

Bir nesil mahvoluyor ve “Yeni Türkiye”nin nâtıkları seyrediyor! Herhalde “Yeni Türkiye, irfanı kaybolmuş nesillerin eseri olacaktır!”

Rahmetli Serdengeçti’nin “Bir nesli nasıl mahvettiler?” isimli kitabı geliyor insanın aklına! Onlar taammüden yok ettiler, bunlar tegafülen mahvediyor!

Sadece genç nesillerde mi irfanı mahvettiler? Hayır! “Halk irfanı” denilen, her biri büyük ârif Yunus Emre’nin duyuşuyla duyan, diliyle konuşan o ma’şeri irfan da giderek yok oldu!

Bunun vebali mevcut iktidarın, öncelikle ve bilhassa Eğitim Bakanlığı ile Kültür Bakanlığı, TTK, TDK ve diğer ilgili kuruluşlarındır!

Dememiz odur ki; tek parti iktidarının Kültür Bakanlığı, 14 yıldır Bakanların mesire yeri olmaktan başka bir icraat ortaya koyamamıştır. Zaten ismine eklenen Turizm, meselenin irfan olmadığını ispata yeter! Bakanlık var gücüyle istatistiklerle ve turizm gelirlerini artırmak için uğraşmaya devam etsin! Turist sayısı, otel kapasitesi, vs.nin verilerini tutsun yeter! Bir de “İnanç Turizmi” olarak nitelendirilen iğrenç bir kavram sapması yok mu, insanın tüyleri ürperiyor! Kültür, turizme boğduruluyor. Çünkü para turizmde var!

Tarihine, medeniyetine, diline, şehrine, vs. dair kendi kaynaklarını farkedip onları okul çağındaki çocukların her tahsil devresine göre sınıflandırılmış eserler/edisyonlar olarak ortaya koyamamış, içselleştirip hazmettirememiş, yâni nesillerin irfan havzası oluşturma ihtiyacını bile hissetmemiş bakanlıklar siyasîlerin mesire yeri değil de nedir? Mesire yeri yâni keyf ve dinlenme, seyir ve piknik yapma alanı(!)

Çelebi! Böyle olur bizde irfan dediğin!

İşin mugalatasına kapı aralamadan bir edebiyat münekkidimizin (C.Meriç) kültür ve irfan mukayesesine dair cümlelerini hatırlıyoruz:

"Kültür, Batı'nın düşünce sefaletini belgeleyen kelimelerden biri: kaypak, karanlık, samimiyetsiz. Tarımdan idmana, balıkçılıktan medeniyete kadar akla gelen ve gelmeyen düzinelerce mânâ. Kelime değil, bukalemun. İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelime. İrfan kendini tanımakla başlar. Kendini tanımak, önyargıların köleliğinden kurtulmaktır, önyargıların ve yalanların. Kültür, irfana göre, katı, fakir ve tek buutlu. İrfan, insanı insan yapan vasıfların bütünü. Batı, kültürün vatanıdır. Doğu, irfanın… İrfan, Batı intelijansiyanın 'Gnoz' (gnose) adını verdiği 'ilm-i Ledün'dü. Karanlıkları ışığa boğan bir şimşek. Yarı ilham, yarı seziş. Cedlerimiz, ilâhi esrarın heybeti karşısında, 'Sübhane. Maarefnâke hakkı marifetik, ya Maruf' diye çırpınıyorlardı."

İrfan-Kültür arasında etimolojik allâmelik yapmak değil muradımız.

Kültür sefaletimize ilişkin, gerçek midir kurgu mudur bilemiyorum anlatılan bir hadiseyi aktaralım: Türkiye’den bir siyasî heyet bazı temaslar için denize kıyısı bulunmayan bir Avrupa ülkesine gitmişler. Orada söz konusu  ülkenin “Denizcilik Bakanlığı” olduğunu görünce, Türk heyeti istihza ile muhatapları siyasîlere şöyle der: “Nasıl olur, sizin denize sınırınız olmadığı halde Denizcilik Bakanlığınız var?”  Tabii hemen cevabı da alırlar: “Sizin de Kültür Bakanlığınız var ama?”

İster gerçek, ister kurgu olsun maalesef olmayan irfanın var olan bakanlığı herhalde sadece bizde bulunuyor!

Hamasetin tavan yaptığı, “tariiiiih, medeniyyeeeeet” nutuklarının ayyuka çıktığı, ama tarih ve medeniyetimize ait hazinelerini mahzenlerde çürüten anlayışın tarih ve medeniyet kavramlarını tadsız bir sakız haline getirmenin ötesinde yaptığı nedir acaba?

Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü, Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü, Sinema Genel Müdürlüğü…

Ve daha birçok Enstitü, Kütüphane, vs. gibi irfana yataklık edecek kurumları harekete geçirebilecek önemli birimlere sahip olmasına rağmen hiçbir şey yapmayan Kültür Bakanlığı, adeta mevcut bakanlıklar içerisinde “kenar mahalle” olarak tutulan müzelik bir dekor malzemesi gibidir.

Bakanlık yetkilileri belki de “şunları yapıyoruz görmüyor musunuz?” türünden bir refleksle savunmaya geçebilir. Bunun hiçbir önemi yok! Çünkü 14 yıllık “kült” ortada!

Sadece Süleymaniye Kütüphanesi’nin rafları arasına sıkıştırılmış binlerce yazma ve matbu eser gelecek nesillerin nazarlarını beklerken, bu konuda hiçbir çaba göstermemek olsa olsa bize mahsus bir Kültür Bakanlığı’nın marifeti olsa gerek!

Yazma Eserler Kurumu’nun “ismini yalancı çıkarmamak için” yayınladığı bazı seyirlik eserler de bugünün nesillerinde irfan hissini asla uyandırmayacak biçimde seçilmiş, sadece “kütle” ve “cesamet”ten ibaret. Hangi ölçüye, hangi ihtiyaca binaen yayınlandığı bizce meçhul çoğu bugün için gereksiz eserler…

Devlet tiyatrolarında 14 yıldır hangi irfan kanalını açtınız?

Bu tiyatrolarda Üstad Necip Fazıl’ın eserleri sahnelenmiş midir? Sadece zevahir i kurtarma cinsinden bir eseri hariç… Oysa, büyük dâvâsını her türlü fikir ve sanat vasıtası ile sürdürmüş Üstad’ın 1930’lı yılların sonlarında, şedit CHP iktidarlarında bile eserleri sahneleniyor, seyredenlerde tesir bırakıyordu. Bugün ne Devlet Tiyatroları’nda ne Üstad’ın eserleri var, ne de Üstad’ın tesir gücünü tiyatro diliyle anlayan bir nesil…

Niçin? Çünkü, Kültür Bakanlığımız ile Eğitim Bakanlığımızın nesil yetiştirmek ve irfan diye bir kaygıları, dertleri yok..!

Niçin? Çünkü, "melâli anlamayan” bir nesil türettiler de ondan!

Melâli yani, kederi, hüznü, kalbi, derdi, faniliği, gözyaşını, derinliği, masivayı.. Hülâsa, irfânı..

14 yıldır nesillere irfan havzası kazandırmaya yönelik ne bir tarihî, ne bir fikrî, ne bir edebî muhtevalı eser ortaya koyamamış bir Bakanlıktan beklenen de herhalde “turizme çıkmak” olsa gerek! Bunun devamı da ruhu diri tutulan ve her an harekete geçebilecek gezilerdir!

Gene Üstad Necip Fazıl’ın “İrfan İşinde Plan” başlıklı yazısından bir bölümü (faydası olmasa da) Kültür Bakanlığı’nın ilgililerine hatırlatalım:

“İrfan davalarımızın, kemiyet çerçevesinde, sürüsüne bereket!.. İlk mektep, son mektep, talebe, inzibat, ahlak, terbiye, bilgi, kitap; tercüme, lügat, usûl, (program)… Bu karmakarışık kesret ifadesi bence tam bir vahdet mânâsı belirtiyor. Mesele birçok değil, biricik:

İrfan cihazımızda kol kol şubelendirdiğimiz bütün meselelerin bağlı olduğu ve mihrak noktasında toplandığı kök telâkki ve bu telâkkiden doğma ana plân!!!

Bize bu plândan haber versinler! Tanzimat’tan beri böyle bir kök telâkki ve ana plân ıstırabiyle başı ağrıyan tek bir maarif büyüğü görmedik!

Herhangi bir dalın yaprağında küçük bir baygınlık alâmeti sezilir sezilmez, hatıra derhal kök gelmeli… Bir ağacın köküyle en uzak yaprağı arasındaki sıkı münasebet kadar, binlerce irfan meselesinin, onlara can veren ana görüş manzumesiyle alâkası var.”

Üstad’ın bu tesbit ve teşhislerini bile anlayacak idrak var mı diye –çekinerek- soruyoruz.

Bu konuda Kültür Bakan/lığı/mıza Üstad Necip Fazıl’ın Tanrı Kulundan Dinlediklerim isimli eserindeki Türk İrfanı, İrfan İşinde Plan, Yine Türk İrfanı, Ve Türk İrfanı başlıklı yazılarını mutlaka sindirerek okumalarını tavsiye ediyoruz. Ola ki biraz anlarlar. Tabii böyle bir dertleri varsa, sancıları varsa…

İşte Üstad’ın irfana dair bazı tespitleri:

“Türk irfanının birinci temeli, kaybetmek üzere bulunduğu öz kök… Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan Tanzimat’a ve Tanzimat sonrasına kadar gelen devre içindeki yüksek irfan verimleri…

Hiçbir inkılâb şekli tanımıyoruz ki, herhangi bir topluluğun mücerred his ve fikir kıymetlerini temsil edici irfan cevherine karşı harekete geçmiş olsun… Her şeyden evvel bu gerçeği kavramak zorunda değil miyiz? Rus kültürü Komünizmadan, İtalyan kültürü Faşizmadan, Alman kültürü Nazizmadan, Fransız kültürü Büyük İhtilalden başlamaz. Tamamiyle aksine, bu inkılâblar, gerilerinde kültür diyebilecekleri ne bulmuşlarsa, kadife zeminler üstünde ve altın mahfazalar içinde himaye etmişler ve yeni kültürlerini de ona eklemeye bakmışlardır.

Bizse köke, onun ruhuna doğru bir kanal açmak ihtiyacına düşmemiş bulunuyoruz.

Hemen beş on gerçek mütehassıs bulup, eski devrenin yüksek irfan mahsullerini, bir itfaiye otomobili hıziyle bugüne taşıtmak zorundayız.

Nasıl ve neyi mi taşımak?

(Osmanlıcadan Türkçeye) ismiyle geniş bir tercüme faaliyeti açıp, tarih, edebiyat, şiir, tasavvuf, usûl ve ilmiyle geçmiş zamana ait bütün zirve örnekleri, günümüzün diline ve üslûbuna maletmek!...

Birkaç şubeden birer misal halinde, bir Âşık Paşa’yı, bir Evliya Çelebi’yi, bir Fuzulî’yi, bir Mevlana’yı, bir Katip Çelebi’yi, bir İbrahim Hakkı’yı yetiştirmiş bir milletin, neticede bunlardan hiçbirine mâlik olmayışını, hangi mâzeret izah edecektir?

Babadan kalma irfana bağlı olmak veya olmamak değil, fakat sahip olmak şart… Tarih, o irfana sahip olmaksızın onun fethettiği topraklar üzerinde mülkiyet iddia eden millete güler!”

Üstad’ın bu ikazlarını okumanın bile zihinlerini yoracağı siyasîler ve kadrolarla ehl-i irfanın yetişmesi muhâl yâni imkânsız görünüyor!

Tanzimatçı’ar ve Erken Cumhuriyetçiler “neyi yıkıp yok edecekleri”ni iyi biliyorlardı. “Yeni Türkiye”nin bânileri “neyi niçin yapmak zorunda oldukları”nın idrakinde midirler? Yollar, köprüler, havaalanları, demiryollarıyla bayındır hale getirmeye çalıştıkları arsanın üzerinde, varlık idraki ve irfanı yok edilen, kas ve ihtirasa endekslenen nesillerin akıbetini hiç mi düşünmezler?

Ölçülüp, biçilip, tartılıp, istif edilip, sayılıp, sarılıp, satılabilenlerle kurulacak “Yeni Türkiye”de ehl-i irfan ve ehl-i idrake yer var mı acaba? Unutulan kavramlarla söylersek; keyfiyeti kemmiyete kurban etmek!

14 yıllık seyyiâtlar ve enkazdan sonra… Görev yeri değişen eski Eğitim yeni Kültür Bakanı Nabi Avcı, bir türlü Maarif’e çeviremediği Eğitim Bakanlığından sonra inşallah Kültürden İrfan’a doğru mevcut bakanlığın rotasını çevirip yol almaya başlar. Tabii kaptanlık marifeti, iradesi ve geminin su almaya başlamasındaki vehameti görebilme basireti varsa! Biraz ümitli olmak için kendimizi zorluyoruz!

Ama bu konuda ilk belirtiler ortaya çıkıyor gibi… Mevcut Bakan, memleketi Eskişehir’de yaptığı konuşmada (30.5.2016) “Bazı arkadaşlar görev yerlerini değiştirdiler. Ben de onlardan biri olarak şimdi Kültür ve Turizm Bakanlığı görevini üstlendim. Şimdi medyada arkadaşlar muhtemelen ‘Kültür ve Turizm Bakanı olarak bakalım Eskişehir’e ne mesaj verecek?’ diye bekliyorlar. Mesaj şu; Napçaz netçez, o turistleri buraya getçez” mesajı veriyor. Yorumsuz (!)

Her tıp kitabı okuyanın doktor; her trafik el kitabı okuyanın da kaptan olamaz. Bunu gibi, mesire yerlerinde piknik yapmakla da bakan olabilirsiniz ama sadece etrafınıza “bakmak”la kalırsınız. Bugüne kadar gelen Kültür Bakanlarımızın profili böyle. Yeni Bakanın restorasyon mu operasyon mı yapacağı konusunda halihazırda bir düşünce ortaya koyamıyoruz.  Bakanlığını nasıl istikametlendireceği şimdilik meçhul! Bu bile ürperti verici!

Ümitvâr olamıyoruz. Çünkü 14 yılın bilânçosu: “Ba’de harâbü’l-Basra”!!! türünden icraatlar pek çok. Acaba şöyle mi desek: Kültür meselesi, Kültür Bakanlığına bırakılamayacak kadar mühim bir dâvâdır!

Eğitim, kültür, şehir ve gençlik… Bu dört büyük meseleyi tahsis edilmiş bakanlıklarına rağmen halledemeyen iktidarlar kendi sonlarını kendileri hazırlarlar!

Tarih en vâzıh ve doğru şahidimizdir!

Evyahlar olsun “irfan”ını kaybeden “kültür” bakanlığına!

Gene Üstad’la bitirelim: “Günün, her mes’eleyi susturması gereken, fakat kimse tarafından düşünülmeyen ve üstelik kulak asılmayan büyük dâvâsı budur!”



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder