Yahya Düzenli
Üstad Necip Fazıl “Satıhta süslenmek isterken ruhta
kuruduk!” demişti. Tarihî şehirlerimizde bile zaten kalmayan siluet ve
ruh, modern zaman barbarları tarafından öldürüldü, öldürülüyor ve görünen o ki
öldürülmeye devam edilecek!
İş makinaları, beton mikserleri, kule
vinçlerle donanmış, bütün savaş araçlarını kuşanmış biçimde hızla üzerimize
doğru gelmekte olan şehir katliamcılarına karşı “Barbarlar şehri istilâ etmeden” demeye bile vakit bulamadan şehrimiz/şehirlerimiz düştü! Hem de sesi, dili, rengi “kendisine benzeyenler” tarafından
düşürüldü!
Öyle bir düşürülme ki, dirilişi olmayan bir mevt…
İnsanın şehir, medeniyet, mekân ve
mimarî idraki öylesine ifsat edildi, hatta yok oldu ki; kadîm geleneğimizin
kodlarına yabancılaştı. Ondan uzaklaşıp
koparak tıpkı bir eroin bağımlısı gibi AVM’ye, Rezidanslara, gökdelenlere,
toplu sitelere, iş kulelerine aidiyet duymaya, onlarsız yaşayamaz hale geldi
Bu hal insanın “eserinin kurbanı” oluşu,
“mekânda kendini kaybedişi”dir.
Böylece ne şehir, ne medeniyet, ne
gelenek, ne mekân idraki kaldı. Daha da vahimi varlık idrakini
kaybettik.
Kaybedince de şehrin, üzerinde tezyin
edildiği toprağı kaybettik!
·
Toprağa
yabancılaştık!
·
Toprağı tanıyamaz
hale geldik!
·
Çünkü şehirde
toprak kalmadı!
·
Toprağa, semadan
düşmüş garip bir göktaşı gibi bakıyoruz, onu tanıyamıyoruz, artık onu unuttuk.
·
Yeryüzünde
hayatın kaynağı olan “anâsır-ı erbaa”nın
bir unsuru olan toprak barbarlar tarafından
yok edildi!
·
Toprak artık müzelerin
salonlarında sergilenecek! Geleceğin nesilleri gezdikleri müzelerde gördükleri
toprak parçası karşısında “toprak diye
bir element varmış” diye hayret edecekler!
Kim mi toprağı imha eden, yok eden?
Barbarlar!
Şehir istilâcıları!
“Barbarlar”ı duyunca tarihî hafızamız
hemen Haçlılar ve Moğolları hatırlatıyor!
Oysa onlar sadece gördüklerini yok etti, mevcudu mahvetti. Modern zaman barbarları geleceğimizi zehirliyor,
çocuklarımızın hayatlarını yok ediyor!
Modern zamanlarda şehir istilâları “kentsel dönüşüm”, “marka şehir”, “dünya
kenti” illüzyonlarıyla yapılıyor, çekici hale getiriliyor ve cellâdına aşık olan mahkûm yığınlara
çaresizce benimsettiriliyor!
Şehir; yaşanmaya değer hayatın tecelli edeceği mekân değil artık. Çöpe
atılmış konserve kutuları içerisinde yaşama mücadelesi veren canlılar gibi,
barınma ve biyolojik/metabolitik ihtiyacını gidermek için yaşayan insanın
sığındığı beton atıklar çöplüğü…
Kıyamet sahneleri gibi toprağı istilâ
etmiş AVM’ler, plazalar, rezidanslar, iş kuleleri, güvenlikli sitelerin
arasında sürünen insan sadece biyolojik bir canlı haline gelmiş …
Tıpkı, kutup ayılarını avlanma usulünde
olduğu gibi…
Kutup
ayılarını avlamak isteyen avcılar iki tarafı keskince bilenmiş ve bal sürülmüş
bir bıçağı, ayıların geçtikleri yola belli aralıklarla dikine döşerler. Ayılar
bu lezzetli bıçakları yalamaya başladıktan bir müddet sonra dilleri kesilip
kanamaya başlar. Kendi kanına karışan balın lezzetiyle hissizleşen ve yalamayı
sürdüren ayılar bir müddet sonra kan kaybından yere yığılırlar.
Şehrin mahkûmlarına kurulan bu tuzağın şehvetiyle şehirlerimiz
mahvediliyor! Hem de “Tarih, Medeniyet, Yerli, Milli, Selçuklu, Osmanlı”
şarkılarıyla… İşin tuhafı; şehir ve medeniyet konusunda sürekli tarihe ric’at
etme, tarihte kurulup yükselmiş, yıkılmış şehirleri örnek gösterme müptelalığı
hastalık haline gelmiş! Oysa medeniyet,
tasavvurun ötesinde yaşayan bir vakıadır. Hızla kendisine doğru gelen yangının
ortasında korkunç akıbeti göremeyip, bir kaçış yolu olarak medeniyet hamasetine
sığınırken, tarihî birikiminden yeni
şehirler üretemeyenlerin söylevleri sadece “kendi sesinin yankısına hayran” narsist sayıklamalar olarak
kalacaktır.
Bir filozof “İnsanlar kendilerini çevreleyen en yakın şey
hakkında artık düşünmez; ona sadece katlanırlar” demişti. Biz de etrafımızı kuşatan şehir
katliamlarına katlanmıyor, şehrimizle beraber katlediliyoruz!
Topraklarımıza/şehirlerimize musallat
olan modern zaman barbarları, kan
kokusu almış vampirler gibi nerede bir toprak kokusu alsa oraya musallat
oluyorlar.
Şehir diye, kendimizi ait hissedeceğimiz
yaşanmaya değer bir mekân kalmadı!
Şehirlerimiz gök dikenleri ile istilâ edilmiş tümör galerisi haline geldi.
Antik kentlerin nekropolleri modern şehirlerin metropolleri
ile yer değiştirdi! Hatta nekropoller
çok daha mâsum! Ölü dilleriyle metropollere “ne kadar azmanlaşırsan azmanlaş, bir gün benim gibi olacaksın!”
diyor ama anlayan da, aldıran da yok!
Siyasîler, yerel yönetimler, Şehircilik
Bakanlığı, TOKİ, müteahhitler, konsorsiyumlar, grouplar, mimarlar ve daha birçok
ilgili kuruluşlar… Bunların vesayetinde kendilerini yarınlarda hangi “şehir
hapishaneleri”nin beklediğini bilemeyen mâsum çocuklarımız!
İkazın, ihtarın hiçbir önemi ve
karşılığı yok. Tarihte “modern zaman barbarları” olarak yer almak
istemiyorsanız, arkanızda bıraktığınız seyyiat ve menhiyatlarla birlikte şehri terkedin!
Eğer bir tarih ve medeniyet idrakiniz
varsa yaşadığınız şehrin “Ümmü’l Kura”dan
yâni “Şehirlerin Anası”ndan bir parça, bir emanet olduğunu hatırlar ve nâdim
olursunuz!
Yoksa bir hayalet gibi şehir hep
peşinizde dolaşacak ve size vicdanınızı hatırlatacak. Tabii vicdan yerinde et
parçası taşımıyorsanız!
Bir zamanlar yeryüzünün yaşanmaya değer şehirlerini
coğrafyasında barındıran Endülüs’ü (Sevilla) gezen S. Zweig’in şu gözlemleri, şehirlerimizi katledenlere hiç
mi bir şey söylemeyecek:
“… Endülüs’e
geldiğinizde sanki güneşin içine atıyorsunuz adımlarınızı. Güneş sizi sıkıca
sarıp sarmalıyor, ışıkları yüzlerce aynada bütün çevreye yansıyor… Gülümseyen Sevilla, değerli ve büyük geçmişini
koruyan bir kent… Bu kent ressamlara renkli yaşamıyla öylesine bol bir coşku,
müzisyenlere öylesine heyecan verici ritimler, ruhlarını canlandıran öylesine
sonsuz bir sevinç armağan ediyor ki… Kendi olağanüstü olan bir şehirde niçin
olağanüstü şeyler yaşanmasın? “
Kime sesleniyoruz?
Muhayyel bir şahsa, mevhum bir hedefe
mi? Katliâm ortada, katiller ise savaş kazanmış kahramanlar gibi ortalıkta
dolaşıyor!
http://www.tyb.org.tr/yahya-duzenli-barbarlar-sehri-istila-etti-25662h.htm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder