17 Haziran 2016 Cuma

BİR NESİL NASIL KAYBEDİLİYOR? veya "BİR NESLİ NASIL MAHVETTİLER?"

Önce Üstad Necip Fazıl’ın “Türkiye’nin Manzarası” isimli kitabındaki “Şuursuz Açlık” başlıklı yazısından bir bölüm alalım, sonra işin “niçin?”ine değinelim.

“Büyük Fransız İhtilâli’nin bin bir ruhî ve içtimaî sebebi arasında dış ve ana müessir açlıktır. Tıpkı maddeyle ruh münasebeti halinde, öbür sebepleri açığa vuran açlık…

16’ncı Lui, bu halin nabzını yoklayabilecek anlayışta değildi. Zevkinde, sefasında, avında, eğlencesinde gezip tozuyordu. Hattâ sefalet manzaralarını görmemek için ‘Versay sarayından av sahasına doğru hususi bir yol yaptırmıştı: Ölüm Yolu… Halk bu yola “ölüm yolu” adını takmıştı.
Bir gün, cicili bicili maiyetiyle at üstünde bu yoldan ava giderken karşısına bir tabut çıkıverdi. Birkaç köylünün taşıdığı bir tabut… Atlar ürktü. Dizginler çekildi. Kral köylülere sordu:

-Tabutta kim var?
-Bir Fransız!
-Neden öldü?
-Açlıktan!

Fransız tarihçisi ilâve ediyor:
-Tabutta Fransa vardı!”

Üstad bu müthiş hadiseyi anlattıktan sonra devam ediyor:

“Türkiye aç mıdır? Değildir; fakat aç olmanın bütün şartlarına maliktir… Esasta açlığımızı hatırlayamayış, şuurlaştıramayışımız da belki belâların en büyüğü halinde, tepki kabiliyetimizi körleştirmekte, idarecilerimize bir nevi teselli vesilesi olmakta ve her an bu hale deva bulma ihtimalini uzaklaştırmaktadır.”

Üstad’ın bu tespitlerindeki “açlık” yerine günümüz “gençliği”ni koyduğumuzda ortaya bir dehşet tablosu çıkıyor.

Günümüz gençliği böylesine bir dehşet tablosunu mu hatırlatıyor bize? Sadece günümüz değil, geleceğimiz için de endişeliyiz!

Üstad’ın Gençliğe Hitabe’sinde “zaman bendedir, mekân bana emanettir” diyerek misyon yüklediği emanete sahip bir nesli maalesef ortada göremiyoruz. İrfanın, kalbin, vicdanın, fikrin, ilmin, dilin, tarihin, coğrafyanın sahibi can çekişiyor! Genç neslin hayat emaresi sadece refleksten ibaret!

Kim bu can çekişen? Kim bunların sahibi?

Ortada “genç nesil” diye gördüğümüz, ihtirasları yaşının ve ahlâkının önünde koşan bir kas ve adaleden ibaret metabolizmaya benziyor.

Olanca enerjisi biyolojik, metabolitik, gastroya indirgenmiş bir gençlik !

Karşımızda nevrotik, şizofrenik, megalomanik, narsist karışımdan ibaret bir ihtiras heykeli var!
Tekrar edelim: Yıllar önce Üstad Necip Fazıl’a “Yeni nesli nasıl buluyorsunuz?” diye sorulmuş ve Üstad, zamanın ve bugünün gençliğinin röntgenini deşifre eden bu soruya, şu dehşetengiz cevabı vermişti: “Kurtçukların sardığı bir ceset üzerindeki hayata ne dersiniz? gibi sorudan farksızdır!”
Niçin böyle vahim bir tablo çizmeye çalışıyoruz?

Anlatalım:

İstanbul Erkek Lisesi öğrencilerinin, 2016 yılı mezuniyet töreninde Okul Müdürünü protesto için sırtlarını dönmeleri, sonrasında da yayınladıkları bildiri ölümcül bir hastalığın belirtisidir. Medyada oldukça geniş yer bulan lise öğrencilerin bu protesto tarzı, aslında 14 yıllık Ak Parti iktidarının bütün iddia ve söylemlerine rağmen eğitimde meydana getirdiği tablolardan sadece birisidir. Bu tablo, basit bir çocuk-gençlik protestosu şeklinde geçiştirilemeyecek vahamettedir. Bu protesto, tıpkı Fransız tarihçisinin “tabutta Fransa vardı” sözüne eşdeğer bir mahiyet arzetmektedir.

Bu hadiseyi fırsat bilip ortalığa dökülenler, bildiri yayınlayanlar, destek verenler bir tarafa, “Yeni Gezi”ler için alıştırma denemesi gördüğümüz İstanbul Erkek Lisesi öğrencilerinin protestosu çok şey anlatmalı!

Ama kime?

Bu hadise, çözülme/çürüme sinyalleri veren eğitim sistemimize dair bir tümör belirtisi midir? Veya vücutta meydana gelen bir sivilcenin bir karaciğer iflasının habercisi olması gibi, bu hadise de acaba 14 yıllık tek parti iktidarının istikrarsız eğitim politikalarının bir sonucu mudur?

Bu hadise lokal bir hadise midir, yoksa yayılma istidadı gösteren bir tehlike mi? Veya bünye iflasını haber veren bir kılcal patlama, bir ifrazât mıdır?

Lokal bir olayı çok mu büyütüyor, çok mu meş’um hale getiriyoruz?

İster kendiliğinden gelişmiş olsun, ister yönlendirilmiş olsun, bu hadise şu vahim gerçeğin bir dışa vurumu mudur: 14 yıllık eğitim, kültür, gençlik politikalarının yanlışlığı, iflâsı!

“Gezi Kalkışması”ndaki güruhun büyük çoğunluğunun gençlerden oluşması ve bu kalkışmanın neredeyse bir direniş efsanesine dönüştürülmesi, hakkında kısa sürede kitaplar, şiirler yazılması, türküler söylenmesi ve yeni geziler için enerji depolanması karşısında Eğitim Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, Gençlik Bakanlığı acaba ne tedbirler alıyor? Gençliğin irfan ve idrak yollarındaki iltihaplar için hangi çarelere başvuruyor?

Tekrar edelim: 2002 yılında yani Ak Parti İktidarının başlangıcında 6 yaşında olanlar bugün 20 yaşında. Siyasî kaos tarihine “gezi kalkışması”nı ilâve edenler, küllerinden yeniden doğan mitolojik yaratıklar olarak ortalıkta dolaşıyor. Bütün bunlara rağmen “ismiyle müsemma” olamayan ve politikalarıyla potansiyel gezilere militan adayları yetiştiren kamunun üç önemli sacayağı olan Eğitim, Kültür, Gençlik Bakanlığı maarif, irfan ve nesil endişesi taşıyor mu?

Var mı böyle bir derdi, davası, sancısı ???

Eyvah ki; ilgili Bakanlar, siyasiler, bürokratlar tehlikenin farkında değil! Veya yangın karşısında seyrediyorlar!

Peki ya Sivil Toplum Kuruluşu ismiyle ortalıkta boy gösterenler? Onların da birçoğu “kamudan rant kapmak” cinnetine tutulmuş “proje”lerle meşgul (!)

Suçlama değil, vahim tablodan bir kesit gösterip hatırlatmada bulunuyoruz!

Suyun asıl bu yakasını görelim!

Evet “Tabutta Türkiye’nin genç enerjisi vardı!”

Çok mu kötümser ve ümitsiziz? Ne yazık ki eğitim, kültür, gençlik politikalarında ümitvar olmamız için bir sebep göremiyoruz!

Bölünmüş kara yolları, deniz altı tüp geçitler, havaalanları, demiryolları, gökdelenler, plazalar, rezidanslar, AVM’ler, iş kuleleri, köprülerle kendisini tanımlayan ve “muasır medeniyete ulaşma” gayretini cinnet derecesinde sürdürenler, ne yazık ki, bunlara ruh verecek, iddia ettikleri muasır medeniyet (!) yolculuğunu/yürüyüşünü gerçekleştirecek genç nesillere dair bir umut veya bir hayal ortaya koyamıyorlar! Olan sadece hayatı “kazan, tüket, yok et, yaşa” felsefesine endeksli hedonist bir güruhun iştahlarını kamçılamak ve gözlerini daha da açmak! Bu vahim hal hızla yaygınlaşıyor, sadece yaygınlaşmıyor, “rol model” olarak sunuluyor!

İtibarını; kazandığı paraya, aldığı yurtdışı eğitime, öğrendiği yabancı dile, uğraştığı işe, oturduğu eve, partnerlerini ağırladığı ofisine, bindiği otomobile, verdiği davetlere borçlu olan bir nesil hızla yükseliyor!

Adeta haz ve günah üzerine bina edilmiş bir “Babil Kulesi Nesli!”

Bütün “değer”lerin bir işporta malı gibi değersizleştirilip pazara döküldüğü ve sadece ‘kullanım değeri’ne paha biçildiği bir vasatta hangi gençlik, hangi nesil yetiştirilebilir?

Korkarız ki “Yeni Türkiye”nin inşa ettiği ve “Yeni Türkiye”yi inşa edecek nesil, bu nesil olacak!
Kalbini, irfanını, idrakini “doğrular”la besleyemediğiniz, dünya görüşü ve ahlâk telâkkisi veremediğiniz nesiller ne yazık ki karşımıza bir terminatör olarak çıkacak!

Ruhunu dolduramadığınız/doyuramadığınız gençliğin bedeni isyan ve intihar olarak geri dönecektir!
Fuzulî gibi sadece feryâd mı edelim?

“Derd çok, hemdert yok, düşman kavî, tali’ zebun!”

Kaybettik…. Kaybediyoruz… Çözülüyoruz, çürüyoruz, eriyoruz!

Facia karşısında, nelere sahip olduğumuzu anlayamadığımız için neleri kaybettiğimizin de farkında değiliz! Tıpkı “güneşi ceketinin astarında kaybetmiş” bedbahtlar gibi!

Bünyemiz felç sinyalleri veriyor. Çünkü genç neslin şu üç ana damarı tıkandı:
  • İtikat,
  • Fikir,
  • Ahlâk.
Bu sinyale aldırış eden yok, sinyali doğru okuyan yok!

Üstad’ın İdeolocya Örgüsü’nde “Genç Adam!”a seslenişine kulak verelim:

“Sana sürdürülen bu kaba ve nefsani hayatın ötesine, varlık sebebine, hakikatlerin hakikatine ait uyandırıcı telkinler, senden cüzzam illeti gibi kaçırılmış, sana lâşe gibi gösterilmiştir. İnsanoğlunun biricik meselesi olan sonsuzluk iştiyakı ve onun ahlâkı, yaşanmaya değer hayatın hesabı ve onun duygu ve düşünce ölçüleri, onlarca sebze hallerinin süprüntü eşyasıdır.
Bunlar sende, dimağî cihazı kişniş şekerinin tanesi kadar küçültüp, hazım ve tenasül cihazlarını alabildiğine elektriklendirmekten ve urlaştırmaktan başka yol takip etmediler. Bu gidişi görüp seni tezgâha çekecek ve beyninle tabanın arası büyük ruh imarına tâbi tutacak bir rejim de hiçbir gün kurulmadı.

Sen yalnız düşün!
Suç senin değildir!
Suçu irca edeceğin vâhitleri düşün!”

İşte bütün mesele!

Başlığımızdaki “Bir nesli nasıl mahvettiler?”, 1940’larda CHP iktidarının mahvettiği bir neslin ıstırabını yüreğinde hisseden rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti’nin kitabının ismi. Yetmiş küsür yıl sonra tekrar aynı cümleyi tekrarlamamak için (geç kalınsa da) “vakit o kadar geç ki erken sayabiliriz” hikmetince iş başına!

Peki çare?

Uzaklaştığımız, yabancılaştığımız, terk ettiğimiz ve giderek tanıyamadığımız “evimize geri dönmek, temellerini sarsmadan yeniden inşa etmek!”

http://www.tyb.org.tr/yahya-duzenli-bir-nesil-nasil-kaybediliyor-veya-bir-nesli-nasil-mahvettiler-25761h.htm

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder