15 Aralık 2017 Cuma

NECİP FAZIL’A SAYGISIZLIK ÖDÜLLERİ 4. YILINDA…

Yahya Düzenli

“Fikir çilesi”, “Fikir namusu” kavramlarının hiçbir mânâ ifade etmediği, aksine bu kavramların istismarının zirveye çıktığı bir “ödül bataklığı”nda, STAR Gazetesi’nin ‘kendinden menkul’ ihdas ettiği Necip Fazıl Ödülleri başladığı gibi 4. Yılında da devam ediyor.
Jürisinden ödül verilenlerine ve törende Cumhurbaşkanı’nın nazarlarına gark olanlarına kadar tek kaygının fikrin eğlenceye indirgendiği bir karnavalı andıran Necip Fazıl Ödülleri ne yazık ki Üstadın davasına, hatırasına saygısızlıkta mesafe almaya devam ediyor.

Fikir ve sanatta da “Pazar ekonomisi”nin tek belirleyici olduğu suyun bu yakasında, iktidar sembollerinin ışığında imkân, iltimas ve imtiyazla ismini öne çıkarma çabasının dışında hiçbir fikir ahlakı ve namusu yoktur.

Star Gazetesi, bu yıl da Cumhurbaşkanı’nın katılacağı ödül törenini “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın teşrifleriyle gerçekleşecek görkemli törende” başlığı ve “Surda gedik açan büyük usta” gibi 1960 model Yeşilçam filmlerine mahsus, avantür filmlere taş çıkartacak bir afişle manşetten veriyor. Ayrıca “Necip Fazıl Kısakürek’in manevi ve kültürel mirasını yaşatmak amacıyla” iddiası da oldukça traji komik. “Şecaat arzederken sirkatin söyleyen” bir şuuraltı fışkırmasıyla, ‘cehl-i mürekkep’lerini  ortaya döküyorlar.

Hele STAR Gazetesinin 15 Aralık 2017 günkü nüshasının manşetindeki “Üstad’a Saygı Gecesi” nin yanındaki “Ya İslam’la yükselir, ya inkarla çürürsün, bu yol mezarda bitmiyor, gittiğinde görürsün..” sözünün bile Üstad’a ait olmadığını bilemeyecek kadar cahil, kopyacı, kaba ve ölçü/edep yoksunluğuna ne demeli?

Dört yıldır, ne oluşturulan jürilerin, ne de ödül verilenlerin Üstad’ın davasıyla, fikriyle, sanatıyla, tavizsiz duruşuyla ilgisi olmayanlarla veya Üstad’ı sindirememiş, hatta Üstad’a düşman olanlarla bezenmesi işin muhtevasızlığını aşikâr etmektedir.

“Necip Fazıl” ismiyle ihdas edilen kültür/sanat seçmelerinde nasıl bir irfan, derinlik, endişe taşınması gerektiğinden bile habersiz olanların, pazar kaygısından öte bir dertlerinin olduğunu düşünmek bile yersizdir.

İş o kadar trajik ki…

Geçtiğimiz yıllarda, jüride ismi yer alan birisinin arkadaşına “Ben Necip Fazıl’ı tanımıyorum, bana acilen Necip Fazıl’la ilgili bilgi notu hazırlayabilir misin?” sözüne şahit olmuş birisi olarak, bu ödüllerin bir panayır seyirliğinden öte bir mânâsının olmadığını belirtelim.

Ödül verilenlerle yapılan söyleşilerde “Dava Adamı”, “Büyük bir şair”, “Herkesi etkiledi”, “Mirası bizlere güç veriyor” gibi beylik ve altı boş, karşılığı olmayan laflar panayır menüsünün çeşnisi…

Bütün değerlerin aşındırıldığı, harcandığı, reel politiğe kurban edildiği, pazar kıymeti ve kullanım değerine göre paha biçildiği bir vasatta Cumhurbaşkanı hâlâ “kültürel iktidar olamadık” diyedursun… İktidarla kültürün nasıl bir ilişki içerisinde olduğunu gösteren Necip Fazıl Ödüllerinden iktidarın da kültür seviyesi ve politikalarını okumak mümkün. Bu ödüller kültürün iktidarla ilişkisine önemli bir ayna tutmaktadır. Bu aynada poz verenler kültür iklimi ve zemininin kalitesini ortaya koyuyor.

Dört yıldır Jüri üyelerinden ödül verilenlere kadar tamamının Üstad’ın fikrine ve davasına mesafeli hatta muhalif duruşlarına ne demeli? Belki de bu yüzden naspedilmişlerdir kim bilir?

Kıymet hükmü sadece “Necip Fazıl” ismini kullanarak ve Cumhurbaşkanı’nın katılıyor olmasından ibaret ödül töreni, üçüncü dünyalıların panayır şenliği ve seviyesine not düşmek için önemli…

Ödüllerle ilgili söyleyeceklerimizi geçtiğimiz yıllarda yazmıştık.

Sokakları diz boyu sefalet çamurundan geçilmeyen kültür kasabamızda yeni bir ödül töreni sahnelenmeye devam ediliyor… Fikir ve şahsiyeti iktidar ulufelerindeki pay nispetinde şekillenenlerin bu durumdan ahlâkî endişe duymamaları şüphesiz normaldir.

Böylece bir kez daha akla, idrake, irfana, ahlâka veda…

Ne söylemişti Üstad: “Bir tesirim varsa eğer ya budalaca coşturuyor ya da kusturuyor!”

Başka söze ne hacet…

(.12.2017)




22 Haziran 2017 Perşembe

“FİKİR CANİLERİ” veya ÜSTAD NECİP FAZIL’I ANMA BİÇİMLERİ…

Yahya Düzenli

İstismarın zirvelerde dolaştığı ve hakikate yer bırakmadığı bir dehlizden geçiyoruz. Hakikat adına hiçbir kaygının yaşanmadığı, her şeye “kullanım değeri”ne göre fiyat biçildiği bezirganlarla dolu bu karanlık dehlizde ahlâk iflas etmiş, fikir yerlerde sürünmüş, sanat işporta malı haline gelmişse, artık cinnet sınırı aşılmış demektir.

Siyasî iktidarın kabaran rengine göre her türlü kara sularında yelken açan ve hangi karasularına girerse orasının bayrağını çeken lejyonerlerin rota belirlediği bir vasatta, önlerine kim çıkarsa çıksın “kullanma”yı varlık nedeni bilenlerin itibar gördüğü bir iklimde yaşıyoruz.

Olmayan fikirleri, kalmayan ahlâkları ve dumura uğramış idrakleriyle, her mayıs ayında magazin ve eğlence malzemesi halinde gündeme taşıdıkları Üstad Necip Fazıl’ı anma biçimlerinden bahsediyoruz.

İçlerinde çok nadir türden istisnaları olmakla birlikte Siyasîler böyle, tüm medya kuruluşları böyle, sivil toplum örgütleri böyle…

Üstad Necip Fazıl, günümüzden 39 yıl önce (26.2.1978)  “Fikir Canileri” başlığıyla tam da bu günlere dair yazmış:

“Demagocya zanaatı… Evet, sanatı değil zanaatı… Sahte para basmaktan daha şenî bir fikir suiistimali… Kalpazan, hiç değilse, hakikî paranın sahtesini basar, demagocya zanaatçısı ise, sahte fikrin, sahte nakdini…

Fikir, vergi değil, bahşiş almaya alışınca, demagocya zanaatının istismar meydanı olur. Ve menfaat karşılığı ırzını teslim eden bir kadın gibi, ilk hamlede samimiliğini feda eder.

Ekseriyetle kasasında bir kuruş bile bulunmayan hak, eğer demagocya zanaatçısının haksızlık kasasından aldığı 100.000 lira maaşı, 100.001 liraya çıkarabilseydi ona kolaylıkla tükürdüğünü yalatabilirdi; bu da, hakkın tenezzül etmeyeceği ayrı bir demagocya olurdu.
İman, ıstırap, vicdan ve halisiyet ukdelerini ruhlarından söküp atmış, fikir ve mânâ tahrifçisi, eyyamgüder demagocya cüceleri, her devirde ve 24 saatlik hayatın sefil kadrosunda, uşaklığın sırmalı kaftanı içinde yaşamışlardır.
Bu adamların nefs müdafaası yolunda gösterdikleri gayret, fikir dolandırıcılıklarının, dolayısiyla demagocyaların en iğrencidir. Müdafaaları alınmadan idamı caiz masumlar (!) zümresi fikir canileri, beden katillerinden beter mi beter!”

Üstadın bu satırları günümüzün kalem erbabına bir şey söyler mi acaba?
Özellikle de Üstad’ı “anmak” için kendini “bilirkişi” edasıyla sergileyenlere ne söyler?
Üstad’ı “anma” ile “anlama” arasındaki idrak farkını göremeyenler de anlamaz bu satırları!

Üstad’ın “bir tesirim varsa eğer ya budalaca coşturuyor, ya da kusturuyor” tespitinin gerçeklik halinde tezahür ettiği bir dünyadayız.

Daha sı var… Üstad’a ait olmayan cümleleri, anokdotları sanal ortamda pazarlayanlara ne demeli? Müptezelliğin böylesi görülmüş değil!

Herşeyden önce Üstad’ı anlamak bir yana, onu okumanın cümle kapısına bile yanaşamamışların ağızlarında “sakız” türünden O’nun mısralarını ve cümlelerini çiğnemeleri müptezelliğin bir başka türü olarak ortalığı sarmış bulunuyor. Gene Üstad’ın teşbihiyle; “bizim zamanımızda karşımızda küfürden buzdağı vardı. Titreyen nefeslerimizle bu küfürden buzdağını erittik. Şimdi ise geç geçebilirsen çamurdan!”

Hiç şüphe yok ki, kullanıldığı yerde bile “zati değeri”ni muhafaza eden Üstadın mısraları-fikirleri, umulur ki bir gün gerçek idrak sahiplerini bulur.

Üstad’ın günümüzden 40 yıl önce (1977) BÜYÜK DOĞU’ya dair bir gazetenin “Sizin ‘Büyük Doğu İdeali’ diye 40 yıldır güttüğünüz bir dava var… Bu davayı kısaca özleştirir misiniz?” sorusuna adeta okyanusu bir bardağa doldururcasına verdiği şu cevabı kim okur, kim anlar ve kim gereğini yapmaya dair bir mes’uliyet sahibidir?

“Şevkle… ‘Büyük Doğu İdeali’ tek zerresini feda etmeksizin İslama yol açmanın sistemidir. Ve bu sistem ‘metbu’, yani tabi olunan bir nizam değil, tabi olan, kendi özüyle hiçbir istiklali olmayan; herşeyi, bu cihanda ne varsa hepsini İslamda bulan, toplayan, gösterin ve asrın meselelerine tatbik eden bir DÜNYA GÖRÜŞÜ…”

Üstadı “anma”ya çıkanların her şeyden önce O’nun BÜYÜK DOĞU’suna yaklaşabilmenin usul şartlarına malik olmaları gerekir.

“Neyi anladığı”nı zannettiğinden önce “neyi anlamadığı”nı anlaması gerekenlere Üstad’ın “Fikir Canileri” yazısı zaptedici olur mu dersiniz?


7 Haziran 2017 Çarşamba

GENÇLİK VE İDEOLOCYA

Yahya Düzenli

Bütün bir hayatını “ben bir genç arıyorum gençlikle köprübaşı” mısraında ifade ettiği gençliğin maya tutmasına adayan Üstad Necip Fazıl, “O VE BEN”de kendisinde gençlik yoğurma gayesinin  Abdulhakîm Arvasî Hz.lerini tanımasıyla birlikte başladığını ifade ederek “Efendimden aldığı nurla yepyeni bir gençlik yoğurma merakı, bende, 1942’de başladı” der ve “O sene, Beylerbeyi’ndeki evimde, bir gece, pencerelerin katran rengi süt beyaz oluncaya kadar, bir gençlik grubuyla sohbet… Bütün bir gece yapılan tarih, millet ve nefs muhasebesi… Sabaha kadar kaynayan semaver ve gençleri ilk vapura yetiştirip dönüşüm… Bu ilki… Ondan sonra ne gençler gelip geçti; fakat hayat ve hâdiseler çoğunu yuttu ve kalburun üstünde yalnız birkaçı kaldı. Her gelen yıl da yenilerini getirdi” şeklinde devam eder.

Sıradan gibi görünen bu müthiş cümlelerde, aslında bir neslin ıstırabı, trajedisi yatar. Bu trajedi bugünün gençliğine de musallat olan (Üstad’ın cümlesiyle) “hayat ve hadiselerin çoğunu yutması”dır. İnanış, fikir ve ahlâka dair doğru, sistematik ve derinliğine bir irfan havzasından mahrum olan genç neslin trajedisi ne acıdır ki görülmüyor, fark edilmiyor ve derinleşiyor.

Gençliğe hayatın gayesi ve ideal olarak; kaynağı ne olursa olsan bol kazanmak, bolca harcamak, hedonist bir tutkuyla konforlu yaşamanın hedef olarak gösterildiği modern zamanlarda, ruh damarları tıkanmış, kalbinin yerinde et parçası taşıyan robotlardan ibaret bir kütle var karşımızda…

Oysa ki, Üstad, yoğurmaya çalıştığı gençliğe dair (bugün de ihtiyacı hissedilmesi gereken) “GENÇLİK” başlığı altında şunları söyler: “Dâva Anadolu gençlerinden, her biri ulvî aşıyı taşıyıcı ve bulaştırıcı bir aşk kadrosuna maya tutturabilmekti. Ceplerde kaybedilen ve asırlardır dışarıda aranılan güneşi bulup çıkaracak, yerine oturtacak, her şeyi ilk saffet ve asliyet vahidine irca edecek, hasis ferd kadrolarında eskitilmiş ve pörsütülmüş mânalarla hiçbir alâka kabul etmeyecek, mutlak hakikat ölçüsüyle aklın hakkını akla ve kalbin hakkını kalbe verecek, tarih boyunca bütün hesaplaşmaları yerine getirecek bir gençlik…”

İşte bütün mesele… İşte gençlikten beklenen… İşte gençliğe verilmesi gereken ruh ve ideal…

Devam ediyor Üstad: “Vecdiyle, estetiğiyle, ahlakiyle, ideolojisiyle sımsıkı merkeze bağlı, solmayan renk ve geçmeyen ânın, ezel kadar eski olduğu için, ebed kadar yeni dâvanın gençliği… Efendi Hazretlerinin, hani şu “Siz bana o Ümmeti gösterin de, ben de size onun hemen kurtulduğunu haber vereyim” buyurduğu topluluğa çekirdek, ölümsüzlük gayesine destek gençlik…”

Üstad, rüyasını gördüğü ve bu rüyayı bizzat 40 yıllık Büyük Doğu mücadelesiyle adeta tabir ettiği bu gençliğin sahip olması gereken ideolocyaya ve bu ideolocyanın mücadelesini vermesi gereken gençliğin bir türlü olamayışına dair trajik gerçeğe dair de  “İDEOLOCYA” başlığında şunları söyler:

“Kendi kendine hiçbir istiklâli olmayan ve temel gayenin, aslından nokta feda etmeksizin yeni zaman ve mekâna tatbikinden ibaret olan Büyük Doğu İdeolocyası işte bu gençlere mahsus bir kafa ve ruh plânı olarak örgüleştirilir ve bu ağır başlı örgünün yanında, zıdlarımıza karşı en ağır savaşlar açılırken, çektiklerimiz, bir türlü anlaşılmayışımız; bodrum katındaki çürük çuvallar gibi hep geriye irca edilişimiz, vatan kurtarıcılığı yerine vatan hainliğiyle suçlandırılışımız ve kendi aramızda bir türlü toparlanamayışımız, ancak şu türlü izah edilebilir:
 
Bu yurdun, tam dört yüz yıllık alçalma ve çürüme, alçaltılma ve çürütülme tarihinde, devre devre gelen ve üstüste binen tesirlerin, nihayet, çocuk ninesini ve büyük baba torununu tanımaz hale gelecek derecede ruhlarda açtığı yara… Muhataplarımın hali!..”

Genç neslin irfan damarlarının tıkandığı, ruh adelelerinin pörsüdüğü, idrak kanallarının dumura uğradığı bir hengâmede Üstad’ın bu canhıraş feryâdının karşılığı olabilir mi? İhtimaller aleminde olsa bile sokaktaki haliyle böyle bir imkân maalesef heba edilmiştir. Üstad’ın cümleleriyle; “… hasılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesir” in bütün şiddetiyle devam ettiği bir iklimde hangi gençliğin irfan ve idrakinden bahsedilebilir?

“Yepyeni bir nesil yoğurmak borcundayız” diyen Üstad, bu neslin vasıflarını “vecd, heyecan, hareket, cehd, hamle, murakabe, muhasebe, zekâ ve irfan…” olarak kaydeder.

Gençliğin “olmazsa olmaz” ideolocya ihtiyacı, ne yazık ki halen hissedilmiyor. Hissedilmeyince de sokak kültürü seviyesini aşamayan gazete kalemşörlerinin allamelikleriyle körpe idrakler kısırlaştırılıyor, köreltiliyor.

“Bu nesil gelir mi?” diye düşünmeyin, “bu millet kalır mı?” diye hesap edin! Bu millet kalacaksa bu nesil gelecektir! Allah bağlısı bu millet elbette kalacak ve Allah âşıkı bu nesil şüphesiz gelecek!

İmkanlar alemindeki kaos ve kısırlığa rağmen, Üstad’ın bu ümitvar cümlelerini dua kabul ederek, O’nun “Bu nesil gelir mi?” sualine gene kendisinin “Geliyorlar” başlığıyla 1979 yılında, inkisarlarının zirveye çıktığı bir dönemde yazdığı şu sarsıcı cümlesi gerçek olur mu dersiniz:

“Gözleri kara, alınları fikir çizgili, kalbleri ceylan, iradeleri çelik, imanları volkan, irfanları tarla, idrakleri bıçak, edaları şiir, diyalektikleri ipekten örgü, geliyorlar!”

Böyle bir neslin öncelikle İman, itikad ve ahlâkî temelini hazırlaması gereken Devlet Müesseseleri ve idarecileri ne yazık ki, bölünmüş yollar, havaalanları, denizaltı geçitleri, vs. kadar bu nesle zemin hazırlayıcı bir idrak ve dertte değiller!

Bitirirken, Üstad’ın şu cümlelerini, henüz ortaya çıkmayan bir nesil için dua kabul edelim:

“… Hiç beklemediğim bir zamanda, hiç beklemediğim bir mekândan ışık fışkırdı.
Daima böyledir. İlâhi tecelliler hep böyle tepeden inme gelir. Allah’ın tecellileri, yapmacıksız ve zorlamasız, boynunuz bükük, köşenizde otururken görünüverir…”


(Hüküm Dergisi, Haziran 2017)

30 Mayıs 2017 Salı

Üstad Necip Fazıl’dan.. DEVRİLEN AĞAÇ VE KAVRULAN NESİLLER..


 Yahya Düzenli

Üstad Necip Fazıl, günümüzden 70 küsür yıl önce bir ağaç ahengini/bütünlüğünü sembolize ederek (her cümlesinde olduğu gibi) manifesto niteliğinde yazdığı “Devrilen Ağaç” başlıklı muhteşem yazısında, ağaçla bir varlık idraki ortaya koyar ve “Dön de bak… Şu ağaca bak! Ve üzerinde düşün!”  der ve ağaç üzerinden insanoğluna varoluşa dair hatırlatma yapar: “Ağaç, bize, dünyaya geldiğimiz günden bugüne kadar içimizi dolduran anlama ve araştırma hırsının anatomyası biçiminde görünüyor. Gözlerimiz ona daldığı zaman, garip bir (röntgen) ışığı altında, ruhumuzun bin bir kollu iskeletini görmüş gibi ürperiyoruz. Sanki bu fevkalâde şahsiyetin hendesesindeki nizamla, içinde Allah’ın sırları yatan ruhumuzun hasret çektiği nizam arasında gizli bir anlaşma seziyoruz…

Ağaç, bir plândır; bir insanın, bir ailenin, bir zümrenin, bir cemiyetin ve bütün varlığın iç ve dış nizam davasını, madde üzerinde düğüm düğüm örgüleştirmiş, şekilleştirmiş bir plân..”

Ağaca dair bu teşbihten yola çıkan Üstad, yazısının sonunda, Tanzimatla başlayıp Meşrutiyetle devam eden ve Cumhuriyetle son darbe indirilen; tarihine, medeniyetine, iklimine yabancılaştırılma, inkar ve düşman olma cinayetlerini de ihtiva eden hükmünü koyar:

“Ağacın ne olduğunu anladın! Ağaçlar arasında en mükemmeli insan ve cemiyettir. Şimdi de başını tabiattan çevir, tarihe, bizim tarihimize döndür ve bak! Orada koca bir ağacı, dört asırdır, balta üstüne balta, yalnız yere devirmek, toprağa sermek ve belirttiği büyük vahdet ve nizam ölçüsünü kurutmak için çalışanları göreceksin!...”

Üstad’ın yetmiş küsür yıl önce ağaç üzerinden yaptığı bu tarihî ikaza rağmen, ne acıdır ki her gelen nesil, “eğitim ve kültür” adı altında terminatörler tarafından mahvedilmekte, irfan havzaları yok edilmekte, idrak melekeleri kurutulmaktadır!

Üstad’ın yukarıdaki ikazları, tarihin geçmiş hadiseleri nakletme işi olmadığı, onun yaşanan ve yaşanacak zamanlara dair önemli bir projektör ve yol gösterici olduğunu bilenlere çok şey anlatır. Ancak, tarihi ‘kış geceleri masalları’ veya avantür filmler dizisi zannedenlerin gafletleriyle Tanzimattan bu yana, özellikle de Cumhuriyetin son 70 yılında ve halen nesiller kavrulmakta, istikametsiz bir şekilde kavrulmaya devam edilmektedir.

Bu noktada gene Üstad’ın “Kalk Borusu” başlıklı yazısındaki canhıraş feryadlarını, feryatlar içinde tekliflerini, yapılması gerekenlere kulak verelim:

“İşte biz, nefsimize davaların davasını, suallerin sualini tevcih eden böyle bir âna; böyle bir mazi, hal ve istikbal hususiyeti içinde ve artık tek saniyelik bir tekevvün, şaşkınlığına bile imkan bırakmayıcı bir hız mevsiminde çatmış bulunuyoruz.

On asrın hesabını bir günde görmeğe kalkmak kadar çetin, girift, düğümlü bir dâvanın kaskatı iş ve ameliye plânında şifasını vadedecek hiçbir maddî yol bulunmasa da, ruhlarda bu tenbihi yaşatacak manevi aşılara namütenahi hazırlıkları yapılabilir.

Ruhlarda sımsıkı şuurlaştırılması lâzım tek hedefin, tek çığlığından ibaret tek ses:

-Yarınımız için bugünden ne düşünüyor ve ne yapıyoruz???

Bugünkü dünya faciasını uzaktan bile olsa seyredebilmek ehliyeti, ancak böyle bir kaygı ruhundan doğabilir.

Halbuki, her dâvanın başlangıcı, evvelâ tam, açık, samimî bir teşhis olduğuna göre hemen kaydedelim ki, biz, bütün külçemizi oturttuğumuz zemin üzerinde, dünya faciasının tesiriyle yana yatmaktan doğan bir muvazene sıkıntısı içinde, her maddenin aşağıya doğru kaydığını göre göre uykularımıza sadık kalmakta, nebatî ve hayvanî hayatımızı iştahla yaşamaktayız.

Çocuğum, çocuğum!
Yüreği ateş ve acı dolu çocuğum!

Ne olacaksak, ya bir ân içinde olmaya, yahut olmaktan vazgeçmeğe mecbur bulunduğumuz bir hengâmenin eşiğindeyiz!

Ve elbette ki, bir şey olacağız. Mutlaka aramızdan biri çıkacak ve bu yatakhanede, içinde alev fışkıran borusiyle “kalk!” borusunu çalacak… Beklediğimiz budur!”

Üstadın bu ikaz, haykırış ve feryâtları kime ne söyler? Kime hangi misyonu yükler?

İtikadı ifsad edilen, fikrî iptal edilen, ahlâkı imha edilen nesilleri göremeyen gözler ve iktidar mevkiinde olup da bu faciaları durduramayanlar, ruhu mahvedilen nesillerin katilleri değil midir?

İşe müdahil olması gerekenlerin şikayetçi ve nemelâzımcı olduğu, “dolandırıcı işgüzarlıklar”la vakit geçirdiği bir iklimde “nesillerin mahvoluşu”na seyirci kalanları tarihin vicdanına havale ediyoruz!  

“İşler zamanlarına rehinlidir” hikmetinden pay sahibi olarak, henüz yol bitmeden, her tarafını yangın sarmış nesilleri kurtarmak için “vakit o kadar geç ki erken sayabiliriz!”

Ağaç yaş iken, devrilmeden, kurumadan ona sahip çıkmak. En mühim mesele bu!

Üstad’ın tarihî sualiyle bitirelim:

“Bugün bir vücudu baştan başa sarmış umumî hastalık sebebiyle gözden kaçan mevzii illetler, yarın vücut sıhhate kavuşur kavuşmaz derhal kendisini göstermeyecek midir?

Bunu düşünen kimdir?”


(Hüküm Dergisi, Mayıs 2017)

28 Nisan 2017 Cuma

“BİZ NEYİZ?”

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Yazımızın başlığı Üstad Necip Fazıl’ın 1952 yılında yazdığı bir yazısının başlığı. Üstad’ın günümüzden 65 yıl önce o günün medyasının ruh röntgenini veren manifesto niteliğindeki yazısının üstünden yarım yüzyıldan fazla zaman geçmesine rağmen “acaba ne değişti?” diye sorduruyor. Bu soruya vereceğimiz cevap, 65 yılın geçmesinden başka bir şeyin değişmediği hakikatidir. Eskilerin “efkâr-ı kadîm” dediği, yazıldığı zaman dilimini aşan, zaman üstü nitelikteki Üstad’ın bu yazısından ne olduğumuz, ne olmadığımız ve ne olmamız gerektiğine dair sonuçlar çıkarabiliyor muyuz, bütün mesele budur.

Üstad’ın,”tarihî muhasebe” ihtiva eden her yazısında olduğu gibi bu mühim yazısından bazı kesitleri okuyalım ve O’nun yakıcı tespitler ihtiva eden ve mes’uliyet yükleyen haykırılışlarına kulak verelim.

Üstad yazısına medya ve patronlarına dair, içerisinde cevabını da barındıran temel bir soru ile başlar:

“Tarihi Tanzimatla başlayan ve örneklerinin çoğunluğu bakımından millî kök ve içtimaî ruha zıt, gizli tesirlerin mikrop vasatını teşkil eden gazeteciliğimizde, bugüne kadar alıştığımız, ister istemez alıştırıldığımız patron vasıflar veya patronluk vasıfları acaba nelerdir?”

Bu temel soruya “Ve İlimsizdir! Ve fikirsizdir! Ve esersizdir! Ve imansızdır! Ve ihlassızdır! Ve ahlâksızdır!” cevabını verdikten sonra şu tespiti yapar:

“Gerçekten, Tanzimattan bu yana, şark ve garba doğru esen kasırgalar arasında yalpalaya yalpalaya harap olmuş Türk varlık ağacının kökündeki lif hummasından, dallarındaki tomurcuk hasretine kadar, hiçbir patron kalem, bu milletin nefs muhasebesine nisbet belirtmemiştir. Zira bizde gazetecilik, hayıflar olsun ki, Tanzimattan beri bu dilsiz milletin öz hakikatine her ân biraz daha uzak ve ters bir aksülâmel mihrakı etrafında kurulmuş ve hep o çıkış noktasına göre yol almıştır. Bizzat gazete, bizde aslında vasıta ve âletlerin en azizi olduğu halde, teftişsiz ve murakabesiz, hazımsız ve temsilsiz garp taklitçiliğinin ilk ve menfi eseri olmuştur. İşte size, kökü nimet, yemişi zehir, matbuat ağacımızın röntgeni!”

Devam ediyor Üstad:

“Onun içindir ki, bu mesleğin ‘esbak’ ve ‘sabık’ları, millî tefekkür ve tahassüs teknesinde yoğurulmuş büyük ‘entelektüel’ler yerine çeyrek münevverler, günübirlik açıkgözler, basit heves ve küçük teşebbüs adamlarıdır; onları takip eden dünküler ve bugünkülerse, züppelikte, sahtelikte, kışırcılıkta, istismarcılıkta, riyakârlıkta, eyyamgüderlikte şehinşah rütbesindedirler.”

Üstad, bu satırların hemen arkasından “Eyvâh!” der ve “Bu hazîn geliş ve gidiş içinde biz neyiz öyleyse?” diye sorar ve yeni bir nesil ihtiyacını hatırlatır:

“Şuyuz: Bütün bu geliş ve gidişin, topyekûn millî geliş ve gidişimizle beraber muhasebe ve murakabesine bağlı; ve çile, eser, hak, hakikat, kök ve dayanak sahibi, bir iç davranış ve fışkırış nesli!.. Bir asırlık akıntıya ters cereyan açmaya savaşan ve aziz gazetecilik mefhumunu gerçek mevzuuna kavuşturmak isteyen, dokuz köyün koğulmuşu bir isyan kolu!..

Nefsimizi hesabını görmekle mükellef tuttuğumuz dâvaların başında, belki herşeyden evvel, kendisine Türk umumî efkârının mümessili adını veren işte bu köksüz ve sahte matbuat örnekleri vardır.”

Bir kimlik ve dünya görüşü derinliği kuşatıcılığında devam ediyor Üstad:

“Hicap ve tevazu oyunlarına düşmeden müşahhas vasıflarımıza geçelim:

Biz pazarlıksız Müslümanız!
Su katılmamış Anadolu Türküyüz!
Bütün şark ve garbı inbikten geçirmiş bir dünya görüşünün bayraktarıyız!
Yaşımız kadar eser sahibiyiz!
Canhıraş nispette samimî ve vecd içindeyiz!

Ele aldığı hangi mevzu olursa olsun, o mevzuyu “üstün bir kök telâkki”ye bağlayan ve olması gereken yeri işaret eden Üstad, “gazetecilik ahlâkı”nı temellendirip istikamet gösterirken, hayatın hangi zaman, mekan ve mesleğinde bulunursa bulunsun, bir dâvâ ve mücadele adamında olması gereken ‘dâvâ ahlâkı’nı heykelleştiriyor:

“Hiçbir zaman ve mekânda hiçbir ivaz karşılığı dâvamızdan tek zerre feda etmemiş ve bu uğurda her çileye katlanmış olmak şuurunun mutlak temsilcisiyiz!

Bütün bunlardan başka, zıdlarımıza nispetle daha nelere mâlik ve daha nelerden mahrum bulunduğumuzu takdirinize bırakırız.”

Üstad’ın 65 yıl önceki bu tespit, analiz ve tekliflerinden günümüze ne değişti?

Üstad, halâ farkedilmeyen ve anlaşılamayan, kendisine müthiş bir mes’uliyet ve mükellefiyet yüklenen “dünya görüşü inşacısı fikir adamı” misyonuyla bugünün ve yarının nesline seslenen, her kelimesi kalplere ve idraklere kazınması gereken şu cümlelerle yazısını bitiriyor:

“Gerçek Türk münevveri! Biz, seni sana müjdeleyen ve yüz seneden beri beklenen, dalla kök arası bir hayat cereyanının ilk habercisiyiz! Daldan köke doğru inmek isteyen zehir aşısına, kökten dala doğru yükselmek hamlesinde bir iç bünye özüyle karşı çıkıyoruz!

Bizi buna göre anla ve ona göre tut!”

Sorumluluk sahibi her insanı titretmesi gereken bu müthiş haykırış kime ne anlatır?

Üstad’ın eserleri genç nesilleri bekliyor, anlamaya çağırıyor.

“Ey genç adam, yolumu adım adım bilirsin!

Erken gel, beni evde bulamayabilirsin! “ 

(Hüküm Dergisi, Nisan 2017)

ÜSTAD NECİP FAZIL: “DİVANELERE MUHTACIZ !”



Kavramları, “zehiri şifaya tahvil edici” bir usûl, muhteva ve terkiple ele alıp temellendiren ve adeta ete-kemiğe büründüren Üstad Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü’nde “Divanelere Muhtacız” başlığıyla, “divane” kavramına vurgu yapar ve bugün muhtaç olunan ruh ve mükellefiyete dair şunları söyler:

“Garplıların (possédé) diye bir tâbirleri vardır; zapt veya istila olunmuş mânasına gelen bu tâbir; bir fikir veya his tarafından kavranıp, sımsıkı yakalanıp, başka tarafa bakmaya, başka birşey düşünmeye imkân ve mecali kalmamış insanlar hakkında kullanılır. Ve bu tâbir, bazan, marazî ve muvazenesiz ruhların; bazan da, kendilerini bir davaya kaptırmış, gönüllerini yalnız o dava ile doldurmuş kahramanların vasfıdır.

Her kahraman mutlaka bir (possédé)dir; fakat her (possédé) mutlaka bir kahraman değildir. İşte, muazzam davalarla şişip büyümesi ve sonunda insan topluluklarını eteğine dolayıp göklere yükseltmesi gereken ulvî ve sağlam ruhlarla, delice vehimler yüzünden şişemeden patlayan ve sönen, fakat dış manzaraları ilk misali andırıyormuş gibi duran süflî ve hasta ruhlar arasındaki fark!.

Bu tâbirin mukabilini bize “divane” sıfatı verebilir. Bizim ihtiyacımız, yalnız bu mânada, ulvî ve müspet mânada divanelerdir. Oysa, devrimizde, kâmil iman, kâmil ahlak, kâmil insan gibi, en az bulunan, hemen hemen kalmamış gibi duran nesne…

Büyük bir velî, kendisine “Siz zamanımızda sahabîlere eşitsiniz!” diyen müritlere şu cevabı vermiş: 

“Ben nasıl sahabîlere eşit olabilirim ki, siz onları görseydiniz divane derdiniz; onlar da sizi görselerdi böyle Müslüman olmaz derlerdi!” Âlemde hiçbir misal, (possédé) ve “divane” tâbirlerinden anladığımız ulvî ve müspet mânayı bu kadar azîm çapta belirtemez. İşte muhtaç bulunduğumuz müspet ve ulvî divaneliğin son durak noktası!..

Cihanda büyük ve ulvî insan olarak kim gelmişse hepsi de müspet cepheden birer divanedir. Aşkın zıvanadan çıkardığı insan olarak, divane olmadan bir iş görebilmeye, bir hamle gösterebilmeye imkân yoktur.”

Üstad’ın 1943’te fiilen başlayıp 1983’te vefatına kadar devam eden kırk yıllık destanlık mücadelesi, yukarıdaki ifadeleriyle ancak “Allah ve Resulü” davasına fâni olmuş “ulvî divane”liğin nasılını gösteren örnek bir hayattır. Bu hayat, öyle bir “yaşanmaya değer hayat”tır ki; “Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.”

İşte “Divanı olmanın”, Necip Fazıl olmanın bedeli, hayatını (kendi ifadesiyle) “başını bir gayeye satmış kahraman” gibi “çile”ye talip olmak, ‘varoluşun hesabını’ vermektir. O’nun hayatı; fikri “yaşamak”, yaşamayı “fikir” bilen bir hayat olarak, Allah ve Resulü’ne adanmış muhteşem bir hayattır. “Yol O’nun varlık O’nun, gerisi hep angarya!” diye haykırması bu halin ifadesidir.

Üstad; bütün bir ömrünü “huzur”da yaşamış ve “hayret”te geçirmiş bir “ulvî divâne”dir. Bu huzur, ‘zihin konforu’ türünden bir huzur değil, her an hesaba hazır, “kimin huzurundayım?” tedirginliğini yaşayan bir mihrak şahsiyetin o büyük “huzur”daki duruşudur. “Huzur” ve “hayret”, İslâm Tasavvufu’nun iki önemli kavramı olduğunu bilenler, Üstad’ın ‘büyük huzur’daki duruşunu bir nebze olsun anlarlar. 

Necip Fazıl gibi “divâne” olmanın bedeli; yorulmayan, yılmayan, enerjisi eksilmeyen, hapishanelerin ve tehditlerin engelleyemediği “meşakkat dolu” bir hayat, bugünün ve yarının yol haritası niteliğinde 120 dev eserin ortaya konulmasıdır. 

Tanzimatla başlayıp Meşrutiyetle devam eden Cumhuriyetle öldürücü darbe indirilen tarih ve medeniyet davamızın divanesi olarak Üstad’ın hayatı; “Bir zerreciğim ki arşa gebeyim. Minicik gövdeme yüklü Kafdağı ” mısralarıyla, yüklendiği misyonun ağırlığı ve bunun yerine getirmesine ilişkin bir “bedel ödeme”dir.

Ortalığı her türlü itikadî sapıklığın, fikrî sığlığın ve tutarsızlığın kapladığı, istikametini kaybeden bir neslin varlığını idrakte, kim ve ne olması gerektiğine dair yol haritası Üstad Necip Fazıl’dadır.

Anlayacak idrak, görecek göz, işitecek kulak ve titreyecek kalp olması şartıyla!

“Divanelere muhtacız”  bir feryâdın ötesinde bir mükellefiyet ihtarıdır!

Nasıl mı?

“…divanelik, aslî, esasî ve hakiki kutbiyle gerçek imanın verdiği bir sıfat; ve insanı aracılığa, buluculuğa, keşfediciliğe, yapıcılığa, yakıştırıcılığa memur eden ilâhi bir lûtuf… Divaneliktir ki, yedirmez, içirmez, uyutmaz, gaflete daldırmaz, vazgeçirtmez, ümidsizliğe düşürmez; ve mutlaka dindirir, yaptırır, koşturur, bağırtır, saldırtır, vardırtır, erdirir.

Tarih boyunca Türkün başına ne geldiyse, hep ulvî ve mukaddes vecd ve aşk seciyesini gölgelendirmesi ve divanelikten uzaklaşma yüzünden geldi. Türkün, plânla, bu seciyesini gölgelendirmeye ve ulvî divanelikten uzaklaşmasını sağlamaya çalıştılar. Bugünse elimizde, birtakım klişeleri papağanvâri heceleyen, fakat imanın ruhu olan divaneliği zerre miktarı kalbine sindiremeyen müstehaselerden [fosillerden] başka kimsecikler kalmadı.

Mukaddesatçı Türk!.. Dâvamızın birinci ruh ve ahlâk kaidesi olarak evvelâ divaneliğin çaresini bulman, ruhunu vecd ve aşk yeline kaptırman, böylelikle bizi anlaman, bize yapışman lâzımdır.
Mukaddesatçı Türk!... Hep fani 24 saatleri kollayan ve kovalayan miskin ve nâmevcut hayatın açıkgöz muvazenelerinden olmaktansa insanlığın biricik haysiyeti, ulvî ve ebedî divaneliğe koş!.. 

İşte o zaman seninle anlaşılır ve kervanımızı kurabiliriz. Yoksa, iş yok!.”.


Üstad’ın “Divanelere muhtacız”ından pay sahibi olabilenlere ne mutlu!

(Hüküm Dergisi, Şubat 2017)

7 Mart 2017 Salı

1923 ANKARA’SINDA VİCDANLARI DONDURAN BİR KATL: ALİ ŞÜKRÜ BEY CİNAYETİ

 Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

94 yıl önce, 1923 yılının 27 Mart’ı Ankara’nın en soğuk günlerinden biriydi. Bu soğuk Mart günü; münevver ve muazzam bir şahsiyet olan Trabzon Meb’usu Ali Şükrü Bey’in şehit edilmesiyle kıyamete kadar unutulmayacak bir tarih oldu.

1884’te Trabzon/Beşikdüzü’nde doğan, 1904’te askerî eğitimini tamamlayıp Bahriye Erkân-ı Harp subayı olarak Deniz Kuvvetlerine katılan Ali Şükrü Bey, taşıdığı iman ve genç yaşına rağmen sahip olduğu fikrî derinlik ve mücadele azminin verdiği güvenle yüzbaşı iken ordudan istifa eder ve siyasete atılır. 1920 yılında 36 yaşında iken son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ına Trabzon Milletvekili olarak seçilir. İstanbul’un işgali ve Meclisin feshedilmesi üzerine yakın arkadaşı Mehmed Akif ile birlikte Ankara’ya giderek ilk TBMM’ne Trabzon milletvekili olarak katılır.

Birinci TBMM açılalı (23.4.1920) üç yıl olmuş, henüz Cumhuriyet ilan edilmemiştir. Yeni rejimin karakterinin ortaya çıkmadığı ama başta İngiltere olmak üzere emperyalist güçlerin istediği ve onay verdiği bir rejimin ayak sesleri duyulmaya, hazırlıkları yapılmaya başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele’den yorgun çıkan Anadolu insanı çaresizlik ve ümitsizlik içinde çırpınırken, onların adına I. TBMM’de yeni kurulacak rejime dair alametler ortaya çıkmakta, sesler yükselmektedir.

Neye niçin inanacağının, mücadele edeceğinin farkında olan bir muazzam şahsiyet olan Ali Şükrü Bey de 1920’li yılların Ankara’sında uğruna hayatını feda ettiği davasını müdafaa etmedeki azmi, keskin zekâsı, doğruları dile getirmedeki tesirli hitabeti, yılmaz ve korkmaz mücadelesi ile isminden en fazla söz ettiren şahsiyet olarak öne çıkıyordu.

39 yaşında hunharca bir cinayetle şehit edilmesinin doğurduğu korkunun tesiriyle herkesin sustuğu, sindirildiği, en yakın arkadaşlarının bile köşelerine çekildiği Ali Şükrü Bey hakkında Üstad Necip Fazıl, 10 Kasım 1950 tarihli Büyük Doğu’da (şehadetinden 26 yıl sonra) “İbret, Gayret” başlıklı başyazısında ilk defa tarihî hükmü dile getirir:

“Artık saffet devrini kapayan ve başında bulunanların hakiki kast ve niyetleriyle tezahüre başlayan Milli Mücadele çığırının, sadece iman ve mukaddesat safındaki bu kahraman çocuğunu, sırf mahrem renkleri ve gizli mânâları sezdiği ve bu yüzden muhalefete geçtiği için vahşice öldürttüler! Öldürtmediler, biri öldürttü; bu kimdir??”

Ali Şükrü Bey’in hayatına baktığımızda; tarih boyunca büyük mücadele adamlarının inandıkları dava uğruna yalnızlaştıklarını görürüz. Bu durum neredeyse onların ortak kaderi gibidir. En yakın dava arkadaşlarının bile yollarını değiştirdiği tarihî kırılma anlarında gösterdikleri irade, kararlılık ve gözükaralık onları kahraman olarak tarihe yazdırmıştır. Ali Şükrü Bey’in şehadetinde de böyle olmuştur. Ali Şükrü Bey’in katli ve takip eden günlerde en yakın arkadaşlarının trajik suskunluğu da çok manidardır. Ne acıdır ki Meclisteki yakın arkadaşlarından sadece Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, Mersin Meb’usu Selahattin Köseoğlu ve Lazistan Meb’usu Ziya Hurşit bu cinayete karşı seslerini yükseltmiştir. Tabii, sonrasında başlarına gelmeyen kalmamış ve bir daha mebus da yapılmamışlardır.

Ali Şükrü Bey’in 27 Mart 1923 Salı akşamı aniden ortadan kaybolmasından iki gün sonra 29 Mart 1923 Perşembe günü toplanan mecliste Hüseyin Avni Bey’in adeta Meclisi titretircesine yaptığı konuşmadan bir kesit verelim:

“Efendiler, bu şerefli kürsü, bugün, elîm bir vaziyete sahne oluyor! 
Bu şerefli milletin mebusları, bugün, kan bağlamış bir zavallı, bir biçare gibi birbirlerine bakıyorlar!

Ey Kâbe-i millet! Sana da mı taarruz?
Ey Arây-ı millet! Sana da mı taarruz?
Ey milletin mukaddesatı! Sana da mı taarruz? (Lanet sesleri)

Arkadaşlar, asırlardan beri, bin mahrumiyetle, saltanatların ve onun etrafındaki yaldızlı üniformalı kahrolası haşeratın ve onun esiri olan hainlerin mahvı ve Türk Milletinin halâsı için bayrak çektik! Efendiler, milleti düşmanlar istilâ ediyordu! Millet kat'iyyen ümidini kırmayarak azminde sabitkadem olmuş, imanında onun halâsını bekliyordu! “Silâh başına!” denildiği zaman Türk köylüsü bütün mevcudiyetini feda ederek ve eline silâh alarak ırz ve namus ve hayatını kurtarmakta bir ân tereddüt etmedi! Ve muvaffak da oldu. 

Efendiler! Bu muvaffakiyet onun hâkimiyetidir.”

“Bir meb'usun ağzı, kalemi, o milletin namusudur! Bu namusa tecavüz eden eller kırılsın!  (Kırılsın sesleri,  kahrolsun sesleri) Bu, milletin ismetidir; bir katre kan değildir. Tecavüz arkadaşımıza değil, bir milletin namusunadır. Böyle namussuzlar yaşayamaz! (Kahrolsun sesleri) Efendiler, Ali Şükrü bey iki gündür kayıpr. Efendiler, memleketin sahibi azametli bir tarih sahibi, namusuna hâkim bir milletin mebusu kayboluyor; hükümet bulmuyor! İki gündür kayıptır! Bulamıyor efendiler! Allahtan çok isterim ki, memleketin elîm zamanlarında bu, adi bir netice olarak zuhur etsin, evet adîyyen zuhur etsin. Efendiler, ya siyasî ise?”

O gün mecliste zabıt katibi olan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Hüseyin Avni Bey’in bu konuşması için “İlk Meclis” isimli hatıralarında şunları söylüyor: 

“O gün bu konuşmayı başından sonuna değin ayakta dinledim. Sözleri arasında şu tümce de vardı: ‘Ali Şükrü’yü öldüren bilekleri kıracağız; o bilekler isterse sırmalı paşa bilekleri olsun.’ Hiç unutmadığım bu sözleri her halde daha sonra Meclis tutanak dergilerinden çıkartmış olacaklar ki orada yerini bulamadım.”

Samet Ağaoğlu da Kuvay-ı Milliye Ruhu’ isimli kitabında Ali Şükrü Bey’in şahsiyetine dair şunları söyler: “Trabzon Milletvekili Ali Şükrü, Atatürk’ün daha Birinci Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı ilk günlerde yaptığı konuşmalarındaki sözler arasından devletin gelecekteki şeklini sezerek; “Fakat bu Cumhuriyettir” diye bağıran… bu koyu saltanatçı, hilafetçi, cesur askerin boynuna, Topal Osman’ın meşhur kemendi bir yılan gibi dolandı!”

Ali Şükrü Bey’in Mustafa Kemal’le olan bir tartışmasını Falih Rıfkı Atay “Çankaya”da şöyle anlatıyor:

“Mecliste sert çatışmalar oluyordu. Bir defasında Trabzon Milletvekili Ali Şükrü kürsüde konuşan Mustafa Kemal’e ağır sözler söyledi. Birbirlerinin üstlerine yürüdüler. Bu olaya çok sinirlenen Topal Osman bir adamını yollayarak Ali Şükrü’yü konuşmak üzere Çankaya tarafındaki evine çağırır ve karşısındaki iskemleye oturur oturmaz boğdurur.

Vak’a çok önemli idi. Boğduran Mustafa Kemal’in muhafız komutanı. Mustafa Kemal’in evini bekleyen erler onun adamları. Düşmanları cinayeti Mustafa Kemal’den biliyorlardı.”

Açıldığı günden itibaren ülke ve milletin geleceğine dair müthiş tartışmalar ve kavgaların yaşandığı Birinci Meclis’te Mustafa Kemal’in I. Grubuna karşı muhalefet cephesini oluşturan II. Grubun lideri ve sözcüsü; cesaret, celadet, feraset, basiret abidesi, gözükara bir şahsiyet olarak Ali Şükrü Bey öne çıkıyor ve meclis kürsüsüne çıkıp her söz alışında pürdikkat dinleniyor, kendisini dinletiyor, kitaplık hacmindeki konuşmalarıyla meclisi titretiyordu.

Gene Samet Ağaoğlu Ali Şükrü Bey’e dair şunları söyler:

“Birinci Büyük Millet Meclisi’nin tarihinde oynadığı rolden çok akıbeti ile kendisine unutulmaz bir yer ayrılacak bir yüz var. Bu, Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’dir.

Bir deniz subayı olan Ali Şükrü, Milli Mücadelenin samimi insanlarından birisidir. Samimi diyorum, çünkü sonuna kadar saltanatçı ve hilafetçi olduğunu gizlemedi. Bunun içindir ki, saltanat ve hilafetin yerine devletin başına başka bir makamın ve şahsın yerleşmesine her zaman karşı durdu.

Ali Şükrü, aynı zamanda gerçekten kuvvetli bir tenkitçi olarak gözükmektedir. Gensoru konusu yaptığı bütün meselelerde ilgili bakanları ağır şekilde hırpalamaya muvaffak olmuş ve hemen her zaman tenkitlerini müspet bir sonuç ile bitirmiştir. Birinci Büyük Millet Meclisinde bakanların, gensoru ve sorularından en çok çekindikleri mebuslardan biri de Ali Şükrü oldu.

Topal Osman Ağa tarafından, sebebi hala meçhul kalmış öldürülmesi Ali Şükrü’yü ikinci grubun bir şehidi haline getirdi.”

Bilinen odur ki, Ali Şükrü Bey’in hunharca katli “sebeb-i meçhul-fail-i meçhul” değil, “sebeb-i meşhur-fail-i meşhur” bir hadisedir. Çünkü Ali Şükrü Bey’in;

1.      Hilafetin ilgasına şiddetle muhalefeti,
2.      Lozan görüşmelerinin meclisten kaçırılmasına ve uğranılan hezimete karşı şiddetli karşı çıkışı,
3.      Misak-ı Millî’den taviz verilmesine şiddetle itirazları,
4.      Musul-Kerkük, Adalar, Batı Trakya, Batum’un bizde kalması konusundaki müthiş ısrarı, arzu edilen hedeflere ulaşılmasına mani idi.

O “mutlaka saf dışı bırakılması” gereken bir şahsiyetti. Uluslararası güçler ve yerli işbirlikçileri tarafından “ölüm kararı” verilmişti. Ve bu hunharca tertip, tasması belli ellerdeki tetikçilerce gerçekleştiriliyordu.

Yakın tarihimizin en hunhar siyasî cinayeti olan Ali Şükrü Bey’in katli, tarihî hesaplaşmamızın da en mühim işaret taşlarından birisidir. Birinci Meclisin tutanaklarından yaptığı konuşmalar incelendiğinde, bu gerçek apaçık bir hakikat olarak ortaya çıkar.

Katledilişinden 22 gün önce, 5 Mart 1923 günü defalarca söz alarak Misak-ı Milli, Lozan, Boğazlar, Batı Trakya, Adalar, Yemen ve Musul-Kerkük’le ilgili Mecliste yapılan gizli oturumdaki ihatalı konuşmalarındaki şu cümleler, geleceğe dair ufkuyla nasıl basiret ve feraset sahibi bir şahsiyet olduğunu ortaya koymaktadır:

 “..Devletlerin hayatı bir çok inkılâbata maruzdur ve bir takım med ve cezri vardır. Burada bugün ehemmiyetsiz görülen mesail, yarın zayıf zamanımızda bizim başımıza belâ olur ve tarihî tekerrürden ibarettir. Bunu hepiniz bilirsiniz. Tarih tekerrürden ibarettir. Hepiniz bilirsiniz ki; âtıfet şeklinde verilmiş bazı müsaadat, son asırda, bizi olduğumuz yerde bağlar bir zincir-i esaret olmuştur. Şimdi bendeniz korkarım ki, şuraya konan ve ehemmiyetsiz görünen bu mevâd ileride ecdat ve ahfadımız için yeni bir kapitülasyon teşkil edecektir... Efendiler; arz ettiğim gibi mükemmel fırsatlar gaib edilmiştir….”

Rejimin bekası adına işlenen cinayetler serisinin en mühimlerinden olan Ali Şükrü Bey’in katlinden 3 gün sonra (1.4.1923) I. Meclis lağvedilmiş, bir yıl sonra da (3.3.1924) Hilafet kaldırılmıştır.

Ne yazık ki ne TBMM ne de temsilcisi olduğu şehri Trabzon, bugüne kadar Ali Şükrü Bey’e sahip çıkamamıştır.

Bir zamanlar ceberrut devletin ismi ve kabri üzerinde korku estirdiği büyük şehîd; 90 yıl sonra bizzat Başbakan/Cumhurbaşkanı tarafından Trabzon’da “Gençler Ali Şükrü Bey’i örnek alın!” denilerek misal gösteriliyor. Ama şehir, zirvesindeki kabirden bile hâlâ haberdar değil, büyük şehidine karşı hissiz, alâkasız!

O’nun Trabzon Boztepe’deki kabri ıssız ve sessizdir, fakat taşıdığı büyük mânâ, tersyüz edilen tarihi aslî zeminine oturtacakları ve ona sahip çıkacakları beklemektedir.

Son söz olarak diyeceğimiz şudur:

·         Ali Şükrü Bey; yakın tarihin vicdanıdır.
·         Ali Şükrü Bey; tarih ve medeniyet davamızın büyük öncülerindendir.
·         Ali Şükrü Bey; “hayatını mesajı, mesajını hayatı” haline getirmiş bir dava adamıdır.
·         Ali Şükrü Bey; doğru bir dava için inanmışlık ve adanmışlığın ne olduğunu göstermiş bir şehid-i muazzezdir.

Şehadetinin 94. yılında O’na rahmet, mağfiret, katledicilerine ve tertipçilerine lânet…

 (Hüküm Dergisi, Mart 2017)