31 Ağustos 2009 Pazartesi

TRABZON SALNAMELERİ

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Trabzon; Osmanlı dönemi yazılı şehir tarih-kültürünü ihtiva eden zengin kaynaklara sahip ender şehirlerden birisidir. Bu kaynakların yakın tarihe ışık tutan en önemlilerinden olan Salnamelerin değeri henüz yeterince anlaşılmamıştır.

Şehir yıllıkları olan “Salname”ler ilk defa Tanzimat döneminde 1864 yılında yayınlanmıştır. Trabzon Vilayet Salnamesi de ilk defa 1869 yılında yayınlanıp 1904 yılına kadar olan sürekliliğiyle dikkat çeker. Salname; “Genel olarak geçmiş yılların veya bir yılın bütün olaylarını, her türlü icraatını, istatistik, ticaret, sanayi, iktisat, tarih, fen ve biyografi bilgilerini özet halinde ihtiva etmek üzere her sene hazırlanarak yayımlanan eserler hakkında kullanılan bir tâbirdir.”

Osmanlı’nın yıllıkları olan “salname”lerden başlıcaları Devlet, Hariciye, İlmiye, Askeri, Bahriye, Maarif, Rasathane, Rüsümat, vs. olmak üzere çeşitlilik arzediyor.

Şehir Salnameleri, şehrin hafızası niteliğindedir. Şehirde meydana gelen olaylar, şehrin siyasi, sosyal, ekonomik, malî, demografik, zirai ve idari yapısı ile ilgili detaylı bilgiler bu salnamelerde kayıtlıdır.

Osmanlı; ilk kroniklerden olan Âşıkpaşaoğlu Tarihinden başlayarak, daha sonra özellikle XV. yüzyıldan itibaren tutulan başta Tahrir Defterleri, Avârızhane Defterleri, Cizye Defterleri, Ahkâm Defterleri, Şer’iyye Sicilleri, vs. olmak üzere kayıt altına almadığı hiçbir toprak karesi bırakmamıştır. Doğru bilgiler ihtiva eden bu kaynaklar, bugünün ve yarının dünya, şehir, iktisat, sosyal, vs. tarihini yazacak ilim adamları için temel başvuru kaynaklarıdır.

Ne yazık ki bu derece zengin kayıtlara sahip olmamıza rağmen, bu kaynakların fakiri de gene bizleriz. Kaynaklarımızdaki “değer”leri ortaya çıkarmada tembel, yetersiz ve bir o kadar da ehliyetsiz olmak, “yerlilik” adına önemli bir vasıf olsa gerek (!)

Onun içindir ki Trabzon’un Osmanlı dönemi Tarihini Amerikalı Osmanlı Tarihçisi Heath Lowry’den, Trabzon’un dil ve diyalektlerini Norveçli Prof. B. Brendemoen’den, Antoropolojik yapısını Amerika’lı M. Meeker’den okuyoruz. Hem de (ne kadar olabilirse) o derece objektiflikte !

Trabzon Salnamelerine gelmek istiyorum.

Trabzon’un altıyüz yıl öncesini önümüze seren ilk Tahrir Defterleri örneğinde olduğu gibi, Salnameler de gelecek yüzyıllarda önemi daha da artan kaynaklar olarak önümüzde durmaktadır.

Ankara’da (Trabzon’lu işadamlarının aklına kim düşürmüşse) Trabzon Vakfı’nca Haziran 1993’de yayınlanmaya başlanan Trabzon Vilayeti Salnameleri, Ocak 2009’da 22. cildinin de yayınlanmasıyla tamamlamış bulunuyor. İlki 1869 Yılına ait olan Trabzon Salnameleri’nin sonuncusu 1904 yılına ait. Trabzon’un 36 yıllık toplumsal tarihinin her karesini ayrıntılı bir şekilde anlatan Vilâyet Salnameleri’ne gereken ilgi gösterilebilecek mi? Bilemiyoruz.

Trabzon’la birlikte Gümüşhane, Canik (Samsun), Lazistan (Rize), Livane (Artvin), Batum, Giresun ve Ordu’nun bir kısmının da içinde olduğu Trabzon Vilayeti Salnameleri’nde tüm Osmanlı vilayetleriyle ilgili ayrıntılı ve ilginç verilere de rastlamak mümkün.

Trabzon’un değerli emektar, çalışkan, üretken kültür tarihçisi Kudret Emiroğlu dostumuzun bir kuyumcu titizliğiyle günümüze aktardığı Trabzon Salnamelerinin en güzel taraflarından birisi; hem orijinal Osmanlıca metnin bulunması, hem de metnin birebir karşılığının her sayfada verilmesi. Başta hazırlayan Kudret Emiroğlu olmak üzere Trabzon Vakfı’nı bu önemli eserleri Trabzon’un hafızasına tekrar sundukları için tebrik ediyoruz. Kudret Emiroğlu Salnamelerin birinci cildinin önsözünde Salnamelerin önemine ilişkin şunları söylüyor:

“1866 yılından itibaren Osmanlı Vilayetleri Salname yayımlamaya başlamışlar ve 1871/72 yılından sonra salname yayımlamayan vilayet kalmamıştır. Vilayetlerde kurulan devlet matbaaları ve resmi vilayet gazeteleri ile birlikte salnameler, toplumdaki yeniliklerin yerel düzeyde dile getirilmesinin aracı olarak benimsenmişlerdir. Salnameler bu değişimin sesi ve yıl yıl yaşanmasının tutanağıdır.

Osmanlı tarihi, henüz kendi kaynaklarına dayanılarak yazılmış olmaktan uzaktır. Hükümet merkezli klasik tarih araştırmalarının dışında toplumsal tarihçiliğin gelişmesiyle bu tarihin yeniden yorumlanıp, üretilmesine katkıda bulunacak nitelikte kaynaklar olarak Salnameler önem kazanmaktadır. Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden başlayıp yirminci yüzyıla uzanan sürecin birinci elden tanıklığını yapan Trabzon Vilayeti Salnamalerinin yayımlanmasıyla Orta ve Doğu Karadeniz bölgelerimiz için önemli bir kaynak da kullanıma açılmış olmaktadır. “

Sadece maddi veriler değil, tarih ve kültür muhtevasıyla da önemli bir şehir yıllığı olan Trabzon Salnameleri’nin her birinin ilk sayfalarında kronolojik bir peygamberler tarihi, önemli dünya olayları, Osmanlı Tarihi de vardır. Salnameler bir her yönüyle “şehir envanteri” olduğu gibi aynı zamanda genel bir “ansiklopedi” özelliği de taşırlar.

Örneğin; İlk insan-İlk Peygamber Hz. Adem’den bugüne kadar dünya tarihi şöyle veriliyor:

Hicretten
6212 sene mukaddem (önce) Hilkat-i Adem aleyhisselam
4582 sene mukaddem Avrupalıların zabt ve tahrirleri mucibince hilkat-i Adem aleyhisselam.
2974 sene mukaddem Tufan-ı Nuh aleyhisselam.
2580 sene mukaddem Veladet-i İbrahim aleyhisselam
2480 sene mukaddem Hitan-ı İsmail aleyhisselam
2317 sene mukaddem Yakup aleyhisselamın Mısır’a teşrifleri
2075 sene mukaddem Musa aleyhisselamın Mısır’dan hurucları
1638 sene mukaddem Davud aleyhisselamın berriyet-üş-Şam’da padişahlığı
1598 sene mukaddem Süleyman aleyhisselamın padişahlığı
583 sene mukaddem Milad-i Hazreti İsa aleyhisselam
…. Fahr-i alem sallallahu aleyhi vesellem efendimiz hazretlerinin Mekke-i mükerremeden Medine-i Münevvereye hicret buyurdukları…

Ayrıca Hristiyan ve Yahudi tebaanın resmi ve dini tatil günlerine dair takvim bilgileri, dünya tarihinin önemli olayları, Osmanlı tarihinin önemli fetih ve olayları, bazı velilerin vefatları, bazı şehir ve camilerin kuruluş ve yapılış tarihleri, keşifleri, icadları, vilayete bağlı tüm yerleşim birimlerine ait her türlü ayrıntılı bilgileri Trabzon Vilayet Salnamelerinde bulmak mümkündür.

Başka bir örnek olarak Trabzon’un ilçelerindeki madenlerle ilgili bazı ilginç bilgiler:

“Sürmene nahiyesinin tura tabir olunur bir nevi keten ipliği çıkıp Rumeli ve Anadolu ve Arabistan taraflarına irsal olunur.” (1869)

“Vakfıkebir nahiyesi kurasında demirci ve kundakçı esnafı olup, imal ettikleri eşya derun-i nahiyede sarf olunur.” (1869)

“Of kazasında bir miktar kara keten tabir olunur bez ve siyah şal tabir olunur bir nevi yünden kumaş imal olunup Erzurum ve Malatya taraflarına nakl ve füruht olunur.” (1869)

“Yomra nahiyesinde Trabzon’a dört saat mesafede bir adet kurşun madeni bulunup bir seneden beri bi’l-amal tecrübesi icra olunmaktadır.”(1869)

Trabzon; Vilayet Salnamesinin son cildinde (1904) Ma’lumât-ı Umûmiyye başlığı altında şu şekilde anlatılır:

“Trabzon vilayeti Anadolu’nun İsviçresi hükmündedir: Bu vilayette de yaz kış üzerinden kar eksik olmayan yüksek dağlar, saatlerce uzanıp giden çam ormanları, muhavvif uçurumlar, sarp ve dik kayalıklar, mezrû vadi ve tepeler, yaz mevsiminde sahil ahalisinin göçtükleri yaylalar birbiri ardınca mütevarî olur. İnsan herhangi tarafa gözünü gezdirmiş olsa böyle arızalı yerler görür ve bu yerlerde yaşayan halkın ne kadar çevik ve çâlâk adamlar olmak lâzım geleceğini anlar.

Sahil-i vilâyetin menâzır-ı bediiyesini hakkıyla tasvir etmek pek güçtür… Vapurla bir iskeleye gelmiş olsanız her yerde çalışkan, cesur bir halk görürsünüz… Dereler yazın hâtırât-ı bedîasını yâd edip inler; denizin feverân-ı gazebi herkesi korkutur, ardı arası kesilmeyen furtınalar güzel günlerin daha pek uzakta olduğunu ihtardan hali kalmaz. Bütün bu furtunalarla, dehşetli kışlarla, yüksek dağlarla, her türlü şedaid-i iklimiyyesiyle Karadeniz sahili dünyanın en güzel yerlerindendir !”

Trabzon folklorüne dair bir ilginç cümle: “Trabzon halkının hissiyat-ı bediiyeden mahrum olduklarını iddia etmek haksızlık olursa da sanayi-i nefiseye rağbet eden kimseler pek azdır. Köy düğünlerinde davul zurna gibi kaba saba şeyler görülür; kemençenin saatlerce devam eden mutaredded ahengi sâmia-hıraş olur.”

Of’un medreseleri ve kıyafetlerle ilgili bir paragraf: “Of’ta medrese ve mekteb gibi mebânî her taraftan ziyade olmağla medrese ve talebe-i ulûm-i şerife çoktur. Ekser köylerde müteaddid mesacid-i şerife vardır. Hocalarla talebe mesleklerine mahsus olan elbisiye ve ehl-i kurada kısmen zıbka ve mintan ve kısmen karavana şalvar giyerler..”

Daha birçok bilgi ve belgeyi ihtiva eden Trabzon Vilayeti Salnamelerinin tamamını Ankara’da Trabzon Vakfı veya İstanbul’da Heyamola Yayınlarından temin edilebilir.

(Günebakış, 26 Ağustos 2009)

TRABZON FOLKLORUNA SOKULAN VİRÜS: KOLBASTI

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Evet virüs…

Önce Larousse’un dilinden bir virüs tarifi yapalım ki ‘kolbastı virüsü’nden kasdımız iyi anlaşılsın: “Optik mikroskopta görülmeyen, genellikle bakteri geçirmez süzgeçlerden geçen ve özellikle tek tip nükleik asit (DNA ya da RNA) içermekle ve okaryot hücrelerde zorunlu asalak olmakla bakterilerden ayrılan mikroorganizma... Metabolizmaya karışarak DNA’yı bozar..Eğer metabolizma ağır derecede bozulmuşsa, hücre ölür, virüs yeniden çoğalır ve bir önceki hücrede edindiği kabukla başka hücrelere bulaşır; eğer bozukluklar az önemli ise, içlerinde virüs bulunan hücreler virüsün çekirdek kısmını (yapay bir gen gibi) kendi kromozonlarına ekler ve atipik bölünebilen hücrelere, yani ur (kanser) hücrelerine dönüşürler…”

Virüslerin en önemli özelliğinin “asalak” oluşları olduğunu da ekleyelim..

Trabzon’un folklor metabolizmasına karışan bir virüs: Kolbastı !

Kış aylarında kapalı mevzilere çekilen, yaz aylarında açık alanlarda hızla yayılıcı, sirayet edici, doğurgan bir virüs… Bu gidişle durdurulamayan bu virütik etkiye karşı sadece Trabzon değil, Tüm Türkiye “yelken açacak” gibi…

Virütik etkisi öyle bir yayılıyor, yayıldı ki artık önlenemiyor. Trabzon folkloru metastas hali yaşıyor.. Hatta, “kolbastı virüsü” talep edilir hale geldi. Virüs talep edililir mi? Evet ! Bünye ona hazır hale getirilirse, uyuşturucu bağımlılığı gibi dozu sürekli artırılarak bünyeye verilmesi gerekiyor. Kolbastı böyle bir virüs haline geldi.

Virüsler bünyedeki hastalığın ifadecisidir. Hariçten bünyeye sokulamayan, ancak bünyede mevcut fakat harekete geçeceği zamanı ve şartları bekleyen iç bünye virüsleri gibi “kolbastı virüsü” de harekete geçti. Mekân ve sınır tanımıyor… Enfekte kabiliyeti müthiş ! Önüne geleni doğruyor, her rastladığına bulaşıyor…

Kaçmak isteseniz de kaçamıyorsunuz.

Beşinci sınıf arabesk sahne hanendeleri marifetiyle Trabzon folklorunu kemiren, kemirmekten de öte ifsat ve imha etmeye memur bir folklor terminatörü..

Bu terminatör virüsün adı: Kolbastı.

İçinde hiçbir Karadeniz ritmi taşımayan bir müzik eşliğinde söylenen sözlere bakın:

“Mahallenin Mastisi”
“Üçtür beştir. Kızlar hoştur, dünya boştur, coştur coştur..”
“Bir o yana bir bu yana zıplayalım..”

Folklorumuzun “ar damarı”na yönelmiş bir saldırı manifestosu adeta…

Bir virüs icad etmek, ortaya çıkarmak da önemli bir buluştur. Kolbastı’da pay sahibi olan, hatta birbiriyle ‘sahiplenmede yarışan’ folklor ifsat edicileri icadlarıyla öğünebilirler. Vulgarize sahne hanendelerini anladık da, Trabzon folklor bilimiyle uğraşan sözde akademisyenlere ne demeli?

Bu sözler, bu tavırlar, bu icra, onları hiç ilgilendirmiyor.

Trabzon’un hakiki genlerini taşıyan tarihsel horonlara bir katkı yapamıyorlar. Çünkü kalite ve kapasiteleri yetmiyor ! Zihinleri müsait değil !

Galiba bir laboratuar netliğiyle kolbastıyla ilgili en doğru testi müzikbilimci Orhan Hakalmaz, katıldığı bir TV programında yapıyor: “Halk kültüründe böyle bir dans yok. Seyrederken benim tüylerim diken diken oluyor. Kapatın müziği, ne oynuyorlar dersiniz? Ben break dans yapıyorlar derim…”

Bu cümlelerden “Kolbastı Doğu Karadeniz ürünü” diyenler bir şey anlarlar mı bilmem.

Folklor; hangi bölgede icra ediliyorsa o yörenin insan davranışlarını dışavurur. En etkili unsur da ritm ve hareketler… Trabzon insan karakterinin asla fiziki ifadecisi olamayacak, aksine “ifadecisi” değil, “ifsat edicisi” bir virüs Kolbastı…

Oyunun icra edilişindeki “efemine” tavırlar Trabzon insanına yakışmıyor !

Trabzon’da bir âkil folklor adamı çıkıp da bunu dile getirmiyor, getiremiyor. Aksine bu “ucube”den pay kapmaya çalışılıyor. O kadar ileri gidiliyor ki, Trabzon’un uluslararası ihraç ürünü olarak lanse ediliyor…

Yazık Trabzon’a !
Yazık Trabzon insanına !
Yazık horonlarına !

İnsanın şuuraltını kışkırtmak için başka bir virüse ihtiyaç yok.

Daha önceki bir yazımızın başlığı: “Trabzon kol baskınına uğradı!” idi. Artık baskın “kol etkisi” ile izah edilmeyi aştı.

Zorlama tarihsel temel arayışları işin komedi cinsinden çabalar… “Kolbastı” isminin kaynağı, etimolojisi bile oyunun “cemaziyelevveli”nden “etik kaygı” duymak için yeter. Meraklıları kök anlamını kolayca bulabilir.

Bir medeniyet şehrinin insanları folklorüne sokulan bu “mızrak ucu”yla ancak böyle aşağılanabilir diye düşünüyorum. Kimileri “hayran” olsa da, kolbastıda duruş yok, eda yok, ruh yok, muhteva yok. Varolan tek şey: Kol baskınına uğramanın verdiği şaşkınlıkla fiziğine bile hakim olamayan kontrolsüz, iradesiz tavırlar…

Bunlar “bizim” insanımızın tavrı, tarzı değil !

Horonların iradî icra edilişine karşılık, kolbastının gayr-i iradîliği; insanla robot arasındaki farkı gösteriyor. Robot yâni kurgulanmış, belli oranda kontrol-kumanda edilebilir makina… Birdenbire bir “baskın” halinde Trabzon folklorünün göbeğine oturan bu “makine” belki de bizim tahminlerimizin ötesinde kurgulanmış bir terminatör…

Horonlar iradî varlığa yâni insana, insanın duygu ve düşünce dünyasına hitap ederken, şahsiyete davet ederken, kolbastı iradeyi iptal eden, şuuraltı kaotik alana çekiyor muhataplarını…

Maksadımız Horon ve Kolbastı karşılaştırması değil. Böyle bir karşılaştırma mümkün de değil. Kendimizi inkâr gibi bir şey olur bu.

Trabzon, Trabzon insanı, özellikle de gençler bu virüsün etki alanından kurtarılmalı ! Enerjileri ‘kolbastı virüsü”nde harcamamalı !

Herhalde medeniyet şehirlerinin dokusunu bozmanın en etkili yollarından birisi; o şehrin halkında kabul görmüş, benimsenmiş folklor unsurlarını-malzemelerini “iğdiş etmek” olsa gerek. Bu iğdiş oluşa yakalananlar karantinaya alınamıyor. Salgına karşı aşı geliştirilemiyor. Salgın yayılmakla kalmıyor, içselleştiriliyor. Yüksek tansiyonla yaşamaya alışmış bir hastanın kendisini ‘normal zannetmesi’ gibi bir hal bu.

Öncelikle ve acilen Trabzon folkloru Kolbastya karşı “karantinaya alınmalı !”

Trabzon folkloru antikorlarını “acil” kaydıyla harekete geçirmeli !

Hey Trabzon !

Bünyeni “FUTBOL CİNNETİ VE KOLBASTI VİRÜSÜ”nden ne zaman kurtulacak ve enerjini ne zaman kendine döndüreceksin ?

Meşhur hikâyedeki gibi “Kral Çıplak!” diyenlerin çoğalması gerekecek !

Eski bir Trabzon türküsüyle bitirelim:

“Hayde kidelum hayde da
Pizum yolumuz uzak
Yolumuza sevduğum
Tuzak kurdiler tuzak !”

(Günebakış, 19 Ağustos 2009)

OSMANLI COĞRAFYASI'NI H.W. LOWRY'DEN OKUMAK...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Prof. Heath W. Lowry’i tanımayan Trabzon’lu var mıdır? Trabzon’un tarihiyle ilgiliyseniz Lowry’i tanımamanız mümkün değildir. 1970’li yıllarda Trabzon’a sürekli gelip gitmiş, kalmış, araştırmalarda bulunmuş bir bilim adamı, Osmanlı tarihçisi. 1980’lerde yasaklanan ve toplatılan, 2001’de tekrar basılan “Trabzon Şehrinin İslâmlaşma ve Türkleşmesi 1461-1583“ adlı eseri Trabzon’un fethi ve sonrasıyla ilgili kaynak kitap niteliğinde olduğunu ilgililer bilirler. Daha önce “Lowry’nin bagajından Trabzon’a bakmak” başlıklı yazımızda eserinden ve Osmanlı ile ilgili değerlendirmelerinden bahsetmiştim. ABD’de Princeton Üniversitesi’nde Osmanlı ve Modern Türk Tarihi Profesörü olarak çalışan H. Lowry, ülkemizde de Üniversitelerde ders verdi. Halen de gelip gidiyor. Osmanlı tarihi, şehirleri ve bazı önemli olayları ile ilgili birçok eseri var. Bazıları henüz daha Türkçeye çevrilmedi.

Kendisiyle, Ankara’da 27 Mart 2001 günü İsmail Hacıfettahoğlu, M. Ulvi Saran, Hüseyin Albayrak ve A. Mesut Düzenli ile birlikte başta Trabzon olmak üzere Osmanlı ile ilgili uzun ve zevkli bir sohbet de etmiştik. Hatta o sohbette, yanımda bulunan Tahrir Defterlerinin Of ile ilgili kısımlarına uzaktan baktığında bile “elması nerede görürse görsün tanıyan bir sarraf bilirkişiliği”yle önemli şeyler söylemişti. Ne yazık ki Osmanlı paleografyasına böylesine bir hakimiyet yerli tarihçilerimizde yok. O sohbette tuttuğumum notlarıma baktığımda, Lowry; “Ben yakın zamana kadar denizden Selaniğe uzaktan baktığımda 38 tane cami minaresi sayıyordum. Bugün bir tane yok. Hepsini imha etmişler.” demişti.

Yazımızda sözkonusu edeceğimiz Lowry’nin iki kitabı Bahçeşehir Üniversitesi’nce yayınlandı. Bu kitaplar: “Osmanlı Döneminde Balkanların Şekillenmesi” ve “Osmanlıların Ayak İzlerinde”. Bu iki muhteşem eserin ikincisi, sözkonusu sohbetimizde bahsi geçen Yunanistan’daki Osmanlı eserleriyle ilgili. Kitabın alt başlığı da: “Kuzey Yunanistan’da Mukaddes Mekânlar ve Mimarî Eserleri Arayış Yolculukları” adını taşıyor. Gözlerden uzak, ancak özel olarak ilgilenenlerin bulabilecekleri bu kitaplar da kaynak kitap niteliğinde.

Prof. Lowry ile 2002 yılında bir dergide yayınlanan söyleşinin başlığı, Osmanlı ile ilgili makro bakışını ortaya koyuyor. O başlık şu: “Osmanlılar’ı 600 yıl ayakta tutan Vergi Sistemi ve Adalettir!” Aynı söyleşide, Osmanlı’nın “gen”lerine ilişkin Süleymaniye külliyesi’nin yapılışı ile ilgili şu ilginç olayı naklediyor:

“… nasıl bugün bir bina inşa edilirken onun en mühim olan kısmı temelse, Osmanlıların niçin 600 sene 17., 18. Yüzyıllardaki büyük çalkantılara rağmen ayakta kaldığını bu sağlam ve akılcı temelleri açıklıyor. Bunun çok güzel bir fıkrası vardır, Kanuni, Süleymaniye Camiini yaptırırken Mimar Sinan "ben bunu 5 sene içinde tamamlayacağım" der. Kanuni Mimar Sinan’ın bazı hassasiyetleri olduğunu bildiği için inşaata hiç gitmiyor, ama haber alıyor. Birinci sene sonunda taş bile konmamış. İkinci sene sonunda soruyor duvarlar daha sıva. Meraklanıyor, bir gün ata biniyor, gidiyor inşaat sahasına, Sinan’a bunun nasıl biteceğini soruyor. O da binanın en önemli kısmı olan temellerin bittiğini, bundan sonraki işin çok kolay olduğunu söylüyor…”

Konuyu dağıtmadan Lowry’nin oldukça kapsamlı iki kitabından birkaç paragraf alıntı yaparak yazımızı sürdürüp sonlandıralım:

Önce 2008 yılında basılan “Osmanlı Döneminde Balkanların Şekillenmesi”nden:

“Boyutları bağlamında bu çalışma, ‘Osmanlı Arkeoarşiv Tarihi’ veya ‘Mimari-arşiv Tarihi’ diye nitelendirebileceğimiz konunun yeni bir alt-alanına katkı niteliğindedir; bununla, fiziksel kalıntıların bugüne kalan belgesel delillerle birlikte değerlendirilmesi kastedilmektedir; bu değerlendirme, başka türlü karanlıkta kalacak olan bir dönemi anlamamız için bir araç olabildiği ölçüde amacına da erişmiş olacaktır. “ Lowry, 19. yüzyıl İngiliz tarihçisi Thomas Macaulay’ın ‘Tarih’le ilgili sözlerinden bahseder: “Mükemmel bir tarihçi, anlatımını etkileyici ve pitoresk kılabilmek için yeterince güçlü bir hayal gücüne sahip olmak zorundadır. Bu hayal gücünü, bulacağı malzemeden memnuniyet duyabilecek ve detayları kendi eklemeleriyle tamamlamaktan kaçınabilecek kadar mutlak anlamda kontrol edebilmelidir. Meselelerin özüne inebilen ve usta bir düşünür olmalıdır. “ Lowry, haysiyetli bir aydın tavrıyla girişteki sözünü şöyle tamamlar: “Ben, anlatı alanındaki yanlışlarımın çok iyi bilincindeyim ve sadece okurun beni spekülatif alanda da fazla ileri gitmiş saymamasını umut edebilirim. Mükemmeliyete gelince, bu erişilmesi mümkün olmayan hedefin sadık kaldığım tek ölçütü, kuzey Yunanistan’ın dağlarında ve ovalarında, 15. yüzyıl Osmanlı yazılı kaynakları ve buralara ek olarak erken dönem seyyahların yazdıkları arasında dolaşırken izlediğim yolun, arkadan geleceklere bir şekilde yardımcı olması umududur. “

Yedi bölümden oluşan kitabın bölüm başlıklarını saymakla yetinelim: “1. Hacı Evrenos’un Ayak İzlerinde: 14. Yüzyılda Batı Trakya’nın Osmanlılar Tarafından Fethinin Yeni bir Yorumu. 2. Yunan Topraklarında İmaret’lerin ve Zaviye’lerin Rolü. 3. Selanik’teki Yedi Kule Kalesi: Kentin Fetihten Sonraki Tarihi Üzerine Bize Anlattıkları. 4. Osmanlı Mimari Mirası ve Batı Makedonya’daki Siroz Kentinde Ekonomik Hayat. 5. Osmanlı Zihne’sini Arayış: Arkeoloji, Tahrir Defterleri ve Kuzey Yunanistan’ın Tarihinin Kaynakları olarak Seyyahların Anlattıkları. 6. İbrahim Paşa ve Osmanlı Kavala’sının Kuruluşu. 7. Osmanlı Hamam Kültürü: Ya da Makedonya’da Az Bilinen İki 15. yüzyıl Osmanlı Kaplıcası.”

Kitapta Lowry’nin son cümlesi: “Bunlar, aynı zamanda Osmanlı Balkanlarının şekillenmesine ilişkin fiili gerçeği kavrama konusunda da bizi bir adım daha ileri götürmektedir.”

Lowry’nin ikinci kitabı “Osmanlıların Ayak İzlerinde”; bu yıl (2009) yayınlandı. Eserin önsözünde Prof. Lowry şöyle diyor:

“Balkanları odak noktası olarak seçmemin belirleyici öğesi, sık sık gözdten kaçırılan bir tarihsel gerçek oldu: Bu, Osmanlıların bir varlık olarak Anadolu ve Müslüman Doğu’yu egemenlikleri altına almalarından çok önce, Balkanlar’da belli bir olgunluğa erişmiş olmaları idi…. Seyahatlerim boyunca, olabildiğince geniş bir alanda hareket etmem sayesinde, Yunanistan’da karşıma çıkan Osmanlı Egemenliğine ait her bir fiziksel izi kelimenin tam anlamıyla inceledim. Bu da, 1350-1550 döneminden kaldığı açıkça bilinen eserlerin yanı sıra, bölgede tesbit edebildiğim, günümüze kadar gelmiş Osmanlı dönemi eserlerinin neredeyse her birini tek tek ziyaret ettiğim, haklarında notlar aldığım ve fotoğraflarla belgelediğim anlamına geliyor. Mahalli mimari kalıntılardan 1890’larda Sultan II. Abdülhamid tarafından yaptırılan istasyonları hala kullanımda olan demiryolu sistemine, çeşmelerden kemerlere ve hamamlardan, günümüzde (çoğu kubbeli Osmanlı havuzları ile hala kullanımda olan) spa otelleri olarak işletilen kaplıcalara kadar.

Geçtiğimiz yüzyılda Hristiyanlaştırılmış olan (ya da duruma göre tekrar Hristiyanlaştırılmış olan ) Osmanlı (cami olsun, türbe ya da dergah olsun) mukaddes mekanlarını aramak ve akıbetlerini kayda geçirmek hususuna özellikle özen gösterdim. Bu ilgi, 20. yüzyılın başlarında, bu tür mekanların bir medeniyetten diğerine “aktarımı” fenomenini inceleyen ilk araştırmacı İngiliz arkeolog F.W.Hasluck’ın çalışmalarına karşı çok uzun bir süredir beslediğim hayranlıktan kaynaklanıyor. Seyahatlerim süresince, ben de benzer bir şekilde, yüzyıllar boyunca Müslüman mekanları olarak nitelendireceğimiz, bazıları insan yapımı (camiler, türbeler, dergahlar ve imaretler) ve bazıları da doğal yollarla meydana gelen diğer (tarihi ağaçlarla bezeli mesire alanları gibi) nisbeten yüksek sayıdaki bu tür mekanların aynı şekilde bir Hristiyan adı altında günümüze kadar nasıl ulaştığı üzerine odaklandım…” diyer ve girişini şöyle sonlandırıyor: “Burada ele alınan mekanların bir kısmı, daha önceden biliniyor olsa da, şaşırtıcı düzeyde büyük bir kısmı, burada ilk kez sunuluyor..”

Lowry’nin sunumuyla Osmanlıların Balkanlar (Kuzey Yunanistan)’da şimdi yok edilen mukaddes mekânlarını okuyoruz. Eser, 3 kitap ve 25 bölümden oluşuyor. Bazı bölüm başlıkları: 1. Yunanistan ve Türkiye arasında 1923-1924 yıllarında gerçekleştirilen Mübadele Sonrasında Tahkir ve Tahrip Edilmiş Müslüman Mukaddes Mekanları. 2. Hristiyanlar Tarafından Ziyaret Edilmekte Olan Müslüman Kutsal Mekanları. 3. Ortaklaşa Kullanılmakta Olan Kutsal Mekanlar. 4. Yeniden İcat Edilmiş veya Tekrar Kullanıma Açılmış Kutsal Mekanlar. 5. Şehir İçindeki Değişim Geçirmiş Kutsal Mekanlar. 6. Kırsal Kesimlerdeki Değişim Geçirmiş ya da Terk edilmiş Kutsal Mekanlar….”

Lowry’nin Türkçeye aktarımı da mükemmel bu iki önemli kitabı, Osmanlı dönemi Balkanlarla ilgilenenler için kaynak niteliğinde…

Osmanlı Trabzon’unu Prof. Lowry’den okuduğumuz gibi, Osmanlı Balkanları’nı da Lowry’den okuyoruz. Hem de mükemmel bir şekilde. Kimi tarihçilerde olmayan, gösteremedikleri hassasiyet çerçevesinde. Yerli tarihçilerimiz ne der bu işe?

(Günebakış, 12 Ağustos 2009)

SÜRMENE'NİN "TEKNE"Sİ...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Hayatının büyük kısmını yurtdışında geçirmiş, Wisconsin Üniversitesi Emekli Profesörlerinden Osmanlı tarihçisi Kemal Karpat, “Dağı Delen Irmak” kitabının girişinde şunları söyler:

“İnsanlar denize doğru akan nehirlere benzerler. Nehir gibi belirli mecralardan yürürler, yaşarlar ve bir yerde sonsuz denizlere erişirler. Ama bazıları herkesin gittiği yolu bırakıp başka yoldan yürümek ister. Nehirlerde de bazen ayrılan, kendi yolunu arayan ırmaklar vardır. Kendi yolunu açar ve akar gider ırmak, dağlara, tepelere çarpıncaya dek… Irmak vardır, dağın üstünden atlamak istercesine kayalara çarpar, suları köpürerek yükselir, sonra gerisingeri düşer bir an, durgunlaşır. Sonra dağı kucaklayarak, öperek etrafında dolaşır ve sonra denize akar, gider…”

İlk sayısı 2004 yılı sonunda yayınlanan “Tekne” dergisinin en son bana ulaşan 17. sayısını (Temmuz-Aralık 2008) okuyunca Prof. Karpat’ın bu enfes cümlelerini hatırladım. Çok ilginçtir ki Tekne, Trabzon’un Sürmene’sinden adeta “dağı delen ırmak” gibi yayınını ısrarla, kararlılıkla sürdürüyor. Daha da ilginci, Sürmene Lisesi’nden yayın yapıyor. Yayın Yönetmeni Hakan Sümer’i bu her şeyiyle mekemmel dergi için takdir ve taltif etmek, teşekkür etmek her Trabzon’lunun üzerine bir borç olsa gerek. Yerel tarih, yerel kültür, yerel sanat kaygısı taşıyanların tabii. Takdirin ötesinde üzerlerine düşen başka borçlar da var. Derginin yaygınlaşmasını sağlamak gibi…

Grafik düzen, şekil, fotoğraf baskısı, karikatürler, desenler, muhteva, seçilen belge ve fotoğraflar ve kullanılan harf karakterlerine kadar herşey itina ile, özenle “tekne”ye yerleştirilmiş. Tekne adeta bir müzede gezdiriyor bizi. Okudukça, hafızalarımızı gerilere götürüyor ve müzeyi yaşanılır kılıyor.

Yerel kültür, “yer etmiş” kültürdür. Ağırlığını “yer”inde muhafaza eden, saklayabilen kültürdür. Tarihi süreç daha çok, nasıl “yer ettiği”ni değil, nerelerde yer ettiğini ortaya koyuyor. Sürmene’nin “Tekne” sayesinde “yerel kültür”ünü daha bir yerleştirdiğini, tahkim ettiğini görüyoruz. Şüphesiz bu tahkimât, yerel kültür derdi ve zevki olanlar için… Trabzon’un yerel tarihî-folklorik, vs. motiflerine ayna tutan “Tekne”, ülkemizin yayın hayatının tek “yerel kültür” dergisi..

Böyle bir derginin ulusal ölçekte bile bu güzellikte çıktığına şahit olmadım. İddia etmiyorum, çünkü iddia ispatı gerektirir. Ortada ispat istemeyen bir gerçek var. O da şu: Böylesine her şeyiyle kaliteli bir süreli bir yerel yayına rastlamadım. Olduğunu da zannetmiyorum. Bu köşe yazısında derginin neresinden “alıntı” yapmayı bile kestiremiyorum. Çünkü heryeri aynı kıymette ‘değer’ler taşıyan muhtevaya sahip… Çıktığı yer, çıkaranlar ve dergiye bakınca “eleştirilecek tarafları da var…” gibi bilgiçliklere kapıları kapadığımızı da belirtelim. Sadece; yerel geleneklerin günlük yaşamdaki “İslâmî formları”na da yer ve ağırlık vermeleri, güzelliklerine zenginlik katar diye düşünüyorum.

Bilmiyorum, ama zannediyorum ki, derginin yazarlarının büyük çoğunluğu Sürmene Lisesi talebeleri… Öyle yazılar yazıyorlar ki; Sürmene’yi de aşan bir kılcal “yerel kültür” damarlarını mâhirce ortaya çıkarıyorlar. Çalışkan, üretken bir ekip görüntüsü veriyorlar…

Bu Sürmene ne “velûd” yâni “doğurgan, verimli” yermiş yahû ! İlk hatırıma gelen Sürmene’nin Yılmazlar (Holomezere) köyü-beldesi’nden çıkan kadîm dostum-gönüldaşım Dr. Hasan Karaman başta olmak üzere daha birçok Sürmene’li var. Prof. İlber Ortaylı bazı isimlerle birlikte Dr. Hasan Karaman’ı vesile ederek Holomezere ile ilgili bir yazı da yazmıştı ulusal bir gazetede. Yazısında şunları söylemişti:

“Sürmene'nin köylerinden Yılmazlar, eski adı Holomezire... Karadeniz'in sevimli, çalışkan ve hareketli bir halk topluluğu orada yaşıyor… Çocuk okutmaya meraklı bir köy; gençler zeki, çalışkan… Köyün havası, suyu, yiyeceği temiz… Bu çizgilerin dışında köy halkının bir ortak özelliği var; köyün gençleri harama el sürmeyen takımdan… Demek ki, bu cemaat namusu, bir an’ane teşekkülüne neden oluyor ve insanlar dürüstlüğü, her şeyden önce ailede ve köyde öğreniyorlar… Sürmene’nin bu müstesna çocukları, muhalif ve muvafık, kendilerinin hiç tanımadığı onbinlerin sevgisini kazanıyorlar…”

Demek ki Sürmene’de böylesine bir “kültür geni” var. Bu “gen” Tekne dergisiyle farklı bir tarafıyla kendisini dışa vuruyor. Hem de (öyle zannediyorum ki) sınırlı imkânlarını zorlayarak, aksatmadan yayınını sürdürüyor.

Yerel ölçekte başta Trabzon Valiliği, Belediyesi, üniversitesi olmak üzere; ulusal ölçekte de Kültür Bakanlığının acaba Sürmene’nin Tekne’sinden haberi var mı? Yoksa, çok ayıp ! Varsa, Tekne ile ilgili neler yaparlar acaba? Bilemiyorum. Bildiğim şey (yanıldığımı sanmıyorum, yanılmayı dilerim) herhangi bir haberlerinin olmadığıdır. Olsa bile destek anlamında bir şey yapmadıklarıdır !

Nerdesiniz Of’lular, Çaykara’lılar, Arsin’liler, Yomra’lılar, Araklı’lılar, Maçka’lılar, Tonya’lılar, Akçaabat’lılar, Vakfıkebir’liler, vs. vs. Trabzon’u bir yıldız kümesi gibi kuşatan ilçelerinin ilgilileri, meraklıları, sevdalıları ? Sizin tekneleriniz nerede? Sizin de, hafızalarınızı, hatıralarınızı, zenginliklerinizi okyanuslara taşıyacak teknelere ihtiyacınız var ! Sürmene, “Tekne”siyle arayı epey açtı. Ona yetişmek zor. Yetişsek bile, bizden önce epey devir yaptı.

Tekne’nin bana ulaşan son sayısında “bu tekne daha çok yol alır” diye bir yazı başlığı var. Öyle görünüyor. Biz de şöyle diyelim: “Bu tekne daha çok yol almalı!” Ancak, yol alması için gerekli yakıtı esirgememek gerekiyor.

Yazımızın başında aktardığımız Prof. Karpat’ın cümlelerini deforme ederek Sürmene’nin Tekne’sine uyarlayalım:

“Tekneler denize doğru akan nehirlere benzerler. Nehir gibi belirli mecralardan yürürler, yaşarlar ve bir yerde sonsuz denizlere erişirler. Ama bazıları herkesin gittiği yolu bırakıp başka yoldan yürümek ister. Nehirlerde de bazen ayrılan, kendi yolunu arayan Tekne’ler vardır. Kendi yolunu açar ve akar gider Tekne…”

Enfes fotoğraflar, enfes muhteva, enfes grafik düzeniyle “Tekne”yi takip etmek, “yerel kültür”üne sevdası olan her Sürmene’li/Trabzon’lunun görevi…

Tekne için son söz:
(Başta Genel Yayın Yönetmeni Hakan Sümer olmak üzere)

Genç kardeşlerimi tebrik,
Gayretlerini artırmaları için teşvik,
İlgilenenleri daha derin tetkik,
İlgilenmeyenleri de tenkit etmek işin alfabesinden olsa gerek…

Trabzon’da daha nice Sürmene’nin Tekne’si benzeri “tekne”ler var ummana çıkmayı bekleyen, diye düşünüyoruz. Sürmene’lilerin çabası, azmi onları kışkırtmalı !

Bir Sürmene-Of fıkrasıyla bitirelim:

Bir Of’luya işe girmek için ilkokul diploması lazım olur. Milli Eğitime müracaat eder. Sınav günü komisyonun karşısına gelir. Çeşitli sorular sorulur, o da hepsine cevap verir. Komisyon son bir soru daha sorar: “Yazıyı ilk defa kim buldu?”. Of’lu düşünür, düşünür bilemez. Komisyon üyelerinden birisi karşısındaki Of’luya sessizce “Sümerler” diye fısıldar. Of’lu “tamam anladım” anlamında başını sallar ve cevar verir: “Yaziyi Sürmeneliler puldi!” der. Komisyon şaşkın şaşkın birbirine bakar. Komisyon başkanı “Olur mu kardeşim, yazıyı Sürmene’liler mi buldu, bir daha düşün ?” der. Bizim Of’lu bunun üzerine hayretle şöyle cevap verir: “Yoksa oni da mi Of’lilar puldi?”

Sürmene’lilerin “Tekne”sinde birçok “ilk” bulunuyor. “Futbol cinneti”ne tutulmuş Trabzon basının üzerinde durmadığı, adeta görmezden geldiği “Tekne”ye uzun ömür diliyoruz.

17 sayıdır yoluna devam eden Tekne’ye www.teknedergi.com, “Sürmene Lisesi, Sürmene-Trabzon” adresi ve “0462.7461093” no.lu telefondan ulaşabilirsiniz.

(5 Ağustos 2009)