24 Kasım 2009 Salı

“DERSİM FACİASI”NI NECİP FAZIL’DAN OKUMAK…

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Hükümetin “Demokratik Açılım” projesinin meclis gündemine taşınmasıyla devam eden tartışmaların boyutu, CHP’li Onur Öymen’in 10 Kasım 2009 günü TBMM’de “Dersim’de olanlar”la ilgili sözleriyle birdenbire gündemimizi değiştirdi ve “Dersim’de yapılanlar” üzerinde tartışmalar, yorumlar başladı. Öymen konuşmasında; ‘anaların bir daha ağlamaması’ gerektiğini söyleyenlere karşı “Şeyh Sait isyanında analar ağlamadı mı, Dersim isyanında analar ağlamadı mı?” sözleriyle Devletin çıkarları sözkonusu olduğunda “anaların ağlamasının normal olduğu”nu dile getirmişti. Büyük tepkilere neden olan bu sözler üzerine, bazı gazete yazarları “O kadar ki “Son Devrin Din Mazlumları”nda Üstad Necip Fazıl’ın “tarihte bir benzeri gösterilemez” diyerek katliamın ayrıntılarını anlatmasına rağmen CHP’li Onur Öymen sahip çıkıncaya kadar Türkiye’deki dindarlar Dersim’de olan bitenle pek ilgilenmedi.” Diyerek, kimi yazarlar da “Üstad Necip Fazıl Dersim katliamlarıyla ilgili şu satırları yazarken ne kadar yalnız bir adamdı” diyerek olayların Necip Fazıl yorumuna vurgu yapıyordu.

Peki Necip Fazıl Dersim için neler söylemişti? Bu vesileyle Dersim’i Necip Fazıl’dan okumak, “doğru bir okuma” olacaktır.

Üstad Necip Fazıl, önce 27 Ocak 1950 , 3 Şubat 1950 ve 10 Şubat 1950 tarihli Büyük Doğu dergilerinde ayrıntılı olarak “Vesikalar Konuşuyor” ana başlığıyla, “Tarih boyunca gelen faciaların en büyüğü DOĞU FACİASI” adı altında, sonra da kitaplaşmış şeklini Son Devrin Din Mazlumları isimli eserinde anlattığı Dersim olaylarını ‘taammüden:tasarlayarak” hazırlayan şartları evvelâ Şeyh Said’in şahsında yakıcı ve vurgulu bir şekilde, abartmadan, şair-mütefekkir kalemiyle anlatır ve “Dersim hadisesiyle insan kanından kıpkızıl akacak olan Murat Suyu iklimlerine bir göz atalım..” der.

Üstad yazılarına “Bir gün tarihin hesap soracağı meselelerin en başında bir faciayı çerçevelemek” diye başlar ve “…Bu, 12-13 yıl önce Atatürk devrinde, evvelâ İsmet İnönü’nün Başvekil ve Fevzi Çakmak'ın Genel Kurmay Başkanı bulunduğu zaman girişilip sonra Celâl Bayar'ın Başvekilliğinde efsanevî şaheserine kavuşturulan ve başlıca mesuliyeti bu son iki şahıs üzerinde toplanan kanlı Dersim hareketidir...” şeklinde bir tesbit yapar ve elindeki belgelerden yola çıkarak bu faciayı kaleme aldığını söyler:

“Dosyası vesika dolu olan ve bunları rastgele insiyakî bir şevkle değil, muayyen bir plân ve programla ortaya atan muharririniz, her mesele ve dâvayı, zaman ve mekânına, kıymet ve tesirine, birbirini tamamlayıcı değer ve ehemmiyetine göre sıralarken, Doğu Anadolu bölgesine ait bu faciayı en büyük çapta merkezî ve esasî dâvalardan biri olarak takdim eder…”


Necip Fazıl, “Son Devrin Din Mazlumları” kitabının önsözünde de “Devreler ve bir tesbit” başlığı altında, Tanzimat ve Meşrutiyetle başlayan “ruh kökünü çürütücü faaliyetler”in doğrudan tecelli zeminine ilişkin şöyle bir tesbit yapar: “ İslamiyet’e karşı düşmanlık büsbütün resmi ve aleni plana çıkamaz, daima tutuk ve kekeme bir zemin üzerinde cereyan eder ve tam tezahürünü bulmak için Cumhuriyet yıllarını bekler... "

Üstad Necip Fazıl, insanın idrakini ve vicdanını çatlatacak Dersim Faciasının ayrıntılarını şu şekilde anlatıyor :

“..Dersim isimli vatan parçasında cereyan eden bazı münferit şekavet ve isyan halleri, bunların tedip ve tenkili bahanesiyle bütün o bölgenin, bütün masum sekenesiyle kökünden kazınması gibi bir harekete vesile olmuş; ve birkaç yüz veya birkaç bin sergerdenin kanuna zıt vaziyeti, on binlerce sâf ve masum müslümanın, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil, ısırgan otu yolunur gibi doğranması işinde sebep(!) rolüne çıkarılmıştır.

O zamanki hükümetin, o bölgede bir türlü tesis edemediği huzur ve bir türlü kök saldıramadığı rejim kaygısı, nasıl böyle bir harekete cevaz bahşedebilir ki, böyle olunca, bir babanın terbiye edemediği çocuğunu öldürmesi ve bir öğretmenin ders anlatamadığı talebesini zehirlemesi lâzım gelir. Kaldı ki, baba, kusurlu çocuğuyla beraber onun etrafındaki günahsız seyirci çocuklarını; ve öğretmen, bütün sınıfını zehirleyecek olursa, bu, tarihî itisafların en büyüklerinden biri olur.

Üstelik, öldürülen çocuklarla zehirlenen talebeler, masum örnekleriyle, gaye bakımından tamamen haksız olarak ve hattâ hak kendilerinde olduğu ve kendilerinde yaşayan hak plânının ortadan kaldırılması icap ettiği için yok edilecek olurlarsa buna ne buyrulur?

Buna hiçbir şey buyurulamaz! Ancak şöyle denebilir: “Her soydan insan oğlunun her mezhepten hayatı boyunca bundan daha büyük zulüm ve günah görülmemiştir!!!

En aşağı, 50 bin Müslümanın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından, kalın hatlarıyle bir harita gibi çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve manasıyle tesbit ettiğimiz bu facianın, tarihte bir benzeri gösterilemez.”

Babalarını arayan ve yanına gitmek istediklerini söyleyen iki masum çocuğun Hozat Kaymakamı tarafından süngületilerek babalarının yanına gönderilmesi…

Kendisinin öğretmen ve köy halkıyle alakasız bir şahıs olduğunu iddia ederek alevler içinden fırlamak isteyen bir gencin, kalasla itilip alevler içine atılması ve karşısında sigara içilmesi… Buğday sapları üstünde yakılan, daha evvel kurşunlanmış bütün bir köy halkı…

Annesinin karnından sivri uçlu aletle çıkartıldıktan sonra yaşamakta devam eden ve hala topuğunda bu sivri uçlu aletin izini taşıyan çocuk…

Bir dere içinde boğazlanan ve bu fiili yerine getiren celladın bulunması bir hayli zorluğa yol açan yirmi masum…

Ve buna benzer daha neler, daha neler !...”

Üstad, olaylarla ilgili yakıcı hükmünü koyar:

“Cesetleri değil, manaları muhakeme ve idam eden tarih, bakalım bu 50 bin çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil Müslüman cesedine karşılık kaç ferdin manası üzerinde ebedi idam kararı verecektir? “

Necip Fazıl, olayların sorumluları için tarihin vereceği karar için de “Cesetleri değil, manaları muhakeme ve idam eden tarih, bakalım bu 50 bin çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil Müslüman cesedine karşılık kaç ferdin manası üzerinde ebedi idam kararı verecektir? “ diyor.

3 Şubat 1950 tarihli Büyük Doğu Dergisi’nde “DOĞU FACİASI” başlığıyla devam ediyor Necip Fazıl:

“Aşağıdaki örnekler, üzerinden dağ gibi bir silindir geçmiş ve kanlı bir pestile dönmüş bir vücuda ait öyle kan pıhtılarıdır ki, vücudun ne çektiğini ifade etmek bakımından son derece veciz birer sembol mahiyetindedir. Her şey bunlara kıyas edilerek, on binler çapında mikyaslandırılabilir.

Örnekler

1- Elâzığ ortaokulunda okuyan iki çocuk... Tatili geçirmek üzere memleketleri olan Hozat'a geliyorlar ve facianın tam üstüne düşüyorlar. Hozat yakınlarındaki (köyün ismi vesikada okunamamıştır) A köyüne geldikleri zaman babaları Yusuf Cemil'in öldürtülmüş olduğunu öğreniyorlar. Ana baba günü... Çocuklar birkaç gün dağda ve kırda başıboş dolaştıktan sonra Hozat Kaymakamına başvuruyorlar: “Babamızı suçsuz olarak öldürttünüz; bari bizi bir tarafa gön-derin de başımızı sokacak bir yer bulabilelim!”... Aldıkları cevap şudur: “Şimdi sizi rahat edebileceğiniz bir yere, babanızın yanına göndereceğiz!”... Çocuklar odadan sürükletilerek çıkartılıyor ve jandarma muhafazasında gittikleri yolda süngületiliyorlar. Böylece babalarının yanına gönderilmişlerdir.

2- Her evi ayrı ayrı tutuşturulduktan sonra dört bir etrafı ayrıca çalı çırpı içine alınıp alev alev yakılan bir köyden, deli gibi bir adam çıkıp, çalı yığınları gerisinde manzarayı seyredenlere doğru ilerliyor ve haykırıyor: “Durun, ben köy ahalisinden değilim! Muallimim! Müsaade edin, kendimi size ispat edeyim!” Fakat sözüne mukabele, bir kalasla itilerek alevler içine atılması oluyor. Adam, evvelâ göğsünün kılları tutuşarak alev alev yanarken, çalı yığınları gerisinde-ki âmir, zevk ve istihza ile sigarasını içmektedir. (Bu vaka, 1944 yılında, Eğridir'de, kaynağımız olan zata, resmî şahıslar huzurunda, yanan adama karşı sigarasını zevkle içtiğini söyleyen âmirden bizzat dinleyenlerce anlatılmıştır.)

3- Birinci maddedeki Yusuf Cemil’in köyünden 200 kadın ve çocuk öldürtülmüş ve bunların cesetleri buğday sapları üzerinde yakılmıştır. Öldürülenler arasında, Elâzığ’da askerliğini yapan ve o sırada izinli olarak köyünde bulunan Rüstem adında biri de vardır. Bu zavallı, mezun olduğunu ve isterlerse hüviyet ve izin kâğıdını da gösterebileceğini söylediği halde derdini dinletemiyor ve dört çocuğu ile seksenlik anası arasında, onlarla beraber, kurşunlanıyor.

4- Hozat'ın Karaca köyünden Cafer oğlu Kasım... Bu adam, o tarihten 30 sene kadar evvel Amerika’ya gitmiş, orada 15 yıl kalmış, epeyce para kazanmış ve sonra köyüne dönmüştür. Kasım, Amerika dönüşünde, Birinci Dünya Harbinde Kafkas cephesi Köprüköy muharebesinde şehit düşen kardeşi Yüzbaşı Şükrü'nün iki çocuklu dul karısı Şirin Hatunla evlenmiş, Hozat'a gelip yerleşmiş, orada bir mağaza açmış ve ticarete başlamıştır. Hükümetle de bazı taahhüt işlerine girişmektedir. Dersim hareketi esnasında, işbu Cafer oğlu Kasım, taahhüt bedelinden alacağı olan 6000 lirayı tahsil etmek üzere Ovacık Kaymakamlığına müracaat ediyor. Muamelesini tekemmül ettirip parayı kendisine veriyorlar. Muamele biter bitmez “Seni Hozat'tan çağırıyorlar!” diyerek, onu mahfuzen yola çıkarıyorlar. Cafer oğlu Kasım, kasabadan ayrıldıktan bir saat sonra jandarmalara öldürtülüyor. Koynundaki 6000 lira da, iki alâkalı idare âmiri arasında taksim ediliyor. (İsim ve hüviyetleri dosyalarımızda mahfuzdur.)

Zavallının zevcesi Şirin Hatun, o esnada, dört çocuğuyla birlikte, komşularına oturmaya gitmiştir. Kadın, evine döndüğü zaman bir de görüyor ki, kapısı kırılmış ve bütün eşyası etrafa dökülüp saçılmıştır. Haykırmaya başlıyor: “Yetişin, evimize eşkiya girdi!”... Bu feryadına karşılık olarak kadın, kapısının önünde, çocuklarıyla beraber öldürülüyor ve dolgun miktarda altını, parası ve eşyası yağma ediliyor.

5- Bu aralık Hozat'ın Zımbık köyünde (Şekspir)in hayaline bile taş çıkartacak bir vaka cereyan etmektedir. Erkekleri tamamiyle doğranmış olan köyün 100 kadar kadın ve çocuğu, sivri uçlu âletle öldürülüyor. Öldürülen kadınlar arasında biri, doğurmak üzere bir gebedir. Bu kadının karnına giren sivri uçlu alet, barsaklarını yere döküyor, rahmini parçalıyor ve kendisini öldürüyor. Tehlike geçtikten sonra gizlendikleri yerden çıkan birkaç kadın, ölüleri gözden geçirirken, bu kadının rahminden düşen çocuğun sağ olduğunu dehşetler içinde görüyorlar. Muazzam bir kader cilvesi olarak yaşamakta devam eden çocuğu alıyorlar, emzirtip büyütüyorlar ve ona “Besi” adını koyuyorlar. Bu kız bugün hâlâ aynı köyde ve hayattadır. Sivri uçlu âlet annesinin karnına girip rahmini deldiği zaman da onun topukçuğunda bir yara açmıştır; ve kız hâlâ bu yarayı topuğunda taşımaktadır.

6- Hozat’ın Dolantanır köyünden Veli isminde bir genç, Elazığ Muallim Mektebinde okuduktan sonra öğretmen olarak Trakyaya gönderilmiş, orada evlenmiş, 3 çocuk sahibi olmuş ve tam da Dersim hareketi başlamak üzereyken, karısı ve çocuklarıyla, yaz tatilini geçirmek üzere köyüne gitmiştir. Genç muallimin köyü, erkekli ve kadınlı, çocuklu ve ihtiyarlı doğranırken, kendisi, karısı ve çocukları da aynı akibete mahkûm edilmiş ve cesetleri yakılmıştır.

7- Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta… Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Vaziyet birden haber alınıyor. Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız masumlara silâh kullanamıyacaklarını söylemeğe mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet, en kara yüzlü çingeneden daha karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir dere içinde titreşe titreşe bekleyen 20 masumun işi bitiriliyor… "

Üstad Necip Fazıl Dersim trajedisini tek cümle ile özetliyor:

“Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur.”

Ve tarihin benzerine şahit olmadığı katliam, vahşet ve dehşetin sorumluları için şunları söylüyor:

“Celal Bayar’ın Başvekil ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay Başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim faciası, bütünleştirilmesini okuyucularımın hayaline ve istikbaldeki tarihçinin kalemine bıraktığımız birkaç teferruat çizgisi halinde budur ve her tavsifin üstündedir.”

Üstad, görünür sebepleri ne olursa olsun, Dersim trajedisinin gerçek sebebini şöyle açıklar:

“Dayandığı tek sebep de birtakım asayişsizlik ve itaatsizlik bahanesi altında, bütün Doğu Anadolu’yu kapsayıcı olarak, o mıntıkanın bir türlü sulandırılamayan koyu İslâmi rengidir.”

Büyük Doğu Dergisi’nde Dersim Faciasıyla ilgili yazılarının son bölümü olan 10 Şubat 1950 tarihli yazısında da Üstad şunları söylüyor:

Netice

1- Evvelki yazımızda, vesile ve şekil noktasından cihan tarihinde eşsiz olarak, on binlerce halis Türk ve Müslüman kanına giren kanlı ve tüyler ürpertici Dersim faciasının “giriş” yazısını takdim etmiş; geçen yazımızda da bu facianın korkunç ve insan ruhunu harap edici örneklerini vermiştik. Şimdi bu örneklerin, bir çuval içinde yalnız numûnelik birkaç pirinç tanesinden ibaret olduğunu kaydederek netice tablosuna geçelim...

2- Vatanın doğu mıntakasının batısına düşen ve sarp tabiat mânalarıyla çevrili olarak şimalde Munzur sıra dağları, şarkta Perisuyu, cenupta Murad suyu ve batıda Fırat nehri çerçevesine giren bu topraklar, Osmanlı İmparatorluğundan beri, gerek maddî ve gerek manevî vasıfları bakımından devlete karşı daimî bir itaatsizlik ve inkıyatsızlık mevzuu olmuş, büyük ve tarihî şekavet hareketlerine sahne teşkil etmiş ve hemen her idarenin talim ve terbiye aczini ifşada başlıca rolü oynamıştır.

3- Osmanlı İmparatorluğunun inhitat devirlerinden başlayarak bu devrin çizdiği sukut grafikleriyle mütenasip olarak Dersim ve havalisinin itaatsizlik ve inkıyatsızlık edası gittikçe kızıştı. Ruhî, içtimaî ve siyasî sukutun en feci terakki hengâmesi olan Tanzimat boyunca azgın bir yara haline geldi ve Meşrutiyette büsbütün azdı. Cumhuriyet devrinde ise, eski ve müzmin yangından tüten bir kaç basit duman işaretinden başka hiçbir şey göstermediği halde, başına malum olan mukabele geldi. Bu mukabelenin mânası, bir türlü tasfiye edilemeyen, ruhî ve içtimaî müessir noktaları tedavi olunamayan ve asla tedbire kavuşturulamayan birkaç yangın ve kundak noktası yüzünden, halis bir Türk evi ve Anadolu ocağı örneğinin topyekün yıkılması ve sona ermesidir.

4- Eğer bu tarzda bir tenkil hareketi mümkün kabul edilebilseydi, onu, tanzimattan başlayarak gelen çeşitli hükümet idarelerinden her biri yerine getirebilir, hele İttihatçılar gibi pervasızlıkta ve gözü karalıkta birinci çıkmış bir idare tarzı herkesten iyi becerirdi. Fakat bunlar, her türlü zulüm veya zulümden beter yumuşaklıklarına rağmen, bir mıntıkanın ananevi isyancılarına karşılık, bütün o mıntıkayı ve bütün masum örnekleriyle ve hiçbir düşman ve “katliâm” çetesinin yapmayacağı şekilde yakıp yıkmayı hayallerinden bile geçirmemişlerdir. Zira karşılarındaki kütle, bazı uygunsuz hallere yataklık etmesine rağmen, kendisindendir, saf ve halis Türk’tür ve her teşhisin başında, aslî ve mümessil unsurlarıyla Müslümandır.

5- Nüfusu 1935 yılında sayılan veya sayıldığı sanılan Tunceli’nin yüzde doksan sekizi köylere ait 108.000 insanı, 15.000 kadarı Kürt zannedilmek ve yarısından fazlası Alevî olmak şartıyla öz Türk’tür. Kürt zannedilenler de halis dağ Türkleri, Zazalar olarak asıllarına irca edilince, Akkoyunlu soyunun, mümkün olduğu kadar iptidaî, fakat en halis bir damarından gelen Dersim halkını, tamamiyle ve yekpare Türk ve yarı yarıya Alevî ve Sünnî kabul edebiliriz. Dersim'in Alevîlik sığınağı olması, Yavuz Sultan Selimin çektiği gerçek İslâm kılıcı önünde, Şah İsmail eliyle ruhları zehirlenmiş birçok Alevî Türklerin Dersim dağlarına ve sütrelerine iltica etmiş olmasındandır.

6- Hattâ, maalesef Müslümanlığı Türkün putperest mazisine kadar zıt yollar içinde inhirafa uğratan bu Alevilerde, eski Şaman hurafelerinin izleri hâlâ ve daima tüter. Bunlar, hak dinin hakikat yolundan sapmalarına karşı, ırkî hususiyet ve anane tamamiyetini en sâf mikyasta muhafaza etmişlerdir. Sünnî olan Dersim Türklerine gelince, onlar, yine Türklüğün öz ırk cevheri üzerinde, Müslümanlığın hakikî ruh ışığını temerküz ettirmiş, en nadir hassasiyet mayasıyla içli ve derin Anadolulunun tarih boyunca gelip giden öksüzlük melalini yaşatıcı, hem Müslümanlık ve hem Türklük bakımından som ve halis iptidaî madde unsurlarıdır….

7- Irkî cephesi tamam, dinî cephesi ise ancak dindarları alâkalandırabilecek bir bölünüş ifade eden Tunceli Türklerinin 1938’de flit ve tahtakurusu tozuyla öldürülmekten daha korkunç bir metotla, ana rahmindeki çocuktan, teneşir-deki ihtiyara kadar et makinesinden geçirilmesi, her ne olursa olsun, esasen hiçbir özür kabul etmezken, en hayalî ve itibarî mânada da tek bir özre malik değildir. Sadece, halkın ruh maktalarına kadar nüfuz edemeyen eski ve âciz idarelerin, hem kesip biçemeyici, hem de kavrayıp doğrultamayıcı şaşkınlığını, yani tabiî halini, bir devrin cumhuriyet idaresi, kökünden kesip biçmek şeklinde halletmek istemiş ve bunu, ne şu ve ne bu maksatla, fakat sadece Anadolu’nun göbeğinde yaşayan ve inkıyat tanımayan muhafazakâr bir ruhun, etrafına örnek teşkil etmesi için yapmıştır. Gaye, bu Anadolulu ruhuna zıt umdelerin terörle sineye çekilmesini temindi.

8- Dünyada her inkılâp ve ihtilâlin az çok ve tabiî sınırlar içinde kanlı olmasına mukabil, Son inkılâp, kansızca ve açıkgözce teslim aldığı Anadolu bütününü, teslim aldıktan sonra yıldırmak(!) için Dersim’i (poligon) olarak kullanmış ve bu (poligon)un hedefleri içine, gebe kadınların çıkık karınlarına ve ağzı süt kokan çocuklara kadar en aziz eşyayı merhametsizce dâhil etmiş ve on binlerce cana kıymıştır. Böylece İnkılâp, muhtaç olduğu kanı, teessüs ettikten ve esasen hiçbir aksülâmele imkân kalmadıktan sonra nehirler dolusu akıtmakla, hakikî gaye ve maksadının iç yüzünü belli etmiştir. Bu gaye ve maksat, muhafazakâr farz edilen bir sahanın bu ruha yataklık etmesine, üstüne kezzap dökerek mâni olmaktır ki, bu ölçünün altında şahısları tedip ve tenkil etmek değil, mukaddesatı ezmek gibi bir kast ve niyet yaşadığı apaçıktır.

9- Bugünkü sahte hak ve hürriyet kahramanlarının bilfiil başında bulunduğu ve en büyük mesuliyet hissesini taşıdığı Dersim Faciası, yarının tarih savcısı elinde, büyük âmme dâvası olarak açılacak olan 1 numaralı dâva dosyasını gösteriyor. Bu dosyada 1 numaralı mesul, son 25 senelik ruhî izmihlalin 1 numaralı müessiri; 2’nci ve 3’üncü numaralılar da şanlı demokrat Celâl Bayar ile, maalesef görünüşüyle içi ve mazisi birbirine uymayan Mareşal Fevzi Çakmaktır. Öbür numaraları kaydetmeğe bile değmez.”

SONUÇ:

Kimler hangi sebebe irca ederse etsin, devletin ‘isyan’, kimi istismarcıların Seyit Rıza ve topluluğu bahane edilerek “alevi” ve ‘etnik” kaygıyla değerlendirdikleri Dersim olayları’nın Necip Fazıl’ın dilinden belgelere dayalı olarak manâsı budur ve rejimin temellerinde bulunan ‘öfkeli harçlar’dan işaretler taşımaktadır.

Kimbilir CHP’nin sahiplenmesi, Onur ÖYMEN’in savunması ve Dersim’li CHP Milletvekili Kemal KILIÇDAROĞLU ve diğer milletvekillerinin alkışlamalarının sebebi belki de Necip Fazıl’ın söylediği “o mıntıkanın bir türlü sulandırılamayan koyu İslami rengi”nden midir?

Necip Fazıl’ın “Bir kıvılcım halinde gösterdiğimiz Dersim yangınının kömürleştirilmiş 50 bin ceset”ten kesitlerle anlattığı Dersim Olayları karşısında bugün bile kılı kıpırdamayıp, aksine olanları övünçle TBMM kürsüsünde anlatan ve onu alkışlayan CHP’ye doğu ve güneydoğu halkı halâ sıcak bakacak mıdır?

Üstadın 59 yıl önce (1950) “…yarının tarih savcısı elinde, büyük âmme dâvası olarak açılacak olan 1 numaralı dâva dosyasını gösteriyor.” Şeklinde bugünün tarihçisine havale ettiği DERSİM FACİASI DOSYASI, bu vesileyle açılıyor mu dersiniz?

23 Kasım 2009 Pazartesi

18. yüzyılda bir mutasavvıf... TRABZON'LU ÇEDİKÇİ SÜLEYMAN ÇELEBİ...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Trabzon, tarihsel konumu, stratejik coğrafyası, kültürel çeşitliliği kadar sanat-edebiyat adamlarının eserlerine konu teşkil eden ‘ruhuyla’ da önemli bir şehirdir. Bunlardan Süleyman Nazif, Samih Rıfat, İ. Alaeddin Gövsa, A. Canip Yöntem, E. Hazım Tepeyran, Necip Fazıl, vs. ilk aklımıza gelenlerden. Trabzon’la ilgili düşünceleri eserlerinde kayıtlı.

Burada sözkonusu edeceğimiz, Çedikçi Süleyman Çelebi, H. 1112 (m. 1734) yılında Trabzon’da vefat etmiş, “hikmet ve muhabbet dağıtan aziz bir Mevlevî”dir.

Çedikçi Süleyman Çelebi ismine hiçbir eserde rastlanmıyor. Sadece, Türk şiirinde “Beş Hececiler” olarak bilinen edebî akımın şairlerinden Enis Behiç Koryürek’in “VÂRİDAT-I SÜLEYMAN –Çedikçi Süleyman Çelebi ruhundan ilhamlar” isimli meşhur eserine ismini veren ve eserdeki şiirleri kendisine “ilham yoluyla yazdıran” bir mutasavvıf olarak biliniyor.

Rahmetli Samiha Ayverdi’nin dostlarıyla yaptığı sohbetleri kapsayan ‘Mülâkatlar’ isimli kitabında geçen 22 Nisan 1947 tarihli bir sohbette, sohbete katılan Suad Plevne, Ayverdi’ye Enis Behiç’ten ve onun da içlerinde bulunduğu bir ‘ruh çağırma seansı’ndan bahsederek, “Enis Behiç’in dini bir muhitte yetişmemiş, hatta bayram namazına dahi gitmemiş, tasavvuftan da haberi olmayan” bir zat olduğunu, fakat “ondört sene evvel yine başının pek sıkıldığı bir gün rüyasında nurani bir zat gördüğünü” ve bu zatın kendisine “Sure-i İnşirah’ı ezberlettiğini” söyler. Enis Behiç, sabah kalktığında sure ezberindedir… Suat Plevne devam ediyor: “O tarihten sonra kendisinde bir uyanma ihtiyacı baş gösterir. Fakat ne tarafa yüzünü çevireceğini bilemez. Mehmet Ali Aynî Bey’den (Eski Trabzon Valisidir) biraz tefeyyüz eder ve kendisine bir vird verir. Bazen telefonla konuşurlar. Hepsi bu kadar. İşte o gece mecliste bulunanların teklifi üzerine masayı hazırladık. İlk şöyle bir işaret geldi: Ruh: - Ben Süleyman Çelebi!. S. Plevne:- Mevlüd-i Şerif nâzımı Süleyman Efendi mi? Ruh: - Hayır! Bende-i Mevlana’dan Çedikçi Süleyman Çelebi…”

Çedikçi Süleyman Çelebi, seansta bulunanların sorularına cevaplar verir ve Enis Behiç’e özel iltifatlarda bulunur. Ona ondört sene önce sûre-i inşirah’ı kendisinin öğrettiğini ve Enis Behiç’in bu dünya zulmetini nûra gark etmek için memur olduğunu söyler. Seans sırasında ve sonrasında Enis Behiç Koryürek’e birçok ilhamlarda bulunur ve Enis Behiç de bu ilhamlarla kendisine “yazdırılan” Varidat-ı Süleyman isimli şiir kitabını yayınlar. Süleyman Çelebi bir seans sırasında “Ben sizlere zevk-i şiir aşıladım” der.

(Not: Konumuz “ruh çağırma seansları” ve “reenkarnasyon” olmadığı için yazımızı bu eksene oturtmuyoruz. İtikadımız gereği reenkarnasyona inanmanın ‘küfür’ olduğunu da ifade edelim.)

Uzatmayalım. Şair Enis Behiç Koryürek’in hayatı 1946 yılından sonra Çedikçi Süleyman Çelebi’nin “uyarıları”yla değişir. Ruhunda adeta bir inkılâb olur.

Enis Behiç’ten 1949 yılında yayınlanan, Dante’nin “İlahi Komedya”sı gibi etki meydana getiren Vâridat-ı Süleyman’ın girişinde anlattığı Trabzon’lu Çedikçi Süleyman Çelebi’yi okuyoruz:

“Hicretin 1109’uncu yılının sonlarına doğru azgınlaşan karakış o kadar şiddetini arttırdı ki Haliç’in suları buz tuttu. 1110’uncu yıl girdiği zaman, İstanbul’un evlerinde, tekkelerinde kaynatılmağa başlanan aşûre kazanlarını karıştıran eller donuyordu. Hele Üsküdar’daki keskin ve aralıksız ayazdan ciğerler kavruluyor, göğüsler tıkanıyordu…

Camilerde, dergâhlarda toplanıp yüreklerindeki iman ateşiyle ısınan ve o mübarek ateşten canlarını tazeliyen halkın ‘veli’ gözüyle gördüğü Çedikçi Süleyman Çelebi kaç günlerdir görünmemişti. Ona bağlananlar üzüntü ve merak içindeydiler.

Pek solgun saz benizli, nârin minkaarî bir burunla mânâlanmış armûdî çehresini çerçeleyen hafif kırçıl sakallı, koyu kestane rengi dolgun kaşlar altında süzgün, adeta şaka eder gibi gülümseyen gözleriyle, baktığı insanın gönlüne ferahlık veren, ve bu bakışı derinlere geçince ruha ılık ve nuranî bir ürperiş getiren Çedikçi Süleyman Çelebi, hikmet ve muhabbet dağıtan aziz bir Mevlevî idi. Ondan ilâhi bir feyz almak, yahut üzüntü veya kuruntularla sislenmiş ruhlarını iman ve ümid ile aydınlatmak isteyerek çırpınanlar, sükûn ve tamkîne kavuşmak için, pervaneler gibi O’na koşarlar, derinlerden ışık saçarak varlıklarını saran sesini içerler, bu halâvetli ve mûnis, heybetli sesin gönüllerine döktüğü kelâm ve mana çağlayanında yıkanıp arınırlar, ve ‘nura varup nur alırlar…’

Enis Behiç devam ediyor:

“O kış böyle geçti. Yaz gelince, Çedikçi, biraz canlanıp, lâhût yoluna koşan ayacıklarına çediklerini giydi. Tatlı bir morlukla patlicâni renkte harmânisini omuzlarına attı. İçinden bir ses ona: “-Doğduğun yere git!” demişti.

Bindiği yelkenli Üsküdar önünden kanatlarını gererek Boğaziçine doğru uzaklaşırken, kıyılarda öbek öbek toplanıp yaşlı gözlerle O’nun ardından bakan ve okudukları ‘Gülbak’ın ahenk zinciriyle ruhlarını O’na bağlı tutan “yârân”ı, gemi gözden silininceye kadar öylece kaldılar… Ve sonra, ellerini göğüslerinde kavuşturup başlarını önlerine iğerek, kendi gönül hücrelerine döndüler…

Çedikçi Süleyman Çelebi Trabzon’a gitti.

Karadeniz’de bir yelkenli ile yazın yolculuk güzeldir amma, çok uzun sürüp arasıra da çalkantılı geçtiği için, Çelebi gibi nâzik bir fânîyi elbette biraz yorar. Sonra, Trabzon’un iklimi de rutubetlidir; o kıyılardan fışkıran koyu yeşillikler, hep rutubetten hayat alırlar, sislerle gelişip serpilirler… Süleyman Çelebi’nin üflediği nâye can veren ciğerleri ise bu iklimden faydalanamaz; ot değil ki yeşersin!..Sis, nem ona zehirdir.

O, doğduğu yere cesedini götürmüştü; rûhunu da orada sâhibi’ne teslim edecekti…

Fânî dünya ışıklarından cesed gözlerinin ilk kamaşdığı Trabzon’da, bir sonbahar günü, akşam ezanları okunurken, derin bir göğüs geçirme ile: “Allaaah!” dedi, ve daima gülümseyerek bakan gözlerini artık büsbütün yumdu… (Hic. Sene 1112)

Fânî ışıklar, ki ebediyet nûru karşısında birer ateş böceği kadar bile tutunamazlar, Çelebi için silinip bittiler. O, şimdi cesedinin küçülmüş külçesini Trabzon yeşilliklerinin altına bırakmakla rûhunu, sonsuz âlemlerin Ulular Ulusu olan rûhuna bir sönmez çerağ halinde kavuşturdu:

“Rûh sığmaz cesedin mahbesine, pür-heyecan,
Kalamaz şevk-ı Hüdâ maddede mahsûr gibi”

Diyen o değil mi? İşte ona bu sözleri söyleten Ulular Ulusu’na elbette ki döndü. Çünkü;

“Encâm-ü intihâsı miyâhın Deniz’ledir.”

O günden beridir, cesed, Trabzon’un nemli toprakları altında yatıyor…”

Enis Behiç hayıflanıyor:

“… Artık Çedikçi Süleyman Çelebi’yi bilen, anan kalmadı! Hiçbir kitapta, hiçbir kağıt parçası üzerinde O’nu bize bildiren birkaç satır olsun bulunmuyor… Zaten araştıran, saçmış olduğu hikmet ve muhabbetin eserlerini arayıp soran nereden olsun? Gitti… Bitti… Mezarı bile dümdüz oldu… Kayboldu. Ve nihayet, bütün o alanda geniş bir bahçe yapıldı. Şimdi, insanlar geliyor, geziyor, dolaşıyor, oturuyorlar… Belki ben de, Trabzon’a gittiğim vakit, tam O’nun mezarının üstünde oturdum!... Kim bilir, kim bilir? Ah, ölüm, sen bizi cesedlerimizden ayırmakla yok mu ediyorsun?..

Hayır, hayır! Yok olmuyoruz, yok olamayız, ve yok olmamalıyız! Süleyman da yok olmadı..”

Çedikçi Süleyman Çelebi gerçekten yaşadı mı? Yoksa ‘muhayyel’ bir şahsiyet midir? Biz burada, bu sorulara cevap aramayı değil, Enis Behiç Koryürek’in kaleminden Çedikçi Süleyman Çelebi’nin doğduğu ve öldüğü şehir olan Trabzon’a ilişkin cümlelerine yer verdik. Enis Behiç’in Çedikçi Süleyman Çelebi ve Trabzon’a dair bu muhteşem ifadeleri “mekânın insanla şereflendiği” gerçeğine güzel bir vurgudur.

Bir önemli ayrıntı da şudur: Enis Behiç’in Çedikçi Süleyman Çelebi’nin kabrinin “Mezarı bile dümdüz oldu… Kayboldu. Ve nihayet, bütün o alanda geniş bir bahçe yapıldı. Şimdi, insanlar geliyor, geziyor, dolaşıyor, oturuyorlar… Belki ben de, Trabzon’a gittiğim vakit, tam O’nun mezarının üstünde oturdum!...” dediği mezarlık, 1930’lu yılların sonunda Mustafa Kemal’in talimatı ve Umumi Müfettiş Tahsin Uzer’in emriyle yıkılıp “Atapark”a dönüştürülen İmaret mezarlığı’dır.

Çedikçi Süleyman Çelebi gibi nicelerinin kabirlerinin üzerine yapılan Atapark’ta bugünkü nesiller kahkaha atıyor !

Yaşasa da yaşamasa da, muhayyel de olsa, hakikat de olsa Trabzon’lu Çedikçi Süleyman Çelebi’ye “doğduğun yere git!” diye ‘emrolunması’nın altını önemle çiziyoruz.

Doğduğumuz şehre dönmenin ne demek olduğunu Çedikçi Süleyman Çelebi vesilesiyle daha iyi anlayabiliyor, hissedebiliyor muyuz?

XVIII. yy.da Trabzon’da doğup yaşayan ve bizlere (Divan şairi Şeyh Galib’in de şerh yazdığı) “Tuhfetü’l-Behiyye” isimli önemli bir eser bırakan Nakşî-Mevlevî Trabzonlu Kösec Ahmet Dede’yi sözkonusu eden 19 Mart 2008 tarihli yazımızın sonunda şöyle demiştik:

“Ve de anlıyoruz ki Trabzon bir zamanlar “muhabbet şerbeti içmiş” Kösec Ahmet Dede gibi âriflere de sahipti. Belki de daha niceleri var, eski kütüphanelerin, sahafların tozlu-rutubetli rafları arasında “sırrının aşikâr olması”nı bekleyen…”

Çedikçi Süleyman Çelebi de bunlardan birisi miydi? Adı hiçbir kitapta geçmese, bilinmese de kendisini bir rüyada “âşikâr” eden Süleyman Çelebi gibi Trabzon’a ruh veren, şehrin derûnunda nice “derîn eşhas” vardır ki, bilinmeyi/keşfedilmeyi bekleyen…

Enis Behiç’in kitabının sonunda Nedîm’in bir şiirinden dönüştürdüğü iki mısrayla bitirelim:

“Yok bu maddiyette ilhâm aldığın Mürşid, Enis!
Bir Velî-sûret görünmüş, bir “nasîb” olmuş sana!”

Muhayyel kabrinin Trabzon’da bulunması (kabristan yok edilse de) bizim için bir nasip midir?

(Günebakış, 25 Kasım 2009)





(Trabzon İmaret mezarlığının eski hali)




(İmaret mezarlığının yıkım çalışmaları-1930'lu yıllar)





(Yıkılıp üzerine Atapark yapılmış hali)

16 Kasım 2009 Pazartesi

TRABZON ODAKLI “-MUSTAFA SUPHİ-NAZIM HİKMET-MUSTAFA KEMAL” VE TÜRK SOLUNUN TUTARSIZLIĞI VE SANSÜRÜ !

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Trabzon; kadîm tarihi bir yana, Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyetin ilk dönemlerinde de yoğun siyasî-sosyal olayların yaşandığı, siyasî cinayetler için mekân seçildiği, bu cinayetlerin faillerinden bazılarının “meşhur” ama halâ “meçhul farzedilen” bir şehir olarak da önemli bir şehirdir. Son yıllarda Hrant Dink ve Rahip Santoro cinayetlerine de adı “karıştırılan” Trabzon’un yakın tarih genlerine biraz nüfuz edildiğinde; insan ve mekan olarak ‘stratejik’ ve hassas bir karaktere sahip olduğunu görüyoruz. Bu yazı böyle bir ‘nüfuz’a tahsis edilmediği için sadece başlıkla yetiniyoruz.

Daha önceki yazılarımızda sözkonusu ettiğimiz “Şehid-i Muazzez Ali Şükrü Bey”in Trabzon’lu bir “şahsiyet” olarak “derîn siyasî cinayetler”e kurban seçilmesi ile, Türkiye Komünist Partisi’nin kurucusu Giresun’lu Mustafa Suphi’nin Trabzon/Sürmene’de “kurban seçilmesi”, son yıllarda Trabzon’da meydana gelen bazı cinayetlerle birlikte düşünüldüğünde; mekân ve insan olarak Trabzon’un kimileri için “bölgesel test”, insanının da “kast” olarak seçildiğini mi gösterir, bilinmez! Ancak bilinen o ki; Trabzon için yakın tarihî süreçte siyasî cinayetlerde bir “zincir” oluşturulduğudur. Onun için Trabzon’u bilmeden İttihat ve Terakki’yi de milli mücadeleyi de bilebilmek-anlayabilmek tam olarak mümkün değildir. Yakın tarihimizdeki bazı önemli olaylara Trabzon odaklı baktığımızda çok şeyleri ‘farklı’ göreceğimize kuşku yoktur.

Ali Şükrü Bey’le ilgili birkaç yazımızdan sonra, şu anda (Volkan Konak’ın dava açmasıyla) yargı aşamasında bulunan “Volkan Konak Kafasını Ne Zaman Dezenfekte Edecek?” başlıklı yazımın sonunda vurgu yaptığım Nazım Hikmet’in bir şiirinden yola çıkarak öncelikle Türk Solunun, sonra da eklektik bir sol-kemalist çevrelerin “GÖRMEZDEN GELDİĞİ” bir “DAVA VE ŞAHSİYET SKANDALI”na vurgu yapmak istiyorum.

Bu yazımızı, her gittiği yerde, tüm konserlerinde ATATÜRK VE NAZIM HİKMET’e övgüler ve güzellemeler döktüren, ancak “memleketlisi” olan Trabzon insanına aynı ‘sıcakkanlılığı’ besleyemeyen Volkan KONAK’ın özellikle okumasını dilerim. Okusun ki kafasını sterilize edebilsin, çelişkilerden kurtulabilsin ! Tabii böyle bir kaygısı varsa…

Dava ve Şahsiyet Skandalı dedim… Evet skandal !

TKP Lideri Mustafa Suphi’nin 10 Eylül 1920’de Bakü’de toplanan TKP Kongresi’nden sonra Ankara ile görüşmesi sonucu arkadaşlarıyla birlikte Bakü’den Erzurum yoluyla Trabzon’a gelmesi ve 28 Ocak 1921‘de Trabzon’da Kayıkçılar Kâhyası Yahya ve çetesi tarafından Sürmene açıklarında arkadaşlarıyla birlikte öldürülmesi üzerine NAZIM HİKMET, cinayeti MUSTAFA KEMAL ve arkadaşlarının işlediğinden emin olarak28 KÂNUNİSANİ isimli uzun şiirini yazar.

Sansür ve Türk solunun sansüre sessiz kalışı…

Nazım Hikmet’in sözkonusu 28 KANUNİSANİ isimli şiirini gerek Adam Yayınları, gerekse Yapı Kredi Yayınları’nın “Nazım Hikmet’in tüm şiirleri” serilerinde aradım. Buldum. Ancak; herkesin bildiği bu şiirin Mustafa Kemal’le ilgili kısımları her iki yayınevince de sansürlenmişti. Şiirden çıkarılmıştı. İnternette yığınla dolaşan bu şiirin tam metni, Nazım’ın kitaplaşmış şiirlerinin daha önceki baskılarında da aynı “SANSÜR”e uğramıştı. Türk solu bu MAHARETİ göstermekte beis görmemişti.

Epeyce uğraştıktan sonra Nazım Hikmet’in tüm şiirlerinin 1962 tarihli Sofya baskısında (Ekber Babayef neşri 1. cilt) şiirin tamamını bulabildim.

Bugüne kadar bu şiirdeki Mustafa Kemal’le ilgili kısımların sansürlenmesi karşısında TÜRK SOLU’ndan çıt çıkmadı, çıkma ihtimali de gözükmüyor. Niçin? Türk solunun bu ikiyüzlülüğü Nazım Ustaları’nın hatırasına saygısızlık değil mi? Bu ‘durumu kurtaracak bir izah’ta nasıl bulunurlar bilmem.

Bu konuyu ele almamın nedeni; ola ki bundan sonra da Volkan KONAK’ın yaptığı gibi hem Mustafa KEMAL’e hem de Nazım HİKMET’E aynı anda MUHABBET besleyen “klasik sol-kemalist” çevreler, ZİHİN YAPILARINI YENİDEN TEST ETMELERİ için öneri mahiyetindedir.

Uzatmayalım. Nazım Hikmet’in Mustafa Suphi’ye ağıt ve Mustafa Kemal’e nefret tüten 28 Kanunisani başlıklı şiirinin (önceki bölümüyle) SANSÜRLENEN kısımları:

“- Ta ta aa ta ta Ha ta tta ta
Tarih
sınıf-ların
mücadelesidir.

-1921
Kânunisani 28
- Karadeniz
- Burjuvazi
- Biz
- On beş kasap çengelinde sallanan
On beş kesik baş
- On beş arkadaş
- Yoldaş
Bunların sen
İsimlerini aklında tutma
fakat
28 kânunisaniyi unutma !

- Siyah gece
Beyaz kar
Rüzgâr
Rüzgâr
- Trabzondan bir motor açılıyor
- Sa-hil-de-ka-la-ba-lık!
- Motoru taşlıyorlar
- Son perdeye başlıyorlar!
- Burjuva Kemal'in omzuna binmiş
Kemal kumandanın kordonuna
Kumandan kahyanın cebine inmiş
Kahya adamlarının donuna
- Uluyorlar- hav... hav... hak... tü
- Yoldaş unutma bunu

Şiirin tarihi :Moskova 1923

Aynı Nazım Hikmet, 15 yıl sonra 2 Nisan 1938 tarihinde, bu kez Bursa Cezaevi’nde yatarken Cumhurreisi Mustafa Kemal’e, “affedilmesi” için yalvaran bir mektup gönderir. İşte mektup:

"Cumhur Reisi Atatürk'ün yüce katına, Türk ordusunu isyana teşvik ettiğim iddiasıyla on beş yıl ağır hapis cezası giydim. Şimdi de Türk donanmasını isyana teşvik etmekle töhmetlendiriliyorum.

Türk inkılabına ve senin adına and içerim ki suçsuzum. (...)
Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamleyi anlayabilen bir kafam, yurdumu seven bir yüreğim var. (...)

Deli, serseri, mürteci, satılmış, inkılap ve yurt haini değilim ki, bunu bir an olsun düşünebileyim. (...) Türk dilinin inanmış bir şairiyim. (...) Bağışla beni! Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu 'İnkılap askerini isyana teşvik' damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır.

Başvurabileceğim en inkılapçı baş sensin. Kemalizmden ve senden adalet istiyorum. Türk inkılabına ve senin başına and içerim ki suçsuzum.

Nazım Hikmet RAN"

Nazım’ın şiiri ve mektubu böyle …

Nazım, Mustafa Kemal’e 28 Kânunisani Şiirinde “Kemal”, ‘af mektubu’nda “Atatürk” diye hitap ediyor. Ahmet Taner Kışlalı bu ayrıntıya dikkat çektiği “CHP Nazım ve Atatürk” başlıklı yazısında şöyle diyor:

“Atatürk artık hasta. Nâzım mektubunu yollayamıyor... Ama mektup gerçek!

Nâzım, "Mustafa Kemal" demiyor, Atatürk diyor. Atatürk'e, devrimine, Kemalizme olan inancını vurguluyor. Kör ya da deli olmadığını söylüyor. İnsan en yüce saydığı değerler üzerine ant içer. O da Türk Devrimi ve Atatürk üzerine ant içiyor!..“

Mustafa Kemal’e yukarıdaki şiirle “küfreden” Nazım’la, O’na “yalvaran” Nazım aynı kişi midir? Evet! Öyle ise ortada bir “şahsiyet krizi”, daha doğrusu “çiftkişiliklilik” var. Ya önceki Nazım değil, ya da sonraki! Karar, okuyanlara, takipçilerine ait!

Böylesine çelişkileri yaşayan Nazım Hikmet’in yeniden Türk Vatandaşlığına alınması “şerefi” de (Türk solu buna da esef etmeli!) AKP’ye nasip oluyor! Böylesine bir çelişkiyi ölümünden sonra da yaşatıyor Nazım Hikmet !

Sağlığında toplumsal bir “davaya adanmış”, ölümünden sonra da “bayraklaştırılmış” bir şahsiyet, kendisini davasından dolayı “hapseden” bir rejimin Cumhurreisine af için yalvaran böylesine bir mektup yazabilir mi? Bize sorarsanız yazmamalıydı. Yazarsanız bu hayat “adanmış” değil, birilerine “ödenmiş” bir hayat olur. Nitekim de oldu !

Bir tarafta “Burjuva Kemal'in omzuna binmiş Kemal kumandanın kordonuna “ diye yazacaksın, diğer taraftan da “Türk inkılabına ve senin başına and içerim, beni affet” diye mektup yazacaksın !

Biz, çerçeveyi genişletmeden mukayeseyi önce Volkan KONAK’a, sonra da Trabzon Solu’na bırakıyoruz ! Bakalım bu açık çelişkilere nasıl bir “tutarlı yorum” getirecekler ?
Bir ilginç tesbit daha..

Bütün sol yazar-edebiyatçı-sanatçıları öfkelendiren, Nazım Hikmet’e yönelik sözlerinden dolayı “babasına karşı zehirlenmiş kişi” gördükleri, neredeyse ‘genetik oğlu’ olduğunu inkâr edecekleri oğlu Memet NAZIM’ın, babasının mezarının Türkiye’ye getirilmesine karşı çıkan sözleri de oldukça ilginç:

“Babam, Ruble karşılığında şiir yazan bir adamdı... Hasta annemi ve henüz 3 yaşında olan beni terkedip başka kadınlara gitmiş bir adam için kılımı kıpırdatmam.”

Bir ilginç kişilikten, daha doğrusu “çelişkiler yumağı”ndan bir kesit daha:

20 yaşlarında “Ebede set çeken zulmeti deldim/Aşkı içten duydum, arşa yükseldim/ Kalpten temizlendim, huzura geldim/ Ben de müridinim işte Mevlana” diye şiir yazan Nazım Hikmet’in daha sonra Rusya’ya gider gitmez rotayı değiştiriyor. 1920’li yıllarda yazdığı Kur’anı kastettiği

“Meşin Kaplı Kitap” isimli şiirinde de şunları söylüyor:

Sayfalar döndükçe bunlar hep birer birer
Doğrulup devrildiler
Ay battı güneş doğdu
Kalbimde ateş doğdu
Yaldızlı meşin kabı
Parçalanmış kitabı
Varsın gömülsün diye bir ebedi uykuya
Attım kör bir kuyuya
……..
Sade bir din bir hak bir kanun varsa

O da işleyen dişliler

Stalin için söyledikleri: "- Gözlerimin ışığını Stalin'e borçluyum, her şeyimi ona borçluyum. Beni o yarattı…”, “Trum trum Trak trak tiki tak. Makinalaşmak istiyorum”.

Bu çelişkiler nasıl açıklanabilir? Bu sözlerin, tatmin edilebilir bir açıklaması olabilir mi? Nazım Hikmet, herhalde evrimci bir süreç izliyor olsa gerek !

Nazım’ın peşinden gidenler illâ ki “bu çelişkileri yaşamalı mı” dersiniz? Nazım Hikmet "bayraklaştırılan" mı yoksa "bayağılaştırılan" bir şahsiyet midir?

Bütün bunlardan sonra biz de deriz ki;

Hangi şahsiyetin niçin “örnek alınması” veya “örnek alınmaması” insanın ‘ontolojik’ tercihleriyle ilgilidir !

Fikir, sanat ve dava adamları, duruşlarını kendilerine göre ayarlayacak kalabalıkları düşünerek “duruş”larını bozmamalılar ! Onlar tavır adamı olmalıdır ! Nerede ve ne şekilde olurlarsa olsunlar, orası onların duruş, eylem ve şahsiyet alanıdır !

Bugünlerde Nazım fetişizmi ve fanatizmi içerisinde olanlara bu “evrimini tamamlayamamış şahsiyet” örnek olarak sunulur….

Bu topraklar her türlü “şahsiyet krizi”ne sahne olmuştur fakat böylesine çözülememiş, sonuçlandırılamamış ama sonraki kuşaklara ÖRNEK diye sunulan bir şahsiyet krizi çelişkisine pek tanık olmamıştır !

“Nazım Hikmet-Mustafa Kemal ve Mustafa Suphi” olayını Trabzon odaklı olarak yeniden düşünüp yorumladığımızda daha epey malzeme çıkacaktır…

Kimlerin kafasını dezenfekte/sterilize etmeleri gerektiği bu kendi dilinden/belgesel örneklerle daha iyi anlaşılmıyor mu?

(Günebakış, 18 Kasım 2009)

9 Kasım 2009 Pazartesi

"GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ" ŞEHİR !



Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Bir Uzakdoğu bedduasını hatırlıyorum: “İnşallah değişen zamanlarda yaşarsın!”

Beddua, ‘değişim’in nasıl bir felâket habercisi olduğuna vurgu yapıyor. Bugünlerde bu bedduanın kapsama alanında, aktüalitemize birden oturan yeni bir “büyülü kavram”la karşı karşıyayız.

GDO: Genetiği değiştirilmiş organizma!

Bir organizmadaki genetik özelliklerin başka bir canlıya aktarılması (klonlanması) neticesinde oluşan yeni canlı, “genetiği değiştirilmiş organizma” olarak adlandırılıyor. Yeni canlının genetik skalası değiştirilerek kendi tabiatında bulunmayan bir başkalaşıma, bozulmaya uğratılıyor. Her ne kadar bugünlerde doğal gıdalar için sözkonusu olsa da, kullanıldığı alanın dışında önemli çağrışımları olan bu cümleyi/kavramı başa alarak, şehrin de “canlı bir organizma bütünü” olduğu hakikatiyle baktığımızda; yüz yıla yakın bir süredir, içinde yaşadığımız şehirlerin genetiklerinin nasıl değiştirilmeye çalışıldığını, ve bu değişimin geri dönülmez bir biçimde nasıl derinleştirildiğini görebiliyoruz.

Özellikle toplumsal kırılma
ların yaşandığı, dünya görüşü-medeniyet tercihlerinin devlet ve onun aygıtları eliyle ‘zorla’ yerleştirilmeye çalışıldığı zamanlarda”, genlerle nasıl oynandığı”na şahit oluyoruz. Sözü, dünya görüşü-medeniyet organizmamızın bütünüyle değiştirildiği, daha doğrusu terk edildiği, ancak ona bağlı “alt organizma”ların genetikleri bütünüyle yok edilemese de “değişim”e uğratıldıkları gerçeğine vurgu yaparak, sözü ‘şehirlerimizin genleriyle nasıl oynandığı’na getirmek istiyoruz.

Toplumsal değişim’le genetik değişim’in her ikisi de bir mühendislik marifeti. Toplum mühendisleri ile genetik mühendisleri! İlginç olanı; her iki mühendislik de sonuçta organizmayı tahrip ediyor; başkalaştırıyor, kendisi olmaktan çıkarıyor, yabancılaştırıyor!

Özellikle de büyük medeniyet şehirlerimizden İstanbul, Bursa, Konya, Amasya, Trabzon, vs.de Tanzimat’la başlayıp Meşrutiyet’le devam eden ve Cumhuriyet’le kemâle ulaşan “genetik operasyonlar”, büyük ölçüde başarılı olmuştur. Bunun en önemli başarı göstergesi şehirlerimizin “ruhsuz”laştırılmasıdır. “Genetiği değiştirilmiş organizmaların” en bariz özelliği bu şehirlerimizin kendilerine yabancılaştırılması, organizmasının tahrip edilmesi, ve hormonal bir sürecin sonunda “kendileri olmaktan” çıkarılmalarıdır.

Tarihî şehirlerimiz bugün ayniyle bu durumdadır! Organizmalarıyla/genleriyle oynanmış, içinde bulunanların sun’i bir canlı olarak yaşamaya mahkûm edildiği bir hormonal hayat!

XVII. yüzyılın büyük gezgini Evliyâ Çelebi, Seyahatname’sinde medeniyet şehirlerimizden Bursa’yı anlatırken güzelliklerini sayıp bitiremez ve sonunda “hâsılı ruhaniyetli bir şehirdir!” hükmünü verir. Genetiği değiştirilmiş şehir de; hayat damarları kesilmiş, virüslerin bünyesine musallat olduğu, “ruhaniyetinden koparılmış şehir”dir.

Bugün bile, nasıl bir “genetik değişime uğradığı”nın tasasını çekmeyen şehirlerimizin yöneticileri, halâ şehirlerinin genetiğiyle oynandığının farkında bile değillerdir. Genetik kodlama sırasındaki anestezi hali halen devam ediyor. İlginçtir, ağızlarından “çevre ve kent katliâmı” lafını da düşürmemektedirler! Hem katliama ortak ol, hem de “katlediliyor!” diye feryâd et! Ancak bize mahsus bir feryat türü bu da (!) İşte bugün, böylesine bir çelişkiyi yaşamakta şehirlerimiz!

Şehirlerimizin bütün hücrelerine kadar genetik değişikliğe uğratıldığından, hem de bu işin ‘taammüden’ yapıldığından matematik kesinlik gibi eminiz! Genetik değişime öncelikle medeniyet şehirlerinden başlanmış ve süreç, bir daha geri döndürülememecesine ilerlemiş, derinleştirilmiştir.

Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki “devrimler”i, dönüşümleri düşünün! Her şehrin, her kasabanın batıdan kopyalanarak birbirine benzetilmek istendiği, Meydan, Banka, Adliye, Hükümet konağı, Cezaevi, Halkevi, yerine göre Tiyatro veya opera binası ve bunlara ‘hayret ve endişe’ ile bakan eski yerleşim mekanları… Bu operasyonlar tepeden inme, toplumsal dokuya rağmen bir “genetik değiştirme”ydi. Veya yeni ‘genetik kodlama’.

Şehirlerimize yönelik bu genetik kodlama, yeni rejimin ‘buyrultu’ ve ‘öğretileri’ doğrultusunda oluşturuldu. Eski bir karikatürdeki benzetmeyle; toprağa temas ettiği yerin biraz üzerinden kesilmiş çınar ağacının kesildiği yerdeki kök kütüğünün üzerine konulan saksıdaki bitki! Böylesine bir garabet!

Şehrin genleriyle oynanması, üzerinde yaşayan insanların genleriyle oynanması demektir! Tarihle, kültürle, coğrafyayla, folklorla… her şeyle oynanması demektir! Sonuçta “görünürde” bir şehir ve üzerinde yaşayanlar; “gerçekte” ise ortada aslı olmayan bir şehir ve “kendisine yabancılaştırılmış”, sadece kütle ifadesiyle varolan topluluklar… Fütürizmin kurucusu Marinetti’nin önemli bir cümlesini hatırlıyoruz: “Bireyin kent kalabalığına batması, onları kaygılandırmak bir yana, büyülüyordu.” Bu manâda genetik operasyon şehirlerimizi ve insanımızı kaygılandıracağı yerde, hormonal görkem onları büyülemeye başlamıştı! Bu büyü halen devam ediyor.

Anestezik bir “genetik operasyon” süreci ve bugün “yaşanamaz hale gelen” şehirlerimiz!

Oysa ki, şehirlerimizde “zamanın ruhu”nu ıskalamadan, Evliya Çelebi’nin bahsettiği “şehrin ruhaniyeti” yaşatılabilmeliydi, yaşatılabilmelidir! Bu konuda muhakkik mimar Turgut Cansever, 1961 yılında İstanbul için yazdığı bir raporda önemli şeyler söylüyor:

“..Her devirde devam etmiş, bugün de kısmen devam etmekte olan ‘tarihi karaktere tecavüz’ şiddetlenmiştir… Şehir, varlığımızı teşkil eden temel kültür direklerinden ve bugünü, geçmişteki heybetli tarihe bağlayan en kuvvetli bağlardan bir tanesidir. Bu yüzden de eski bir kitap gibi ele alınması ve ihtimam edilmesi gerekir… Biz, son yıllarda bu ihtimamı göstermek bir yana, şehrin tarihî karakterini, taşınması güç bir yük olarak algılayan bir zihniyetin hâkimiyetine şahit olmuş bulunuyoruz…”

Devam ediyor Cansever: “Şehrin teşekkül etmiş strüktürünü tamamen inkâr ederek dağ başındaymış veya ölü bir şehirmiş gibi, eski ölçü ve düzenini bozan her müdahale, akıl almaz bir megalomani ve kültürsüzlükle mübah sayılmıştır. Şehrin tarihî karakterine hürmet edilerek, bir ‘zoning’ yapılmamış olması da tahribi kolaylaştıran bir diğer sebeptir…”

Cansever’in bahsettiği “şehrin tarihi karakterini yok etmeye memur bir zihniyet”in marifetiyle, içinde yaşadığımız şehir de dahil olmak üzere, yüz yılı aşkındır süregelen, giderek hızlanan ve halen büyük bir ivmeyle istikametsiz ve kontrolsüz bir biçimde devam eden “genetik değiştirme operasyonları”, şehirlerimizi “ruhsuz bir mekân” haline getirmiştir.

Eskiyi ‘olduğu gibi’ muhafaza edip, ‘müze şehir’ halinde sürdürmekten değil; ‘aslına uygun’ dönüştürmekten bahsediyoruz.

Biraz eklektik olacak ama bahsetmeden geçemeyeceğiz. Mimar La Corbusier, 1900’lü yılların başında İstanbul’a yaptığı seyahatten dönüşünde kaleme aldığı ve “Her şey beni Türklerden bahsetmeye sevkediyor” diye başladığı notlarında: “Onlar nazik ve vakurdular; eşyanın varlığına saygı duyuyorlardı. Ortaya koydukları eserler devasa, nefis ve muhteşemdi. O ne birlik! O ne zamanı aşış! O ne bilgelik! …” şeklinde devam ediyor. Daha sonra ise; şehirlerimizin (özellikle de İstanbul’un) yöneticilerinin, şehirlerimizin batı şehirlerine benzemesi için gösterdikleri çılgınca gayrete hayret ederek bize şöyle sesleniyor: “İlerlememiz niçin bu kadar çirkinliklerle dolu? Niçin kanları hâlâ saf kalmış olanlar bizden en kötü şeyleri almakta bu kadar acele ediyorlar?” … 20. yüzyılın başında şehirlerimizin tarihî dokusu, kültürel ve coğrafi dokusu hiçe sayılarak, “mağlubiyet kompleksi” veya “bilinçaltı bitkinlik” kompleksiyle başlayan bu “benzeme süreci” giderek hız kazanarak “genetik değiştirme operasyonları”yla sonuçlanır...

Şehri “dönüştürme” iddiasıyla “yabancılaştırma”nın, daha doğrusu “genetik değiştirme”nin ne anlama geldiğini anlayabilmek için La Corbusier çapında mimar olmak mı gerekiyor?

Modern zamanlarda varolma iddiasıyla “genetiği değiştirilen” şehirlerimizi -Üstad Necip Fazıl’ın söylediği şekilde-, “ateşin bile yakmaya tenezzül etmeyeceği derecede çirkin ve dantelalı bir kokana tuvaletli kadar iğrenç ve zevksiz” mekanlarla hapishaneye çevirenler nasıl bir genetik başkalaşıma sebep olduklarının farkında mıdırlar?

Genetikle oynama böyle bir şeydir işte! Kendiniz de kalamıyorsunuz, olmak istediğinize de benzeyemiyorsunuz!

(Günebakış, 11 Kasım 2009)

6 Kasım 2009 Cuma

YAYINLANMIŞ KİTAPLARIM

www.gunebakis.com.tr





Türkiye Nereye Götürülüyor ?
-sanaldan gerçeğe-







Modern Bilinç ve Trendeki Yolculuk




3 Kasım 2009 Salı

ŞEHİR YÖNETİCİLERİNDE "SANATKÂRCA İDRAK"...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Yeryüzü; bir “tasarımlar âlemi” olarak, insanın kendisini “beşer” olarak ait hissedeceği, hissiyatını ‘aidiyet’e dönüştüreceği, bu aidiyeti de mes’uliyet haline getireceği bir “varoluş alanı”dır. İnsanın bu aidiyetten kaynaklanan mensubiyet ve memuriyetini gerçekleştirebilmesi onun “idrak”iyle sınırlıdır. Yâni (bir mimarımızın dediği gibi) “idrak seviyemize göre inşa ederiz.” Bu idrak seviyesi aynı zamanda “aidiyet”le bütünleşir, örtüşür. Ne kadar “ait olursak” inşa kapasitemiz o kadar yoğunlaşır, genişler.

Burada, Dünya Görüşü-Şehir-Medeniyet ilişkisini sözkonusu ettiğimizde, dünya görüşü-medeniyet idraki olmadan “şehrin ne olduğu”, “ne olması gerektiği” ve “ne olmaması gerektiğine” dair bir şey söyleyebilmek mümkün değildir. Bir dünya görüşü-medeniyet idrakiyle; yaşadığımız veya yaşadığımızı zannettiğimiz şehrimizi “nasıl gördüğümüz”ün bilincine varmak… Bu idrakle inşa, imar ve ihya…

Geçtiğimiz günlerde Üstad Necip Fazıl’ın 69 yıl önce (1940) yazdığı “İdareciden beklenen sanatkâr mizacı” başlıklı yazısını tekrar okuduğumda, öncelikle şehir yöneticilerinin her şeyden önce nasıl bir “sanat idraki”ne sahip olmaları gerektiği üzerinde kafamı yordum, düşündüm. Üstad’ın deyimiyle “idareciden beklenen sanatkâr mizacı” doğrudan “varoluş”la ilgilidir.

Üstadın yazısını sözkonusu ederek; şehrimizi önümüze getirdiğimizde, “nelere sahip olmamız gerekirken nelerden mahrum olduğumuz”u dehşetle bir kez daha görüyoruz ! Zamanın İstanbul Valisi ve Belediye Reisi olan Lütfi Kırdar tarafından davet edilen Üstad, bu davet vesilesiyle kesitler halinde öyle bir “idareci mes’uliyeti” ortaya koyuyor ki; bugünün yöneticilerine baktığımızda, nasıl bir mes’uliyet yoksunluğu içerisinde olduklarını da dehşetle görüyoruz.

Neyin yok olduğunun farkına varanlar, neye sahip olmaları gerektiğinin peşindedirler. Şüphesiz şehirde yaşayan herkes mes’ul. Madem ki şehirdeyiz, o halde şehirli olmak, şehri idrak etmek ve bu idrakle şehirde varolmak zorundayız ! Öncelikle de bu idrak, idarecilerden başlamalı !

Üstad, davet salonuna girdiğinde “Lütfi Kırdar’ı, tek başına bir kenara çekilmiş, dalgın dalgın İstanbul güzelliklerini seyrederken buldum. Canlı eserleri ve eserlerine hâkim ifadesiyle sözü şöyle açtı” der ve ifedeleri kendisine ait olmak üzere Kırdar’a sözü bırakır:

“Demindenberi şehrimizin güzelliklerini seyrediyordum. Herkes için olduğu kadar benim için de son derece eski olan bu güzellikler bir bakımdan o kadar yeni ki, her defasında onlarda tadılmamış bir çeşni, ele geçmemiş bir çizgi buluyorum…”

Bu ifadeleri tüm şehirlerimizi kuşatan bir “üst idrak” olarak aldığımızda yaşadığımız şehri seyrederken “her defasında şehirde tadılmamış bir çeşni, ele geçmemiş bir çizgi” görebilecek bir yönetici idrak var mı? diye sormak hakkımızdır herhalde. Şehrimizde “her an geçmemiş bir çizgi” bulabiliyorsak, ancak o zaman şehrimize aitiz ve şehirdeyiz!

Üstad, “İstanbul Valisi ve Belediye Reisi, bu basit sözlerin bende uyandırdığı derin takdir hissine dikkat etmeden…” diye bir not ekler ve devam eder yazısına:

“Bu sözlerin basitliğini kaydettim, değil mi?. Evet, çok basit, uluorta konuşma çerçevesinden ve herkesin söyleyebileceği cinsten sözler… Fakat bu basit ve samimi iç döküşü, bana bütün bir hüviyet ifşası gibi geldi ve bir şehir idarecisinden, hatta her idareciden baklediğim en ehemmiyetli vasıf olan ‘sanatkârca idrak’ bakımından beni sevindirdi.”

“Sanatkârca idrak !” Üsdadın dilinden, şehir yöneticisinde olması gereken derinliği ifade eden bir idrak tarzı ! Varmı böyle bir idrake sahip şehir yöneticisi ? Henüz görmüş değiliz ! Göreceğimiz de şüpheli !

Osmanlı dönemi şehir yöneticileri olan “Vâli” ve “Şehremini” kavramlarına dikkat ettiğimizde; Vâli’nin “velâyet”le, Şehremini’nin de “şehir emanetini yüklenen” anlamlarının bugünkü işlevleri üzerinde derîn düşünmemiz gerekir.

Geliyoruz Üstad’ın “şehir bilinci”, “şehir aidiyeti”, “mes’uliyet idraki”ni ihtar eden müthiş ifadelerine:

“Bilseniz, insanın içinde yaşadığı, mes’ulü olduğu, idaresine memur bulunduğu şeyi, her ân bir kat daha taze bir duyguyla sevebilmesi ne zor, ne zordur. Basit gibi görünen bu şey, bence en muğlâk ruh düğümü!.”

Başka söze gerek var mı? Sadece bu sözler bile “şehrini idrak”te nasıl bir derinliğe sahip olmayı işaret etmiyor mu?

“Basit gibi görünen en muğlâk ruh düğümü !” Şehrimizin mevcut ve gelecek Belediye Başkanları ile Valileri dikkat kesilir mi bilinmez !

Yorumsuz, devam ediyoruz Üstad’a: “Zevç mevkiinde, karısına; orkestra şefi makamında, çaldırdığı parçaya; aktör hüviyetinde, oynadığı esere; muallim kürsüsünde, okuttuğu sınıfa hayran kalabilenler, bence bu ve bütün kadroların en büyük güzideleridir. İnsan psikolocyasıyle derinden uğraşanlar pekâlâ takdir eder ki, ekseriyetle mesleklerin huşunetli ameliyeleri, işin aşk ve sıfat cephesini öldürür ve insanı dolap beygiri gibi sonsuz ve hazin bir “git gel”e mahkûm eder. Bu mahkûmluğa düşen aşksız ve saffetsiz insanlardan da hiçbir sahada ve hiçbir zaman ibda ve eser hamlesi beklememek lâzımdır. İşte ben bu inceliği, idareciden beklenen sanatkâr mizacı diye ifadelendirmek istedim !”

Bu cümleleri okuduğumuzda, nelerin mahrumu ve mahkûmu olduğumuzu anlayabiliyor muyuz? Şehir yöneticilerinde, bir bünyede tabii olarak bulunması gereken bu özelliklerin, şimdilerde “yokluğu bile hissedilmeyen” vasıflar olduklarını söylemeye gerek var mı?

Ne yazık ki şehirlerimiz, “hiçbir sahada ve hiçbir zaman ibda ve eser hamlesi gösteremeyen aşksız ve saffetsiz yönetici“lerin mebzûl miktarda bulunduğu bir arena haline geldi. Bu arenada “dolap beygiri gibi sonsuz ve hazin bir git-gel”le şehirde “gününü gün eden” yöneticiler !

Toptancı bir mantıkla genelleme mi yapıyoruz ? Evet ! Çünkü, yukarıdaki üstadın ifadelerindeki idrake sahip bir “özel” kimsenin kaldığına inanamıyoruz da ondan ! Eski deyimle: “Kaht-ı rical !” Adam yokluğu, yönetici yokluğu !

Ne hazîndir ki, şehirlerimizde artık “kaht-ı ricâl” vardır !

Her şeyle birlikte insanın dünyadaki varoluşunun hesabını verecek sorumluluğu yanında şehrine karşı (öncelikle şehir yöneticilerinin) “yol haritası” niteliğinde sahip olmaları gereken nedir ? Onu da Üstad söylesin:

“İlk iş bir dünya görüşüne sahip olmaktır... İnsanoğluna, kainatın hesabını, ferdiyetinin encamını ve didinişlerinin hasılasını, neye vardığını, nerede karar kıldığını haber vermeyen hiçbir ideal, aslında ideal olmaya layık değildir. Fikirsiz ve meselesiz, kafasında bir mimari hayali olmadan, sırf yıkmak için yıkma, yahut da bir şey yapabileceğini sanıp da, yıkmış olmaktan ibaret kalma davranışlarıysa ne üzerlerinde fazla konuşmaya, ne de sivri sineklere sıkılacak flit ilaçlarından başka bir mukabeleye değer şeyler..”

“Bana yanmak düşüyor, yangın görsem resimde” diyen Üstadın bu sözleri ve mısraı bilmem ki; şehrimize ve şehir yöneticilerine bir şey anlatır mı?

(Günebakış, 4 Kasım 2009)