24 Kasım 2009 Salı

“DERSİM FACİASI”NI NECİP FAZIL’DAN OKUMAK…

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Hükümetin “Demokratik Açılım” projesinin meclis gündemine taşınmasıyla devam eden tartışmaların boyutu, CHP’li Onur Öymen’in 10 Kasım 2009 günü TBMM’de “Dersim’de olanlar”la ilgili sözleriyle birdenbire gündemimizi değiştirdi ve “Dersim’de yapılanlar” üzerinde tartışmalar, yorumlar başladı. Öymen konuşmasında; ‘anaların bir daha ağlamaması’ gerektiğini söyleyenlere karşı “Şeyh Sait isyanında analar ağlamadı mı, Dersim isyanında analar ağlamadı mı?” sözleriyle Devletin çıkarları sözkonusu olduğunda “anaların ağlamasının normal olduğu”nu dile getirmişti. Büyük tepkilere neden olan bu sözler üzerine, bazı gazete yazarları “O kadar ki “Son Devrin Din Mazlumları”nda Üstad Necip Fazıl’ın “tarihte bir benzeri gösterilemez” diyerek katliamın ayrıntılarını anlatmasına rağmen CHP’li Onur Öymen sahip çıkıncaya kadar Türkiye’deki dindarlar Dersim’de olan bitenle pek ilgilenmedi.” Diyerek, kimi yazarlar da “Üstad Necip Fazıl Dersim katliamlarıyla ilgili şu satırları yazarken ne kadar yalnız bir adamdı” diyerek olayların Necip Fazıl yorumuna vurgu yapıyordu.

Peki Necip Fazıl Dersim için neler söylemişti? Bu vesileyle Dersim’i Necip Fazıl’dan okumak, “doğru bir okuma” olacaktır.

Üstad Necip Fazıl, önce 27 Ocak 1950 , 3 Şubat 1950 ve 10 Şubat 1950 tarihli Büyük Doğu dergilerinde ayrıntılı olarak “Vesikalar Konuşuyor” ana başlığıyla, “Tarih boyunca gelen faciaların en büyüğü DOĞU FACİASI” adı altında, sonra da kitaplaşmış şeklini Son Devrin Din Mazlumları isimli eserinde anlattığı Dersim olaylarını ‘taammüden:tasarlayarak” hazırlayan şartları evvelâ Şeyh Said’in şahsında yakıcı ve vurgulu bir şekilde, abartmadan, şair-mütefekkir kalemiyle anlatır ve “Dersim hadisesiyle insan kanından kıpkızıl akacak olan Murat Suyu iklimlerine bir göz atalım..” der.

Üstad yazılarına “Bir gün tarihin hesap soracağı meselelerin en başında bir faciayı çerçevelemek” diye başlar ve “…Bu, 12-13 yıl önce Atatürk devrinde, evvelâ İsmet İnönü’nün Başvekil ve Fevzi Çakmak'ın Genel Kurmay Başkanı bulunduğu zaman girişilip sonra Celâl Bayar'ın Başvekilliğinde efsanevî şaheserine kavuşturulan ve başlıca mesuliyeti bu son iki şahıs üzerinde toplanan kanlı Dersim hareketidir...” şeklinde bir tesbit yapar ve elindeki belgelerden yola çıkarak bu faciayı kaleme aldığını söyler:

“Dosyası vesika dolu olan ve bunları rastgele insiyakî bir şevkle değil, muayyen bir plân ve programla ortaya atan muharririniz, her mesele ve dâvayı, zaman ve mekânına, kıymet ve tesirine, birbirini tamamlayıcı değer ve ehemmiyetine göre sıralarken, Doğu Anadolu bölgesine ait bu faciayı en büyük çapta merkezî ve esasî dâvalardan biri olarak takdim eder…”


Necip Fazıl, “Son Devrin Din Mazlumları” kitabının önsözünde de “Devreler ve bir tesbit” başlığı altında, Tanzimat ve Meşrutiyetle başlayan “ruh kökünü çürütücü faaliyetler”in doğrudan tecelli zeminine ilişkin şöyle bir tesbit yapar: “ İslamiyet’e karşı düşmanlık büsbütün resmi ve aleni plana çıkamaz, daima tutuk ve kekeme bir zemin üzerinde cereyan eder ve tam tezahürünü bulmak için Cumhuriyet yıllarını bekler... "

Üstad Necip Fazıl, insanın idrakini ve vicdanını çatlatacak Dersim Faciasının ayrıntılarını şu şekilde anlatıyor :

“..Dersim isimli vatan parçasında cereyan eden bazı münferit şekavet ve isyan halleri, bunların tedip ve tenkili bahanesiyle bütün o bölgenin, bütün masum sekenesiyle kökünden kazınması gibi bir harekete vesile olmuş; ve birkaç yüz veya birkaç bin sergerdenin kanuna zıt vaziyeti, on binlerce sâf ve masum müslümanın, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil, ısırgan otu yolunur gibi doğranması işinde sebep(!) rolüne çıkarılmıştır.

O zamanki hükümetin, o bölgede bir türlü tesis edemediği huzur ve bir türlü kök saldıramadığı rejim kaygısı, nasıl böyle bir harekete cevaz bahşedebilir ki, böyle olunca, bir babanın terbiye edemediği çocuğunu öldürmesi ve bir öğretmenin ders anlatamadığı talebesini zehirlemesi lâzım gelir. Kaldı ki, baba, kusurlu çocuğuyla beraber onun etrafındaki günahsız seyirci çocuklarını; ve öğretmen, bütün sınıfını zehirleyecek olursa, bu, tarihî itisafların en büyüklerinden biri olur.

Üstelik, öldürülen çocuklarla zehirlenen talebeler, masum örnekleriyle, gaye bakımından tamamen haksız olarak ve hattâ hak kendilerinde olduğu ve kendilerinde yaşayan hak plânının ortadan kaldırılması icap ettiği için yok edilecek olurlarsa buna ne buyrulur?

Buna hiçbir şey buyurulamaz! Ancak şöyle denebilir: “Her soydan insan oğlunun her mezhepten hayatı boyunca bundan daha büyük zulüm ve günah görülmemiştir!!!

En aşağı, 50 bin Müslümanın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından, kalın hatlarıyle bir harita gibi çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve manasıyle tesbit ettiğimiz bu facianın, tarihte bir benzeri gösterilemez.”

Babalarını arayan ve yanına gitmek istediklerini söyleyen iki masum çocuğun Hozat Kaymakamı tarafından süngületilerek babalarının yanına gönderilmesi…

Kendisinin öğretmen ve köy halkıyle alakasız bir şahıs olduğunu iddia ederek alevler içinden fırlamak isteyen bir gencin, kalasla itilip alevler içine atılması ve karşısında sigara içilmesi… Buğday sapları üstünde yakılan, daha evvel kurşunlanmış bütün bir köy halkı…

Annesinin karnından sivri uçlu aletle çıkartıldıktan sonra yaşamakta devam eden ve hala topuğunda bu sivri uçlu aletin izini taşıyan çocuk…

Bir dere içinde boğazlanan ve bu fiili yerine getiren celladın bulunması bir hayli zorluğa yol açan yirmi masum…

Ve buna benzer daha neler, daha neler !...”

Üstad, olaylarla ilgili yakıcı hükmünü koyar:

“Cesetleri değil, manaları muhakeme ve idam eden tarih, bakalım bu 50 bin çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil Müslüman cesedine karşılık kaç ferdin manası üzerinde ebedi idam kararı verecektir? “

Necip Fazıl, olayların sorumluları için tarihin vereceği karar için de “Cesetleri değil, manaları muhakeme ve idam eden tarih, bakalım bu 50 bin çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil Müslüman cesedine karşılık kaç ferdin manası üzerinde ebedi idam kararı verecektir? “ diyor.

3 Şubat 1950 tarihli Büyük Doğu Dergisi’nde “DOĞU FACİASI” başlığıyla devam ediyor Necip Fazıl:

“Aşağıdaki örnekler, üzerinden dağ gibi bir silindir geçmiş ve kanlı bir pestile dönmüş bir vücuda ait öyle kan pıhtılarıdır ki, vücudun ne çektiğini ifade etmek bakımından son derece veciz birer sembol mahiyetindedir. Her şey bunlara kıyas edilerek, on binler çapında mikyaslandırılabilir.

Örnekler

1- Elâzığ ortaokulunda okuyan iki çocuk... Tatili geçirmek üzere memleketleri olan Hozat'a geliyorlar ve facianın tam üstüne düşüyorlar. Hozat yakınlarındaki (köyün ismi vesikada okunamamıştır) A köyüne geldikleri zaman babaları Yusuf Cemil'in öldürtülmüş olduğunu öğreniyorlar. Ana baba günü... Çocuklar birkaç gün dağda ve kırda başıboş dolaştıktan sonra Hozat Kaymakamına başvuruyorlar: “Babamızı suçsuz olarak öldürttünüz; bari bizi bir tarafa gön-derin de başımızı sokacak bir yer bulabilelim!”... Aldıkları cevap şudur: “Şimdi sizi rahat edebileceğiniz bir yere, babanızın yanına göndereceğiz!”... Çocuklar odadan sürükletilerek çıkartılıyor ve jandarma muhafazasında gittikleri yolda süngületiliyorlar. Böylece babalarının yanına gönderilmişlerdir.

2- Her evi ayrı ayrı tutuşturulduktan sonra dört bir etrafı ayrıca çalı çırpı içine alınıp alev alev yakılan bir köyden, deli gibi bir adam çıkıp, çalı yığınları gerisinde manzarayı seyredenlere doğru ilerliyor ve haykırıyor: “Durun, ben köy ahalisinden değilim! Muallimim! Müsaade edin, kendimi size ispat edeyim!” Fakat sözüne mukabele, bir kalasla itilerek alevler içine atılması oluyor. Adam, evvelâ göğsünün kılları tutuşarak alev alev yanarken, çalı yığınları gerisinde-ki âmir, zevk ve istihza ile sigarasını içmektedir. (Bu vaka, 1944 yılında, Eğridir'de, kaynağımız olan zata, resmî şahıslar huzurunda, yanan adama karşı sigarasını zevkle içtiğini söyleyen âmirden bizzat dinleyenlerce anlatılmıştır.)

3- Birinci maddedeki Yusuf Cemil’in köyünden 200 kadın ve çocuk öldürtülmüş ve bunların cesetleri buğday sapları üzerinde yakılmıştır. Öldürülenler arasında, Elâzığ’da askerliğini yapan ve o sırada izinli olarak köyünde bulunan Rüstem adında biri de vardır. Bu zavallı, mezun olduğunu ve isterlerse hüviyet ve izin kâğıdını da gösterebileceğini söylediği halde derdini dinletemiyor ve dört çocuğu ile seksenlik anası arasında, onlarla beraber, kurşunlanıyor.

4- Hozat'ın Karaca köyünden Cafer oğlu Kasım... Bu adam, o tarihten 30 sene kadar evvel Amerika’ya gitmiş, orada 15 yıl kalmış, epeyce para kazanmış ve sonra köyüne dönmüştür. Kasım, Amerika dönüşünde, Birinci Dünya Harbinde Kafkas cephesi Köprüköy muharebesinde şehit düşen kardeşi Yüzbaşı Şükrü'nün iki çocuklu dul karısı Şirin Hatunla evlenmiş, Hozat'a gelip yerleşmiş, orada bir mağaza açmış ve ticarete başlamıştır. Hükümetle de bazı taahhüt işlerine girişmektedir. Dersim hareketi esnasında, işbu Cafer oğlu Kasım, taahhüt bedelinden alacağı olan 6000 lirayı tahsil etmek üzere Ovacık Kaymakamlığına müracaat ediyor. Muamelesini tekemmül ettirip parayı kendisine veriyorlar. Muamele biter bitmez “Seni Hozat'tan çağırıyorlar!” diyerek, onu mahfuzen yola çıkarıyorlar. Cafer oğlu Kasım, kasabadan ayrıldıktan bir saat sonra jandarmalara öldürtülüyor. Koynundaki 6000 lira da, iki alâkalı idare âmiri arasında taksim ediliyor. (İsim ve hüviyetleri dosyalarımızda mahfuzdur.)

Zavallının zevcesi Şirin Hatun, o esnada, dört çocuğuyla birlikte, komşularına oturmaya gitmiştir. Kadın, evine döndüğü zaman bir de görüyor ki, kapısı kırılmış ve bütün eşyası etrafa dökülüp saçılmıştır. Haykırmaya başlıyor: “Yetişin, evimize eşkiya girdi!”... Bu feryadına karşılık olarak kadın, kapısının önünde, çocuklarıyla beraber öldürülüyor ve dolgun miktarda altını, parası ve eşyası yağma ediliyor.

5- Bu aralık Hozat'ın Zımbık köyünde (Şekspir)in hayaline bile taş çıkartacak bir vaka cereyan etmektedir. Erkekleri tamamiyle doğranmış olan köyün 100 kadar kadın ve çocuğu, sivri uçlu âletle öldürülüyor. Öldürülen kadınlar arasında biri, doğurmak üzere bir gebedir. Bu kadının karnına giren sivri uçlu alet, barsaklarını yere döküyor, rahmini parçalıyor ve kendisini öldürüyor. Tehlike geçtikten sonra gizlendikleri yerden çıkan birkaç kadın, ölüleri gözden geçirirken, bu kadının rahminden düşen çocuğun sağ olduğunu dehşetler içinde görüyorlar. Muazzam bir kader cilvesi olarak yaşamakta devam eden çocuğu alıyorlar, emzirtip büyütüyorlar ve ona “Besi” adını koyuyorlar. Bu kız bugün hâlâ aynı köyde ve hayattadır. Sivri uçlu âlet annesinin karnına girip rahmini deldiği zaman da onun topukçuğunda bir yara açmıştır; ve kız hâlâ bu yarayı topuğunda taşımaktadır.

6- Hozat’ın Dolantanır köyünden Veli isminde bir genç, Elazığ Muallim Mektebinde okuduktan sonra öğretmen olarak Trakyaya gönderilmiş, orada evlenmiş, 3 çocuk sahibi olmuş ve tam da Dersim hareketi başlamak üzereyken, karısı ve çocuklarıyla, yaz tatilini geçirmek üzere köyüne gitmiştir. Genç muallimin köyü, erkekli ve kadınlı, çocuklu ve ihtiyarlı doğranırken, kendisi, karısı ve çocukları da aynı akibete mahkûm edilmiş ve cesetleri yakılmıştır.

7- Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta… Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Vaziyet birden haber alınıyor. Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız masumlara silâh kullanamıyacaklarını söylemeğe mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet, en kara yüzlü çingeneden daha karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir dere içinde titreşe titreşe bekleyen 20 masumun işi bitiriliyor… "

Üstad Necip Fazıl Dersim trajedisini tek cümle ile özetliyor:

“Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur.”

Ve tarihin benzerine şahit olmadığı katliam, vahşet ve dehşetin sorumluları için şunları söylüyor:

“Celal Bayar’ın Başvekil ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay Başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim faciası, bütünleştirilmesini okuyucularımın hayaline ve istikbaldeki tarihçinin kalemine bıraktığımız birkaç teferruat çizgisi halinde budur ve her tavsifin üstündedir.”

Üstad, görünür sebepleri ne olursa olsun, Dersim trajedisinin gerçek sebebini şöyle açıklar:

“Dayandığı tek sebep de birtakım asayişsizlik ve itaatsizlik bahanesi altında, bütün Doğu Anadolu’yu kapsayıcı olarak, o mıntıkanın bir türlü sulandırılamayan koyu İslâmi rengidir.”

Büyük Doğu Dergisi’nde Dersim Faciasıyla ilgili yazılarının son bölümü olan 10 Şubat 1950 tarihli yazısında da Üstad şunları söylüyor:

Netice

1- Evvelki yazımızda, vesile ve şekil noktasından cihan tarihinde eşsiz olarak, on binlerce halis Türk ve Müslüman kanına giren kanlı ve tüyler ürpertici Dersim faciasının “giriş” yazısını takdim etmiş; geçen yazımızda da bu facianın korkunç ve insan ruhunu harap edici örneklerini vermiştik. Şimdi bu örneklerin, bir çuval içinde yalnız numûnelik birkaç pirinç tanesinden ibaret olduğunu kaydederek netice tablosuna geçelim...

2- Vatanın doğu mıntakasının batısına düşen ve sarp tabiat mânalarıyla çevrili olarak şimalde Munzur sıra dağları, şarkta Perisuyu, cenupta Murad suyu ve batıda Fırat nehri çerçevesine giren bu topraklar, Osmanlı İmparatorluğundan beri, gerek maddî ve gerek manevî vasıfları bakımından devlete karşı daimî bir itaatsizlik ve inkıyatsızlık mevzuu olmuş, büyük ve tarihî şekavet hareketlerine sahne teşkil etmiş ve hemen her idarenin talim ve terbiye aczini ifşada başlıca rolü oynamıştır.

3- Osmanlı İmparatorluğunun inhitat devirlerinden başlayarak bu devrin çizdiği sukut grafikleriyle mütenasip olarak Dersim ve havalisinin itaatsizlik ve inkıyatsızlık edası gittikçe kızıştı. Ruhî, içtimaî ve siyasî sukutun en feci terakki hengâmesi olan Tanzimat boyunca azgın bir yara haline geldi ve Meşrutiyette büsbütün azdı. Cumhuriyet devrinde ise, eski ve müzmin yangından tüten bir kaç basit duman işaretinden başka hiçbir şey göstermediği halde, başına malum olan mukabele geldi. Bu mukabelenin mânası, bir türlü tasfiye edilemeyen, ruhî ve içtimaî müessir noktaları tedavi olunamayan ve asla tedbire kavuşturulamayan birkaç yangın ve kundak noktası yüzünden, halis bir Türk evi ve Anadolu ocağı örneğinin topyekün yıkılması ve sona ermesidir.

4- Eğer bu tarzda bir tenkil hareketi mümkün kabul edilebilseydi, onu, tanzimattan başlayarak gelen çeşitli hükümet idarelerinden her biri yerine getirebilir, hele İttihatçılar gibi pervasızlıkta ve gözü karalıkta birinci çıkmış bir idare tarzı herkesten iyi becerirdi. Fakat bunlar, her türlü zulüm veya zulümden beter yumuşaklıklarına rağmen, bir mıntıkanın ananevi isyancılarına karşılık, bütün o mıntıkayı ve bütün masum örnekleriyle ve hiçbir düşman ve “katliâm” çetesinin yapmayacağı şekilde yakıp yıkmayı hayallerinden bile geçirmemişlerdir. Zira karşılarındaki kütle, bazı uygunsuz hallere yataklık etmesine rağmen, kendisindendir, saf ve halis Türk’tür ve her teşhisin başında, aslî ve mümessil unsurlarıyla Müslümandır.

5- Nüfusu 1935 yılında sayılan veya sayıldığı sanılan Tunceli’nin yüzde doksan sekizi köylere ait 108.000 insanı, 15.000 kadarı Kürt zannedilmek ve yarısından fazlası Alevî olmak şartıyla öz Türk’tür. Kürt zannedilenler de halis dağ Türkleri, Zazalar olarak asıllarına irca edilince, Akkoyunlu soyunun, mümkün olduğu kadar iptidaî, fakat en halis bir damarından gelen Dersim halkını, tamamiyle ve yekpare Türk ve yarı yarıya Alevî ve Sünnî kabul edebiliriz. Dersim'in Alevîlik sığınağı olması, Yavuz Sultan Selimin çektiği gerçek İslâm kılıcı önünde, Şah İsmail eliyle ruhları zehirlenmiş birçok Alevî Türklerin Dersim dağlarına ve sütrelerine iltica etmiş olmasındandır.

6- Hattâ, maalesef Müslümanlığı Türkün putperest mazisine kadar zıt yollar içinde inhirafa uğratan bu Alevilerde, eski Şaman hurafelerinin izleri hâlâ ve daima tüter. Bunlar, hak dinin hakikat yolundan sapmalarına karşı, ırkî hususiyet ve anane tamamiyetini en sâf mikyasta muhafaza etmişlerdir. Sünnî olan Dersim Türklerine gelince, onlar, yine Türklüğün öz ırk cevheri üzerinde, Müslümanlığın hakikî ruh ışığını temerküz ettirmiş, en nadir hassasiyet mayasıyla içli ve derin Anadolulunun tarih boyunca gelip giden öksüzlük melalini yaşatıcı, hem Müslümanlık ve hem Türklük bakımından som ve halis iptidaî madde unsurlarıdır….

7- Irkî cephesi tamam, dinî cephesi ise ancak dindarları alâkalandırabilecek bir bölünüş ifade eden Tunceli Türklerinin 1938’de flit ve tahtakurusu tozuyla öldürülmekten daha korkunç bir metotla, ana rahmindeki çocuktan, teneşir-deki ihtiyara kadar et makinesinden geçirilmesi, her ne olursa olsun, esasen hiçbir özür kabul etmezken, en hayalî ve itibarî mânada da tek bir özre malik değildir. Sadece, halkın ruh maktalarına kadar nüfuz edemeyen eski ve âciz idarelerin, hem kesip biçemeyici, hem de kavrayıp doğrultamayıcı şaşkınlığını, yani tabiî halini, bir devrin cumhuriyet idaresi, kökünden kesip biçmek şeklinde halletmek istemiş ve bunu, ne şu ve ne bu maksatla, fakat sadece Anadolu’nun göbeğinde yaşayan ve inkıyat tanımayan muhafazakâr bir ruhun, etrafına örnek teşkil etmesi için yapmıştır. Gaye, bu Anadolulu ruhuna zıt umdelerin terörle sineye çekilmesini temindi.

8- Dünyada her inkılâp ve ihtilâlin az çok ve tabiî sınırlar içinde kanlı olmasına mukabil, Son inkılâp, kansızca ve açıkgözce teslim aldığı Anadolu bütününü, teslim aldıktan sonra yıldırmak(!) için Dersim’i (poligon) olarak kullanmış ve bu (poligon)un hedefleri içine, gebe kadınların çıkık karınlarına ve ağzı süt kokan çocuklara kadar en aziz eşyayı merhametsizce dâhil etmiş ve on binlerce cana kıymıştır. Böylece İnkılâp, muhtaç olduğu kanı, teessüs ettikten ve esasen hiçbir aksülâmele imkân kalmadıktan sonra nehirler dolusu akıtmakla, hakikî gaye ve maksadının iç yüzünü belli etmiştir. Bu gaye ve maksat, muhafazakâr farz edilen bir sahanın bu ruha yataklık etmesine, üstüne kezzap dökerek mâni olmaktır ki, bu ölçünün altında şahısları tedip ve tenkil etmek değil, mukaddesatı ezmek gibi bir kast ve niyet yaşadığı apaçıktır.

9- Bugünkü sahte hak ve hürriyet kahramanlarının bilfiil başında bulunduğu ve en büyük mesuliyet hissesini taşıdığı Dersim Faciası, yarının tarih savcısı elinde, büyük âmme dâvası olarak açılacak olan 1 numaralı dâva dosyasını gösteriyor. Bu dosyada 1 numaralı mesul, son 25 senelik ruhî izmihlalin 1 numaralı müessiri; 2’nci ve 3’üncü numaralılar da şanlı demokrat Celâl Bayar ile, maalesef görünüşüyle içi ve mazisi birbirine uymayan Mareşal Fevzi Çakmaktır. Öbür numaraları kaydetmeğe bile değmez.”

SONUÇ:

Kimler hangi sebebe irca ederse etsin, devletin ‘isyan’, kimi istismarcıların Seyit Rıza ve topluluğu bahane edilerek “alevi” ve ‘etnik” kaygıyla değerlendirdikleri Dersim olayları’nın Necip Fazıl’ın dilinden belgelere dayalı olarak manâsı budur ve rejimin temellerinde bulunan ‘öfkeli harçlar’dan işaretler taşımaktadır.

Kimbilir CHP’nin sahiplenmesi, Onur ÖYMEN’in savunması ve Dersim’li CHP Milletvekili Kemal KILIÇDAROĞLU ve diğer milletvekillerinin alkışlamalarının sebebi belki de Necip Fazıl’ın söylediği “o mıntıkanın bir türlü sulandırılamayan koyu İslami rengi”nden midir?

Necip Fazıl’ın “Bir kıvılcım halinde gösterdiğimiz Dersim yangınının kömürleştirilmiş 50 bin ceset”ten kesitlerle anlattığı Dersim Olayları karşısında bugün bile kılı kıpırdamayıp, aksine olanları övünçle TBMM kürsüsünde anlatan ve onu alkışlayan CHP’ye doğu ve güneydoğu halkı halâ sıcak bakacak mıdır?

Üstadın 59 yıl önce (1950) “…yarının tarih savcısı elinde, büyük âmme dâvası olarak açılacak olan 1 numaralı dâva dosyasını gösteriyor.” Şeklinde bugünün tarihçisine havale ettiği DERSİM FACİASI DOSYASI, bu vesileyle açılıyor mu dersiniz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder