23 Kasım 2009 Pazartesi

18. yüzyılda bir mutasavvıf... TRABZON'LU ÇEDİKÇİ SÜLEYMAN ÇELEBİ...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Trabzon, tarihsel konumu, stratejik coğrafyası, kültürel çeşitliliği kadar sanat-edebiyat adamlarının eserlerine konu teşkil eden ‘ruhuyla’ da önemli bir şehirdir. Bunlardan Süleyman Nazif, Samih Rıfat, İ. Alaeddin Gövsa, A. Canip Yöntem, E. Hazım Tepeyran, Necip Fazıl, vs. ilk aklımıza gelenlerden. Trabzon’la ilgili düşünceleri eserlerinde kayıtlı.

Burada sözkonusu edeceğimiz, Çedikçi Süleyman Çelebi, H. 1112 (m. 1734) yılında Trabzon’da vefat etmiş, “hikmet ve muhabbet dağıtan aziz bir Mevlevî”dir.

Çedikçi Süleyman Çelebi ismine hiçbir eserde rastlanmıyor. Sadece, Türk şiirinde “Beş Hececiler” olarak bilinen edebî akımın şairlerinden Enis Behiç Koryürek’in “VÂRİDAT-I SÜLEYMAN –Çedikçi Süleyman Çelebi ruhundan ilhamlar” isimli meşhur eserine ismini veren ve eserdeki şiirleri kendisine “ilham yoluyla yazdıran” bir mutasavvıf olarak biliniyor.

Rahmetli Samiha Ayverdi’nin dostlarıyla yaptığı sohbetleri kapsayan ‘Mülâkatlar’ isimli kitabında geçen 22 Nisan 1947 tarihli bir sohbette, sohbete katılan Suad Plevne, Ayverdi’ye Enis Behiç’ten ve onun da içlerinde bulunduğu bir ‘ruh çağırma seansı’ndan bahsederek, “Enis Behiç’in dini bir muhitte yetişmemiş, hatta bayram namazına dahi gitmemiş, tasavvuftan da haberi olmayan” bir zat olduğunu, fakat “ondört sene evvel yine başının pek sıkıldığı bir gün rüyasında nurani bir zat gördüğünü” ve bu zatın kendisine “Sure-i İnşirah’ı ezberlettiğini” söyler. Enis Behiç, sabah kalktığında sure ezberindedir… Suat Plevne devam ediyor: “O tarihten sonra kendisinde bir uyanma ihtiyacı baş gösterir. Fakat ne tarafa yüzünü çevireceğini bilemez. Mehmet Ali Aynî Bey’den (Eski Trabzon Valisidir) biraz tefeyyüz eder ve kendisine bir vird verir. Bazen telefonla konuşurlar. Hepsi bu kadar. İşte o gece mecliste bulunanların teklifi üzerine masayı hazırladık. İlk şöyle bir işaret geldi: Ruh: - Ben Süleyman Çelebi!. S. Plevne:- Mevlüd-i Şerif nâzımı Süleyman Efendi mi? Ruh: - Hayır! Bende-i Mevlana’dan Çedikçi Süleyman Çelebi…”

Çedikçi Süleyman Çelebi, seansta bulunanların sorularına cevaplar verir ve Enis Behiç’e özel iltifatlarda bulunur. Ona ondört sene önce sûre-i inşirah’ı kendisinin öğrettiğini ve Enis Behiç’in bu dünya zulmetini nûra gark etmek için memur olduğunu söyler. Seans sırasında ve sonrasında Enis Behiç Koryürek’e birçok ilhamlarda bulunur ve Enis Behiç de bu ilhamlarla kendisine “yazdırılan” Varidat-ı Süleyman isimli şiir kitabını yayınlar. Süleyman Çelebi bir seans sırasında “Ben sizlere zevk-i şiir aşıladım” der.

(Not: Konumuz “ruh çağırma seansları” ve “reenkarnasyon” olmadığı için yazımızı bu eksene oturtmuyoruz. İtikadımız gereği reenkarnasyona inanmanın ‘küfür’ olduğunu da ifade edelim.)

Uzatmayalım. Şair Enis Behiç Koryürek’in hayatı 1946 yılından sonra Çedikçi Süleyman Çelebi’nin “uyarıları”yla değişir. Ruhunda adeta bir inkılâb olur.

Enis Behiç’ten 1949 yılında yayınlanan, Dante’nin “İlahi Komedya”sı gibi etki meydana getiren Vâridat-ı Süleyman’ın girişinde anlattığı Trabzon’lu Çedikçi Süleyman Çelebi’yi okuyoruz:

“Hicretin 1109’uncu yılının sonlarına doğru azgınlaşan karakış o kadar şiddetini arttırdı ki Haliç’in suları buz tuttu. 1110’uncu yıl girdiği zaman, İstanbul’un evlerinde, tekkelerinde kaynatılmağa başlanan aşûre kazanlarını karıştıran eller donuyordu. Hele Üsküdar’daki keskin ve aralıksız ayazdan ciğerler kavruluyor, göğüsler tıkanıyordu…

Camilerde, dergâhlarda toplanıp yüreklerindeki iman ateşiyle ısınan ve o mübarek ateşten canlarını tazeliyen halkın ‘veli’ gözüyle gördüğü Çedikçi Süleyman Çelebi kaç günlerdir görünmemişti. Ona bağlananlar üzüntü ve merak içindeydiler.

Pek solgun saz benizli, nârin minkaarî bir burunla mânâlanmış armûdî çehresini çerçeleyen hafif kırçıl sakallı, koyu kestane rengi dolgun kaşlar altında süzgün, adeta şaka eder gibi gülümseyen gözleriyle, baktığı insanın gönlüne ferahlık veren, ve bu bakışı derinlere geçince ruha ılık ve nuranî bir ürperiş getiren Çedikçi Süleyman Çelebi, hikmet ve muhabbet dağıtan aziz bir Mevlevî idi. Ondan ilâhi bir feyz almak, yahut üzüntü veya kuruntularla sislenmiş ruhlarını iman ve ümid ile aydınlatmak isteyerek çırpınanlar, sükûn ve tamkîne kavuşmak için, pervaneler gibi O’na koşarlar, derinlerden ışık saçarak varlıklarını saran sesini içerler, bu halâvetli ve mûnis, heybetli sesin gönüllerine döktüğü kelâm ve mana çağlayanında yıkanıp arınırlar, ve ‘nura varup nur alırlar…’

Enis Behiç devam ediyor:

“O kış böyle geçti. Yaz gelince, Çedikçi, biraz canlanıp, lâhût yoluna koşan ayacıklarına çediklerini giydi. Tatlı bir morlukla patlicâni renkte harmânisini omuzlarına attı. İçinden bir ses ona: “-Doğduğun yere git!” demişti.

Bindiği yelkenli Üsküdar önünden kanatlarını gererek Boğaziçine doğru uzaklaşırken, kıyılarda öbek öbek toplanıp yaşlı gözlerle O’nun ardından bakan ve okudukları ‘Gülbak’ın ahenk zinciriyle ruhlarını O’na bağlı tutan “yârân”ı, gemi gözden silininceye kadar öylece kaldılar… Ve sonra, ellerini göğüslerinde kavuşturup başlarını önlerine iğerek, kendi gönül hücrelerine döndüler…

Çedikçi Süleyman Çelebi Trabzon’a gitti.

Karadeniz’de bir yelkenli ile yazın yolculuk güzeldir amma, çok uzun sürüp arasıra da çalkantılı geçtiği için, Çelebi gibi nâzik bir fânîyi elbette biraz yorar. Sonra, Trabzon’un iklimi de rutubetlidir; o kıyılardan fışkıran koyu yeşillikler, hep rutubetten hayat alırlar, sislerle gelişip serpilirler… Süleyman Çelebi’nin üflediği nâye can veren ciğerleri ise bu iklimden faydalanamaz; ot değil ki yeşersin!..Sis, nem ona zehirdir.

O, doğduğu yere cesedini götürmüştü; rûhunu da orada sâhibi’ne teslim edecekti…

Fânî dünya ışıklarından cesed gözlerinin ilk kamaşdığı Trabzon’da, bir sonbahar günü, akşam ezanları okunurken, derin bir göğüs geçirme ile: “Allaaah!” dedi, ve daima gülümseyerek bakan gözlerini artık büsbütün yumdu… (Hic. Sene 1112)

Fânî ışıklar, ki ebediyet nûru karşısında birer ateş böceği kadar bile tutunamazlar, Çelebi için silinip bittiler. O, şimdi cesedinin küçülmüş külçesini Trabzon yeşilliklerinin altına bırakmakla rûhunu, sonsuz âlemlerin Ulular Ulusu olan rûhuna bir sönmez çerağ halinde kavuşturdu:

“Rûh sığmaz cesedin mahbesine, pür-heyecan,
Kalamaz şevk-ı Hüdâ maddede mahsûr gibi”

Diyen o değil mi? İşte ona bu sözleri söyleten Ulular Ulusu’na elbette ki döndü. Çünkü;

“Encâm-ü intihâsı miyâhın Deniz’ledir.”

O günden beridir, cesed, Trabzon’un nemli toprakları altında yatıyor…”

Enis Behiç hayıflanıyor:

“… Artık Çedikçi Süleyman Çelebi’yi bilen, anan kalmadı! Hiçbir kitapta, hiçbir kağıt parçası üzerinde O’nu bize bildiren birkaç satır olsun bulunmuyor… Zaten araştıran, saçmış olduğu hikmet ve muhabbetin eserlerini arayıp soran nereden olsun? Gitti… Bitti… Mezarı bile dümdüz oldu… Kayboldu. Ve nihayet, bütün o alanda geniş bir bahçe yapıldı. Şimdi, insanlar geliyor, geziyor, dolaşıyor, oturuyorlar… Belki ben de, Trabzon’a gittiğim vakit, tam O’nun mezarının üstünde oturdum!... Kim bilir, kim bilir? Ah, ölüm, sen bizi cesedlerimizden ayırmakla yok mu ediyorsun?..

Hayır, hayır! Yok olmuyoruz, yok olamayız, ve yok olmamalıyız! Süleyman da yok olmadı..”

Çedikçi Süleyman Çelebi gerçekten yaşadı mı? Yoksa ‘muhayyel’ bir şahsiyet midir? Biz burada, bu sorulara cevap aramayı değil, Enis Behiç Koryürek’in kaleminden Çedikçi Süleyman Çelebi’nin doğduğu ve öldüğü şehir olan Trabzon’a ilişkin cümlelerine yer verdik. Enis Behiç’in Çedikçi Süleyman Çelebi ve Trabzon’a dair bu muhteşem ifadeleri “mekânın insanla şereflendiği” gerçeğine güzel bir vurgudur.

Bir önemli ayrıntı da şudur: Enis Behiç’in Çedikçi Süleyman Çelebi’nin kabrinin “Mezarı bile dümdüz oldu… Kayboldu. Ve nihayet, bütün o alanda geniş bir bahçe yapıldı. Şimdi, insanlar geliyor, geziyor, dolaşıyor, oturuyorlar… Belki ben de, Trabzon’a gittiğim vakit, tam O’nun mezarının üstünde oturdum!...” dediği mezarlık, 1930’lu yılların sonunda Mustafa Kemal’in talimatı ve Umumi Müfettiş Tahsin Uzer’in emriyle yıkılıp “Atapark”a dönüştürülen İmaret mezarlığı’dır.

Çedikçi Süleyman Çelebi gibi nicelerinin kabirlerinin üzerine yapılan Atapark’ta bugünkü nesiller kahkaha atıyor !

Yaşasa da yaşamasa da, muhayyel de olsa, hakikat de olsa Trabzon’lu Çedikçi Süleyman Çelebi’ye “doğduğun yere git!” diye ‘emrolunması’nın altını önemle çiziyoruz.

Doğduğumuz şehre dönmenin ne demek olduğunu Çedikçi Süleyman Çelebi vesilesiyle daha iyi anlayabiliyor, hissedebiliyor muyuz?

XVIII. yy.da Trabzon’da doğup yaşayan ve bizlere (Divan şairi Şeyh Galib’in de şerh yazdığı) “Tuhfetü’l-Behiyye” isimli önemli bir eser bırakan Nakşî-Mevlevî Trabzonlu Kösec Ahmet Dede’yi sözkonusu eden 19 Mart 2008 tarihli yazımızın sonunda şöyle demiştik:

“Ve de anlıyoruz ki Trabzon bir zamanlar “muhabbet şerbeti içmiş” Kösec Ahmet Dede gibi âriflere de sahipti. Belki de daha niceleri var, eski kütüphanelerin, sahafların tozlu-rutubetli rafları arasında “sırrının aşikâr olması”nı bekleyen…”

Çedikçi Süleyman Çelebi de bunlardan birisi miydi? Adı hiçbir kitapta geçmese, bilinmese de kendisini bir rüyada “âşikâr” eden Süleyman Çelebi gibi Trabzon’a ruh veren, şehrin derûnunda nice “derîn eşhas” vardır ki, bilinmeyi/keşfedilmeyi bekleyen…

Enis Behiç’in kitabının sonunda Nedîm’in bir şiirinden dönüştürdüğü iki mısrayla bitirelim:

“Yok bu maddiyette ilhâm aldığın Mürşid, Enis!
Bir Velî-sûret görünmüş, bir “nasîb” olmuş sana!”

Muhayyel kabrinin Trabzon’da bulunması (kabristan yok edilse de) bizim için bir nasip midir?

(Günebakış, 25 Kasım 2009)





(Trabzon İmaret mezarlığının eski hali)




(İmaret mezarlığının yıkım çalışmaları-1930'lu yıllar)





(Yıkılıp üzerine Atapark yapılmış hali)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder