Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Şehirler vardır, yaklaştığınızda insanı ürpertir, içine girdiğinizde bir karabasan gibi ruhunuzu istila eder ve içinizi karartır. Üzerinize kasvet çöker.
Şehirler de vardır, yaklaştığınızda silüeti bile sizi kendine çeker, içine girdiğinizde huzur verir, her parçasında yansıttığı ‘ruhu’yla sizi kavrar.
Biri insanı heyûlâsıyla “sarsarken”, diğeri hayalleriyle “sarar” !
Şehir tarihçileri, tahlilcileri, mimarlar, şehirle uğraşan kültür ve sanat adamları, şehri “dert edinen”ler; kimi zaman şehirleri değişik sınıflamalara tabi tutarak şehrin biçim ve ruhuna ilişkin nitelemelerde bulunurlar. Bu nitelemelerinden yola çıkarak da ilgilendikleri şehri ‘bakışlarına uygun düşecek’ bir şablona oturttuklarını görürüz. Zihinlerindeki “şehir algısı” ne ise, şehri ona uygun olarak nitelerler.
Kimi şehirlerin bütün nitelemelere rağmen plânlara, şemalara, geometrik şekillere sığmayan, onları aşan bir “ruhu” vardır. Medeniyet taşıyıcısı şehirler bu “ruhu” üzerinde yaşayan insanlara hissettirir, onu içselleştirir ve şehrin insanla, insanın da şehirle olan ‘rabıta’sını kesintisiz bir şekilde sürdürürler. Çünkü dayandıkları tarihi-kültürel ve felsefî zemin böyle bir kuşatıcılığı gerekli kılar.
Üzerinde yaşayan insanlara kendisini “hissettiren” şehirler “şahsiyet kurucu” şehirlerdir. Yâni, tarihsel genlerine dayalı köklü geleneğiyle ‘teba’sına kimlik ve aidiyet bilinci verirler. Tebaasının ‘nerede durduğu’nu, ‘nereye gitmesi ve gitmemesi gerektiği’ni ona hissettirirler. Onlar şehri, şehir onları taşır.
Kasvet veren şehir, “şahsiyet kırıcı” şehirdir. Yahya Kemal’in bizim şehirlerimizi anlatırken “Son asrın şehirlerinde tarih yok… Yalnız hendesenin baskısı vardır…Ruhu ne kadar sıkar..” dediği şehirler bu türdendir. İtalyan yazar Calvino’nun New York için söylediği “geometrik, derinliksiz, geçmişsiz, gizemsiz bir şehir” tesbiti de “şahsiyet kırıcı” şehirler için çarpıcı bir tanımlamadır.
Huzur veren şehir ise; “şahsiyet kurucu” şehirdir. Evliyâ Çelebi’nin bir medeniyet şehrimiz için söylediği “ruhaniyetli şehir” nitelemesi bu türdendir. Tanpınar, Çelebi’nin bu nitelemesi için “Evliya Çelebi bu şehri sadece görmekle kalmamış, onun hakiki benliğini kavramıştır..” der. Devam eder Tanpınar: “Bu şehre tarih damgasını o kadar derin ve kuvvetle basmıştır. O her yerde kendi ritmi, kendi hususî zevkiyle vardır, her adımda önümüze çıkar…”
İşte “şahsiyet kurucu şehir”; içinde yürürken her adımınızda karşınıza çıkan, her baktığınızda gözüken, her işittiğinizde duyulan şehirdir. Bu şehir size şahsiyet verir. Bu şahsiyettir ki Tanpınar’a “cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu…”
Kendinizi “güvende” hissedeceğiniz şehir… Güvenliğinizin sağlandığı değil, önünde küçülmediğiniz, sizi ezmeyen şehir… Ruhunuzda metalik sesler değil, ruhanî titreşimler duyabileceğiniz şehir…
Ne acıdır ki, kültürel köklerimize sadık kalarak tüm dünya coğrafyasına taşınan ve halen de kısmen kendini hissettiren “şehir ruhu”nu öldürmek için elimizden geleni yaptık ve yapıyoruz. Eski yazarlarımızdan birisi 1940’lı yıllarda bir Yugoslav tarihçisine Süleymaniye camisini gezdirirken tarihçi, kendisine “Bu camiyi kimler yaptı?” diye sormuş. Hemen arkasından da ilâve etmiş: “Bu camiyi sizler yapamazsınız !” Aslında idrak eden için bu söz, savrulduğumuzun ve medeniyet ruhundan bir şey taşımadığımıza dair bize yapılmış bir hakarettir. Ne yazık ki ‘hakaret’ olarak almamız gereken bu cümleyi iltifat kabul ediyoruz. Yugoslav Tarihçi “Bu eserler ne yaptığını bilenlerin işidir!” demek ister. Bir yabancı tarihçinin bu gözlemi bize hiç mi birşey söylemiyor? Yugoslav tarihçinin bu sözünü genellediğimizde ve bugüne taşıdığımızda; neleri yapmışken nereleri yapamaz hale gelişimizin hazîn fotoğrafını görürüz.
Bir zamanların “şahsiyet kurucu şehir”lerini günümüzün “şahsiyet kırıcı şehir”lerine dönüştürmek için gösterilen gayret ve girişilen seferberliği görünce, kendi şehirlerimize karşı Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle “işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayet”i nasıl işlediğimizin cevabını veremiyoruz. Hatta cinayetlerimiz karşısında sadistçe tebessüm ediyoruz.
Mekânın insan üzerindeki doğrudan etkisi şehir bütününde kendisini gösterir. Bu etki ahlâkî bir kuşatıcılığı kapsar. Şehir insanının davranış biçimlerini bütünüyle dönüştüren bir etkidir bu.
Şahsiyet kuran-veren şehirden şahsiyet kıran-ezen şehre uzanan günümüzün şehirlerinden payını en çok alanlar şüphesiz tarihî şehirlerimizdir. Trabzon da içinde olmak üzere tarihsel dokusu büyük ölçüde kaybolan medeniyet şehirlerimizi “dönüştüren” zihniyet, nasıl böylesine katliamların halâ farkında olamıyor ?
Burada, tahribatın, yıkımın, ‘şahsiyet kırıcı şehir’ zihniyetinin başladığı tarihsel arkaplâna vurgu yapan Turgut Cansever’e kulak vermenin yeridir: “Anadolu Osmanlı şehirlerini yalnızca harabe ve gerilik zanneden Tanzimat aydınlarının tavrı, 1930’larda, mesalâ İstanbul’da ve pek çok Anadolu şehrinde birer mimarî şaheser olan evlerini, konaklarını terk edip yeni mahallelerin çirkin apartman katlarına taşınınca modernleştiğini sanan ve kendisini “ilerici”, “aydın” olarak tanımlayıp, tarihini ve halkının yüksek kültürünü anlamak yeteneğinden mahrum bir nesilde ve adına imar planı denilen iptidaî belgelerde yansımasını bulmuştur…” Peki bu halden kurtuluş mümkün mü? Ona da cevap veriyor Cansever: “ Bu büyük mirastan bugün bizlere kalan izler ve bunların değerlendirilmesi ile oluşacak yeni idrakin insanlarımızın içine sürüklendiği ahlâk dışı spekülâtif tavrın engellerini aşmak imkânı bulmak…”
Kimseyi “eski şehir nostaljisi”ne davet etmiyoruz! Geçmişe kaçmıyoruz. Geçmişi “yarınla birlikte bugünde yaşatacak” şehir ruhu ve idrakinden bahsediyoruz. Ve bu idrakin öncelikle kazanılması için şahsiyet kırıcı hale dönüşen şehirlerimizi tekrar şahsiyet kurucu şehre dönüştürmekle mümkün olabileceğini söylüyoruz…
İşte en zor ve temel mesele…
duzenliyahya@gmail.com
Şehirler vardır, yaklaştığınızda insanı ürpertir, içine girdiğinizde bir karabasan gibi ruhunuzu istila eder ve içinizi karartır. Üzerinize kasvet çöker.
Şehirler de vardır, yaklaştığınızda silüeti bile sizi kendine çeker, içine girdiğinizde huzur verir, her parçasında yansıttığı ‘ruhu’yla sizi kavrar.
Biri insanı heyûlâsıyla “sarsarken”, diğeri hayalleriyle “sarar” !
Şehir tarihçileri, tahlilcileri, mimarlar, şehirle uğraşan kültür ve sanat adamları, şehri “dert edinen”ler; kimi zaman şehirleri değişik sınıflamalara tabi tutarak şehrin biçim ve ruhuna ilişkin nitelemelerde bulunurlar. Bu nitelemelerinden yola çıkarak da ilgilendikleri şehri ‘bakışlarına uygun düşecek’ bir şablona oturttuklarını görürüz. Zihinlerindeki “şehir algısı” ne ise, şehri ona uygun olarak nitelerler.
Kimi şehirlerin bütün nitelemelere rağmen plânlara, şemalara, geometrik şekillere sığmayan, onları aşan bir “ruhu” vardır. Medeniyet taşıyıcısı şehirler bu “ruhu” üzerinde yaşayan insanlara hissettirir, onu içselleştirir ve şehrin insanla, insanın da şehirle olan ‘rabıta’sını kesintisiz bir şekilde sürdürürler. Çünkü dayandıkları tarihi-kültürel ve felsefî zemin böyle bir kuşatıcılığı gerekli kılar.
Üzerinde yaşayan insanlara kendisini “hissettiren” şehirler “şahsiyet kurucu” şehirlerdir. Yâni, tarihsel genlerine dayalı köklü geleneğiyle ‘teba’sına kimlik ve aidiyet bilinci verirler. Tebaasının ‘nerede durduğu’nu, ‘nereye gitmesi ve gitmemesi gerektiği’ni ona hissettirirler. Onlar şehri, şehir onları taşır.
Kasvet veren şehir, “şahsiyet kırıcı” şehirdir. Yahya Kemal’in bizim şehirlerimizi anlatırken “Son asrın şehirlerinde tarih yok… Yalnız hendesenin baskısı vardır…Ruhu ne kadar sıkar..” dediği şehirler bu türdendir. İtalyan yazar Calvino’nun New York için söylediği “geometrik, derinliksiz, geçmişsiz, gizemsiz bir şehir” tesbiti de “şahsiyet kırıcı” şehirler için çarpıcı bir tanımlamadır.
Huzur veren şehir ise; “şahsiyet kurucu” şehirdir. Evliyâ Çelebi’nin bir medeniyet şehrimiz için söylediği “ruhaniyetli şehir” nitelemesi bu türdendir. Tanpınar, Çelebi’nin bu nitelemesi için “Evliya Çelebi bu şehri sadece görmekle kalmamış, onun hakiki benliğini kavramıştır..” der. Devam eder Tanpınar: “Bu şehre tarih damgasını o kadar derin ve kuvvetle basmıştır. O her yerde kendi ritmi, kendi hususî zevkiyle vardır, her adımda önümüze çıkar…”
İşte “şahsiyet kurucu şehir”; içinde yürürken her adımınızda karşınıza çıkan, her baktığınızda gözüken, her işittiğinizde duyulan şehirdir. Bu şehir size şahsiyet verir. Bu şahsiyettir ki Tanpınar’a “cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu…”
Kendinizi “güvende” hissedeceğiniz şehir… Güvenliğinizin sağlandığı değil, önünde küçülmediğiniz, sizi ezmeyen şehir… Ruhunuzda metalik sesler değil, ruhanî titreşimler duyabileceğiniz şehir…
Ne acıdır ki, kültürel köklerimize sadık kalarak tüm dünya coğrafyasına taşınan ve halen de kısmen kendini hissettiren “şehir ruhu”nu öldürmek için elimizden geleni yaptık ve yapıyoruz. Eski yazarlarımızdan birisi 1940’lı yıllarda bir Yugoslav tarihçisine Süleymaniye camisini gezdirirken tarihçi, kendisine “Bu camiyi kimler yaptı?” diye sormuş. Hemen arkasından da ilâve etmiş: “Bu camiyi sizler yapamazsınız !” Aslında idrak eden için bu söz, savrulduğumuzun ve medeniyet ruhundan bir şey taşımadığımıza dair bize yapılmış bir hakarettir. Ne yazık ki ‘hakaret’ olarak almamız gereken bu cümleyi iltifat kabul ediyoruz. Yugoslav Tarihçi “Bu eserler ne yaptığını bilenlerin işidir!” demek ister. Bir yabancı tarihçinin bu gözlemi bize hiç mi birşey söylemiyor? Yugoslav tarihçinin bu sözünü genellediğimizde ve bugüne taşıdığımızda; neleri yapmışken nereleri yapamaz hale gelişimizin hazîn fotoğrafını görürüz.
Bir zamanların “şahsiyet kurucu şehir”lerini günümüzün “şahsiyet kırıcı şehir”lerine dönüştürmek için gösterilen gayret ve girişilen seferberliği görünce, kendi şehirlerimize karşı Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle “işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayet”i nasıl işlediğimizin cevabını veremiyoruz. Hatta cinayetlerimiz karşısında sadistçe tebessüm ediyoruz.
Mekânın insan üzerindeki doğrudan etkisi şehir bütününde kendisini gösterir. Bu etki ahlâkî bir kuşatıcılığı kapsar. Şehir insanının davranış biçimlerini bütünüyle dönüştüren bir etkidir bu.
Şahsiyet kuran-veren şehirden şahsiyet kıran-ezen şehre uzanan günümüzün şehirlerinden payını en çok alanlar şüphesiz tarihî şehirlerimizdir. Trabzon da içinde olmak üzere tarihsel dokusu büyük ölçüde kaybolan medeniyet şehirlerimizi “dönüştüren” zihniyet, nasıl böylesine katliamların halâ farkında olamıyor ?
Burada, tahribatın, yıkımın, ‘şahsiyet kırıcı şehir’ zihniyetinin başladığı tarihsel arkaplâna vurgu yapan Turgut Cansever’e kulak vermenin yeridir: “Anadolu Osmanlı şehirlerini yalnızca harabe ve gerilik zanneden Tanzimat aydınlarının tavrı, 1930’larda, mesalâ İstanbul’da ve pek çok Anadolu şehrinde birer mimarî şaheser olan evlerini, konaklarını terk edip yeni mahallelerin çirkin apartman katlarına taşınınca modernleştiğini sanan ve kendisini “ilerici”, “aydın” olarak tanımlayıp, tarihini ve halkının yüksek kültürünü anlamak yeteneğinden mahrum bir nesilde ve adına imar planı denilen iptidaî belgelerde yansımasını bulmuştur…” Peki bu halden kurtuluş mümkün mü? Ona da cevap veriyor Cansever: “ Bu büyük mirastan bugün bizlere kalan izler ve bunların değerlendirilmesi ile oluşacak yeni idrakin insanlarımızın içine sürüklendiği ahlâk dışı spekülâtif tavrın engellerini aşmak imkânı bulmak…”
Kimseyi “eski şehir nostaljisi”ne davet etmiyoruz! Geçmişe kaçmıyoruz. Geçmişi “yarınla birlikte bugünde yaşatacak” şehir ruhu ve idrakinden bahsediyoruz. Ve bu idrakin öncelikle kazanılması için şahsiyet kırıcı hale dönüşen şehirlerimizi tekrar şahsiyet kurucu şehre dönüştürmekle mümkün olabileceğini söylüyoruz…
İşte en zor ve temel mesele…
(Günebakış, 27 Ocak 2010)