Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
“Yabancı el sendromu” ve “Duygusuzluk sendromu” dünyada ender rastlanan hastalıklara verilen isimler…
İsviçre’den Türkiye’ye dönen bir arkadaşımla yabancılaşma, başkalaşma, kendi olmama, kendi kalamama hali üzerinde konuşurken, İngilizcesi “Alien hand syndrome” olan bir kavramdan bahsetti. Türkçe karşılığı “Yabancı el sendromu” olan bu kavramı Fransız televizyonlarından birisinde, insan beyniyle ilgili bir tıp programında duyduğunu ve ilgisini çektiğini söyledi.
Ayrıca öyle bir olayı aktardı ki, insanın dehşete düşmemesi mümkün değil. Bu olaya, daha doğrusu hastalığa verilen isim: “Duygusuzluk Sendromu!”
Televizyon programına davet edilen bir şahıs, editöre yaşadığı anormal halleri anlatıyor. Kendisine bakıldığında hasta gibi görünmüyor. Gayet normal tepkiler veriyor. Şahıs, trafik kazası geçirmiş. Kaza sonrasında doktorlar hiçbir hastalık, yara, darp, vs. belirtileri göremiyorlar. Hasta olduğuna dair hiçbir işaret, bulgu yok. Hastayı gönderiyorlar. Ancak, şahıs daha sonra hayatında meydana gelen olaylarda bazı problemler görüyor, seziyor ve bir psikoloğa gidiyor. Psikolog gerekli testleri yapıyor. Kendisine bazı fotoğraflar gösteriyor. Fotoğrafların bazıları dehşet verici, bazıları ise normal, nötr fotoğraflar. Bu fotoğraflar karşısında kendisini “nasıl hissettiği”ni soruyor. Hasta şahıs, sadece iyi ve kötü ayırımı yapabiliyor. Donmuş bir şekilde kendisine gösterilen fotoğraflara soğuk bakışlarla “iyi” ve “kötü” cevabını veriyor. Normal insana gösterildiğinde ürperten tepkilere sebep olan fotoğraflara karşı herhangi bir duyarlılık gösteremiyor, tepki veremiyor.
Testlerden sonra şahsa “duygularının yok olduğu” teşhisi konuluyor ve tedavisinin mümkün olmadığı bildiriliyor. Psikolog hastalığın adını da koyuyor: “Duygusuzluk Sendromu!”. Daha da ilginç ve dehşet olanı, hastanın söylediği şu ifadesi: “duygularım olsa da acı çekebilsem!”
Yukarıda bahsettiğimiz bir diğer hastalık, “Yabancı el sendromu”. Kendi eliniz kontrolünüzden çıkarak, boğazınızı sıkmaya veya vücudunuzun diğer organlarını tahrip etmeye başlıyor. Diğer elinizle onu durdurmaya, kendinizi kendi ‘yabancılaşmış organ’ınıza karşı korumaya çalışıyorsunuz.
Arkadaşımın bu olayı anlatmasından sonra “yabancı el sendromu” ile ilgili biraz araştırma yaptım. Hastalıkla ilgili 1900’lerin başında ilk bulgulara rastlanıyor. 1908 yılında Almanya’da bir kadın gece uyurken sol eli tarafından boğulmaya çalışıldığını söyleyerek Nörolog Goldstein’e başvuruyor. Kadın, elin kendisini öldürmeye çalıştığını ve şeytanlar tarafından yönetildiğini söylüyor. Başka bazı olaylarda da benzeri durumlar görülüyor ve yabancı elin ancak diğer elin müdahalesiyle durdurulacağı mümkün olabiliyor. Bir başka nörolog Feinberg, yaptığı incelemelerde “hastaların ellerinden birisinin kontrol dışı özgürce hareketler yaptığını ve bu davranışların şahsın bilinci dahilinde olmadığı”nı söyleyerek ‘yabancı el, kalem tutabilir, bardakları kaldırabilir, hatta hastanın boğazını kuvvetle sıkabilir.”diyor.
Ellerimizden birisi beynimizin kontrolü dışına çıkıyor ve vücuttan bağımsız, kontrol edilemeyen, ait olduğu bünyeyi tahrip edici hatta yok edici bir biçimde hareket ediyor.
Dehşet !
Bu olay bana metropollerimizde, şehirlerimizde yaşananları hatırlattı. Modern zamanların şehirleri, yabancı el sendromuyla izah edilebilecek bir yabancılaşmayı, tahribatı yaşıyor. Öyle bir yabancılaşma ve tahribat ki; şehri oluşturan parçalar sinerjik bir etki ile “şehir bütünü”nü besleyeceği, onu uyumlu bir bünye olarak devam ettirecekleri yerde, şehir organlarının oluşturduğu şehir bünyesi “sinerjik bir tepki” veriyor. Şehrin parçaları “ben sana ait değilim” dercesine ait olduğu bütüne isyan ediyor, onu sarsıyor, tahrip ediyor. Parçalar yâni şehrin mahalleleri, sokakları, işyerleri, sosyal alanları, yeşil alanları, mobilyaları…
Bir vücuttaki “yabancı el sendromu”nun şehirle doğrudan ilişkisini kurabiliyoruz.
Tarihî kültürümüzde, edebiyatımızda, hatta mutasavvıfların ifadelerinde, insan vücudu şehre benzetilir. Yunus Emre bir şiirinde : “İşbu vücud şehrine bir dem giresim gelir. İçindeki sultanın yüzün göresim gelir!” der. Yunus’un kasdettiği vücud şehrinin içindeki sultan, onu idare eden kalptir. Yunus’un şiirindeki ‘sultan’, “vücut şehri”yle uyumlu olarak yaşayanlarına huzur, bakanlarına da hayranlık telkin ederken, modern şehirlerimizin organları, ait oldukları vücut şehrinde “yabancı el sendromu”nu yaşamaktadırlar.
Kontrolden çıkan, hedefsiz, hangi yöne gittiği meçhul bir biçimde varlığını sürdüren şehirlerimiz, tedavisi mümkün olmayan bir yabancı el sendromunu bütünüyle yaşıyor.
Yabancı el sendromuyla ifade ve izah edilebilecek şehirlerimizin başında öncelikle “medeniyet şehirleri” geliyor. Ait olduğu tarih-kültür ve medeniyetten koparılarak, yabancı şehir dokularının nakledildiği bu medeniyet şehirleri, nakledilen dokularla uyuşmazlık yaşaması bir tarafa, o dokular, “vücut şehri”ni hırpalıyor, törpülüyor, sarsıyor. Uyumsuz bir bünye ifrazatına sebep oluyor.
Bunu kim görebiliyor? Şehirlerde “yabancı el sendromu”nun farkına kim varabiliyor ? Hangi organının ne zaman nasıl bir tepki verip şehri tahrip edeceği bilinmeyen bir şehirde bu hal olağanlaşmaya başlıyor ve bu ‘heterojik bileşim’ şehir diye algılanıyor.
L. Wirth; “Bir yaşama biçimi olarak şehircilik” isimli yazısında şehrin ‘yanlış algı’lanan ve bu algının ‘doğru’ olarak vehim haline getirilmesine vurgu yaparak, şehrin sadece maddi organlardan ibaret olmadığını söylüyor fakat duyan yok: “Şehirliliği, şehrin fiziksel varlığı ile tanımlamaya devam ettiğimiz sürece…, yeterli bir kentsellik kavramına ulaşmaya muktedir olamayız.”
Şehrin maddî unsurlarının kontrolden çıkması, kendine yabancılaşmasının yanında asıl trajik olanı: Şehrin ruhen yabancılaşmasıdır. Bu trajediye bir batılı şehirci işaret ediyor: “Modern şehir, dışsal ve formel yapısını yitirmektedir. İçsel olarak bir bozulma, çürüme halindedir… Şehir çağının sonuna gelinmiş görünüyor…”
Demek ki “şehircilik davası” sadece kendini şehirci zanneden teknisyenlere, belediye başkanlarına, teknisyenlere bırakılamayacak kadar önemli bir davadır. Tüm bunların üzerinde bir “medeniyet mantalitesi” taşıyanların anlayabilecekleri bir ‘büyük dava’dır.
“Yaşadığımız şehir”i sadece “ikamet ettiğimiz” şehirden ibaret görenlerin farkına varamayacakları bir “yabancı el sendromu”na tutulan şehrimizin trajik hali kime ne söyler?
Bir gün şehir mobilyalarının, plazalarının, caddelerinin, kamu binalarının, parkların, hatta ibadet yeri camilerin bile ‘yabancı el sendromu’yla üzerimize yürüyeceklerini düşünebiliyor muyuz? Belki de yürümeye başlamışlardır, kimbilir ?
Şehir davası öyle büyük bir davadır ki, onu Üstad Necip Fazıl söylesin:
“Bu öyle bir memuriyettir ki, yerine getirebilen gerçek bir kahraman, getiremeyen de, büyük bir müflis olarak ortaya çıkmaya mahkûmdur. Böyle (misyon)lar küçük ve orta tiplere yüklenmez; büyüklere, çok büyüklere yüklenir ve işinin büyüklüğüne cevap vermeyen ve küçük kalmak isteyen tip, mutlaka ezilip gider…”
Şehrin imar, iskân ve ihyasına memur bulunan“şehreminleri” farkında mısınız bu azîm dâvânın?
Size emanet edilen şehrin her organını yerli yerine oturtmak, yeniden imar ve ihya etmek herkesten önce emanet edene borcunuzdur!
duzenliyahya@gmail.com
“Yabancı el sendromu” ve “Duygusuzluk sendromu” dünyada ender rastlanan hastalıklara verilen isimler…
İsviçre’den Türkiye’ye dönen bir arkadaşımla yabancılaşma, başkalaşma, kendi olmama, kendi kalamama hali üzerinde konuşurken, İngilizcesi “Alien hand syndrome” olan bir kavramdan bahsetti. Türkçe karşılığı “Yabancı el sendromu” olan bu kavramı Fransız televizyonlarından birisinde, insan beyniyle ilgili bir tıp programında duyduğunu ve ilgisini çektiğini söyledi.
Ayrıca öyle bir olayı aktardı ki, insanın dehşete düşmemesi mümkün değil. Bu olaya, daha doğrusu hastalığa verilen isim: “Duygusuzluk Sendromu!”
Televizyon programına davet edilen bir şahıs, editöre yaşadığı anormal halleri anlatıyor. Kendisine bakıldığında hasta gibi görünmüyor. Gayet normal tepkiler veriyor. Şahıs, trafik kazası geçirmiş. Kaza sonrasında doktorlar hiçbir hastalık, yara, darp, vs. belirtileri göremiyorlar. Hasta olduğuna dair hiçbir işaret, bulgu yok. Hastayı gönderiyorlar. Ancak, şahıs daha sonra hayatında meydana gelen olaylarda bazı problemler görüyor, seziyor ve bir psikoloğa gidiyor. Psikolog gerekli testleri yapıyor. Kendisine bazı fotoğraflar gösteriyor. Fotoğrafların bazıları dehşet verici, bazıları ise normal, nötr fotoğraflar. Bu fotoğraflar karşısında kendisini “nasıl hissettiği”ni soruyor. Hasta şahıs, sadece iyi ve kötü ayırımı yapabiliyor. Donmuş bir şekilde kendisine gösterilen fotoğraflara soğuk bakışlarla “iyi” ve “kötü” cevabını veriyor. Normal insana gösterildiğinde ürperten tepkilere sebep olan fotoğraflara karşı herhangi bir duyarlılık gösteremiyor, tepki veremiyor.
Testlerden sonra şahsa “duygularının yok olduğu” teşhisi konuluyor ve tedavisinin mümkün olmadığı bildiriliyor. Psikolog hastalığın adını da koyuyor: “Duygusuzluk Sendromu!”. Daha da ilginç ve dehşet olanı, hastanın söylediği şu ifadesi: “duygularım olsa da acı çekebilsem!”
Yukarıda bahsettiğimiz bir diğer hastalık, “Yabancı el sendromu”. Kendi eliniz kontrolünüzden çıkarak, boğazınızı sıkmaya veya vücudunuzun diğer organlarını tahrip etmeye başlıyor. Diğer elinizle onu durdurmaya, kendinizi kendi ‘yabancılaşmış organ’ınıza karşı korumaya çalışıyorsunuz.
Arkadaşımın bu olayı anlatmasından sonra “yabancı el sendromu” ile ilgili biraz araştırma yaptım. Hastalıkla ilgili 1900’lerin başında ilk bulgulara rastlanıyor. 1908 yılında Almanya’da bir kadın gece uyurken sol eli tarafından boğulmaya çalışıldığını söyleyerek Nörolog Goldstein’e başvuruyor. Kadın, elin kendisini öldürmeye çalıştığını ve şeytanlar tarafından yönetildiğini söylüyor. Başka bazı olaylarda da benzeri durumlar görülüyor ve yabancı elin ancak diğer elin müdahalesiyle durdurulacağı mümkün olabiliyor. Bir başka nörolog Feinberg, yaptığı incelemelerde “hastaların ellerinden birisinin kontrol dışı özgürce hareketler yaptığını ve bu davranışların şahsın bilinci dahilinde olmadığı”nı söyleyerek ‘yabancı el, kalem tutabilir, bardakları kaldırabilir, hatta hastanın boğazını kuvvetle sıkabilir.”diyor.
Ellerimizden birisi beynimizin kontrolü dışına çıkıyor ve vücuttan bağımsız, kontrol edilemeyen, ait olduğu bünyeyi tahrip edici hatta yok edici bir biçimde hareket ediyor.
Dehşet !
Bu olay bana metropollerimizde, şehirlerimizde yaşananları hatırlattı. Modern zamanların şehirleri, yabancı el sendromuyla izah edilebilecek bir yabancılaşmayı, tahribatı yaşıyor. Öyle bir yabancılaşma ve tahribat ki; şehri oluşturan parçalar sinerjik bir etki ile “şehir bütünü”nü besleyeceği, onu uyumlu bir bünye olarak devam ettirecekleri yerde, şehir organlarının oluşturduğu şehir bünyesi “sinerjik bir tepki” veriyor. Şehrin parçaları “ben sana ait değilim” dercesine ait olduğu bütüne isyan ediyor, onu sarsıyor, tahrip ediyor. Parçalar yâni şehrin mahalleleri, sokakları, işyerleri, sosyal alanları, yeşil alanları, mobilyaları…
Bir vücuttaki “yabancı el sendromu”nun şehirle doğrudan ilişkisini kurabiliyoruz.
Tarihî kültürümüzde, edebiyatımızda, hatta mutasavvıfların ifadelerinde, insan vücudu şehre benzetilir. Yunus Emre bir şiirinde : “İşbu vücud şehrine bir dem giresim gelir. İçindeki sultanın yüzün göresim gelir!” der. Yunus’un kasdettiği vücud şehrinin içindeki sultan, onu idare eden kalptir. Yunus’un şiirindeki ‘sultan’, “vücut şehri”yle uyumlu olarak yaşayanlarına huzur, bakanlarına da hayranlık telkin ederken, modern şehirlerimizin organları, ait oldukları vücut şehrinde “yabancı el sendromu”nu yaşamaktadırlar.
Kontrolden çıkan, hedefsiz, hangi yöne gittiği meçhul bir biçimde varlığını sürdüren şehirlerimiz, tedavisi mümkün olmayan bir yabancı el sendromunu bütünüyle yaşıyor.
Yabancı el sendromuyla ifade ve izah edilebilecek şehirlerimizin başında öncelikle “medeniyet şehirleri” geliyor. Ait olduğu tarih-kültür ve medeniyetten koparılarak, yabancı şehir dokularının nakledildiği bu medeniyet şehirleri, nakledilen dokularla uyuşmazlık yaşaması bir tarafa, o dokular, “vücut şehri”ni hırpalıyor, törpülüyor, sarsıyor. Uyumsuz bir bünye ifrazatına sebep oluyor.
Bunu kim görebiliyor? Şehirlerde “yabancı el sendromu”nun farkına kim varabiliyor ? Hangi organının ne zaman nasıl bir tepki verip şehri tahrip edeceği bilinmeyen bir şehirde bu hal olağanlaşmaya başlıyor ve bu ‘heterojik bileşim’ şehir diye algılanıyor.
L. Wirth; “Bir yaşama biçimi olarak şehircilik” isimli yazısında şehrin ‘yanlış algı’lanan ve bu algının ‘doğru’ olarak vehim haline getirilmesine vurgu yaparak, şehrin sadece maddi organlardan ibaret olmadığını söylüyor fakat duyan yok: “Şehirliliği, şehrin fiziksel varlığı ile tanımlamaya devam ettiğimiz sürece…, yeterli bir kentsellik kavramına ulaşmaya muktedir olamayız.”
Şehrin maddî unsurlarının kontrolden çıkması, kendine yabancılaşmasının yanında asıl trajik olanı: Şehrin ruhen yabancılaşmasıdır. Bu trajediye bir batılı şehirci işaret ediyor: “Modern şehir, dışsal ve formel yapısını yitirmektedir. İçsel olarak bir bozulma, çürüme halindedir… Şehir çağının sonuna gelinmiş görünüyor…”
Demek ki “şehircilik davası” sadece kendini şehirci zanneden teknisyenlere, belediye başkanlarına, teknisyenlere bırakılamayacak kadar önemli bir davadır. Tüm bunların üzerinde bir “medeniyet mantalitesi” taşıyanların anlayabilecekleri bir ‘büyük dava’dır.
“Yaşadığımız şehir”i sadece “ikamet ettiğimiz” şehirden ibaret görenlerin farkına varamayacakları bir “yabancı el sendromu”na tutulan şehrimizin trajik hali kime ne söyler?
Bir gün şehir mobilyalarının, plazalarının, caddelerinin, kamu binalarının, parkların, hatta ibadet yeri camilerin bile ‘yabancı el sendromu’yla üzerimize yürüyeceklerini düşünebiliyor muyuz? Belki de yürümeye başlamışlardır, kimbilir ?
Şehir davası öyle büyük bir davadır ki, onu Üstad Necip Fazıl söylesin:
“Bu öyle bir memuriyettir ki, yerine getirebilen gerçek bir kahraman, getiremeyen de, büyük bir müflis olarak ortaya çıkmaya mahkûmdur. Böyle (misyon)lar küçük ve orta tiplere yüklenmez; büyüklere, çok büyüklere yüklenir ve işinin büyüklüğüne cevap vermeyen ve küçük kalmak isteyen tip, mutlaka ezilip gider…”
Şehrin imar, iskân ve ihyasına memur bulunan“şehreminleri” farkında mısınız bu azîm dâvânın?
Size emanet edilen şehrin her organını yerli yerine oturtmak, yeniden imar ve ihya etmek herkesten önce emanet edene borcunuzdur!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder