12 Ocak 2010 Salı

ŞEHİR VE ŞAİR

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Üstad Necip Fazıl, “Çile”sinin “Şehir” bölümündeki bir mısraında, şehrin insanı kasvete sürükleyen, hakikatinden/kendisinden uzaklaştıran, ‘yolu tıkayan’ yabancılaştırıcı etkisini vurgular ve “Bir küçük iğne yok mu şehrin kalbini delen?” sorusuyla da bu olumsuzluğa çözüm arar. Daha doğrusu bu olumsuzluğu cevaplandırır, çözer. O, Şehrin ‘iltihab’ını akıtmak için “bir küçük iğne” marifetiyle “bir büyük iş” yapacakların peşindedir.

Şairin dilinden şehri “seyr”etmenin ne olduğunu Üstad’ın sadece “Canım İstanbul”la “Karacaahmet” şiirlerini okuyanlar bilirler. Üstad; İnsanın “yaşarken” ve ölümden sonraki hayatın hakikatine ilişkin mezarı/kabri kastederek “Onda sırların sırrı: Bulmak için kaybetmek” derken, ‘kaybedilen hayat’ın, aslında ‘sahip olunduğu zannedilen hayat’ın hakikatini bulmak için onun ‘suretini kaybetmek’ gibi sırlarla dolu olduğuna da işaret eder.

Biz; şehrin gerçek ruhunu ancak şairin yansıtabileceğine inananlardanız. Onun bir hecesi, kelimesi veya mısrasının zihinleri darmadağın eden, şehri kavuran bir etkiye sahip olduğuna inananlardanız. Onun için Üstad’ın “Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar” dediği şehir idraki, ruhun bütün iniş çıkış, oluş ve varoluşlarıyla şehir kalıbına döküldüğünü insana hissettirir.

Şair “huzur”da olan adamdır ! Yâni “Huzursuz” adamdır! Mekânı neresi olursa olsun, “Kimin huzurundayım? Ve Niçin huzurdayım” sorusu onu “huzursuz” kılar !

İnsanî duyarlılığın tahammül edilemez yükü şairlerin omzundadır. Bütün meseleler gibi, şehir ve ölüm de şairin önemli meselelerindendir.

Müteşair olmayan Şair bir dostumuz, şehir-şair ilişkisine dair sohbetimiz sırasında, işin bir başka cephesini de vurguladı: “Şairler aynı zamanda şehirde pek sevilmezler. Çünkü şehrin fiyakasını bozarlar.” Böyle bakınca gerçekten de öyle ! Çünkü şehrin “yaşayan dil”i şairin rahatsız olduğu bayağı, sıradan bir dildir. Onun içindir ki “kendi içinde bulundukları, yaşadıkları dili reddedenler” şairdir. Kodlaştırılmış, sınırlandırılmış, düzenlenmiş bir dil, şairin muhtevasını taşımaya müsait olmayan, ifade imkanı vermeyen bir dildir. Şair bu “şehir dili”ni sevmez, sevemez. Tabiatına aykırıdır.

Onun içindir ki; şairin şehirde şehrâyine, yâni coşkulu gösteriye ihtiyacı yoktur. Tam aksine, âlemi şehrayin olarak görür. Sürekli donatışlar, çatlamalar, patlayışlar şehrin kendisini şaire sunmasıdır.

Üstad Necip Fazıl da “Şehirlerin Dışından” başlıklı şiirinde, şehirde kendi dışlanmışlığını değil; kendini şehirden dışarı çıkararak, kaçışı değil var olan algı ve kurallar nedeniyle tutunamayışını şu mısralarında dile getiriyor:

“Kalk arkadaş gidelim !

Dünyayı seyredelim,
Şehirlerin dışından
.…
Yollar bizden bir izdir,
Ne duysak sesimizdir.
Ne görsek benzer bize
.…
Ölen ölür, yıpranmaz;
Giden, gider, aranmaz.
Böyle geçer ömrümüz,
Bir gün gelir ölürüz,
Haberimiz olmadan.
Ve o zaman o zaman,
Hayat neymiş görürsün!
Bırak, keyfini sürsün,
Şehirlerin, köleler !
Yeter bizi tuttuğu !

“ Şehirde hayat ve ölümden habersizlik ! İnsanı ürperten bir duygusuzluk !

Şairin idrakinde “hayatın ne olduğu”nu anlayamayan “şehirde keyif süren köleler”e şehri bırakarak, daha doğrusu onların “şehir algıları”nı terk ederek, her soylu idrakin, Üstad gibi şehrine dönüp bakarak kendi “idrak seviyesi”nce “Kalk arkadaş gidelim!” demesi bir mecburiyettir ! Şehrine karşı bir mecburiyet ! Bu mecburiyet, şehrinden uzaklaşmak değil, şehri “hakikatiyle” idrak etmek demektir.

Şairin şehri de aşmış hayat idraki o derece derindir ki, onu şöyle izah eder: “Yerde düzgün yürüyemeyişim ayaklarımla ilgili değil, kanatlarımın büyüklüğündendir.” Bu bir narsist bir ifade değil, taşıdığı yükün farkında olma halidir.

Sözün burasında şair İsmet Özel’in “Üç Frenk Havası”ndan aldığımız mısraları okuyalım:

“Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata
...
kaba solgun kağıtlar sunardı
şehrin insanı bana

...
şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin
...
Ogün bugün, şehri dünyanın üstüne kapatıp bıraktım
...
biz artık bunlar olarak gidiyoruz
eylesin neyleyecekse şehrin insanı
...
şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
bozuk paraların insanı, sivilcelerin.
...
ama neler olup bittiğini hiç bir ayetten
hiçbir vakit anlamayacak şehrin insanı

...
şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin

Şablonlardan, kalıplardan bakılınca görülemeyecek şeyleri, şehrin hakikatini ancak şair görebilir.

Şehri “hakikatiyle görmek” için mutlaka “şair olmak” gibi bir yükümlülüğümüz var mı? Şüphesiz bu hal; ruh kasları müsait ender şahsiyetlere mahsus bir yükümlülüktür. Bize düşen ise; şairin şehir idrakinden aldığımız “pay”la şehre bakabilmektir.

Şimdi, yazımızın başındaki sorumuzu tekrarlayalım: Şair mi şehrinden, şehir mi şairden sorumludur?

(Günebakış, 13 Ocak 2010)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder