20 Ocak 2010 Çarşamba

“TÜRKİYE’NİN İSLAM DÜNYASINDA ENTELEKTÜEL ROLÜ NİÇİN YOK?”

VEYA “SÖMÜRGE FORMATI”YLA DÜŞÜNMEK…

-Necip Fazıl ekseninde bir değerlendirme-

Yahya DÜZENLİ

Yazımızın başlığı, Türkiye Newsweek Dergisinin 5 Nisan 2009 tarihli sayısında Denet C. Tezel imzalı “Söz Gümüş’te, sükût entelektüelde” başlıklı yazının alt başlığı. Soru, bağlamından koparıldığında “doğru” sorulmuş bir soru.

Sözkonusu yazıda, George Washington Üniversitesi İslam Araştırmaları Profesörü Seyyid Hüseyin Nasr’ın Ocak ayında geldiği İstanbul’da Newsweek Türkiye’ye verdiği röportajda “Türkiye İslam dünyasında hiçbir entelektüel rol oynamıyor” tesbitini yapıyor ve “Beş milyonluk Lübnan’ın Türkiye’den daha fazla etkisi var” diyor. Bunun nedeni Nasr’a göre “İslam dünyasını etkileyen Türk entelektüellerinin bulunmaması.”

Nasr’ın röportajından yola çıkan yazar, Türkçeden Arapçaya, Arapçadan Türkçeye çevrilen yayınlarla ilgili bazı istatistiki rakamlar veriyor ve bu rakamların vehametine vurgu yapıyor.

Yazının gramatik ayrıntılarına girmeden bazı cümleleri buraya nakledip, konu ile ilgili düşüncelerimizi ifade edelim.

“19. yüzyıl sonunda görünen Osmanlı etkisinin sosyopolitik nedenlerle Ortadoğu’da bir daha asla yaşanmayacağı….. Türkiye’de din düşünürlerinin Müslüman siyasi liderlerin yarattığı etkinin gerisinde kaldığı…. Bu durumun temel nedeni, İslam’la ulus-devlet kavramları arasındaki zıtlık…” (Columbia Ün. Ortadoğu Ens. Direktörü Tarih Prof. Richard W. Bulliet

“… İsmet Özel, Rasim Özdenören ve Ali Bulaç gibi düşünürler ‘aydın’ statüsünde. Oysa İslam dünyasında ‘alim’ ve ‘ulema’ sınıfı etkilidir….” (Amerikalı Prof. Michael Meeker.)

Yazının en ilginç tesbitlerinden birisi de şimdilerde “zaman karasularında dolaşan” Ali Bulaç’ın düşünceleri… Bulaç sözkonusu yazıda ifade ettiği görüşlerinde;

“Müslüman entelektüel hayatın darbe aldığı”na vurgu yaparak “eskiden evlerde derinlikli kitaplar, tefsirler okunur, üzerinde tartışılırdı. Şimdi az bir şey okunuyor, arkasından politika konuşuluyor.” diyerek taşralı “köy odası sohbetleri”ni terk etmenin, AKP’nin iktidara gelmesinin ve devletin Müslüman entelektüelleri istihdam etmesinin, İslam coğrafyasında Türkiye’nin entelektüel bir rolünün niçin olmadığı? Sorusunun cevabı olarak veriyor.

İkisi suyun “öte yaka”sından diğeri “bu yaka”dan her üç görüş sahibinin yanılgısı veya göremediği temel vakıa şu: 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında İslâm dünyasında yaşanan siyasi gelişmeler; islâmi arayışların ekseninde temel belirleyici olmuştur. Sömürgeleştirilen Ortadoğu, Osmanlı sonrası arayışlarında “ulema” eksenli çıkışlarını “sömürgeleştirilmiş ülke uleması” konseptinin dışına çıkamamıştır. Bu yıllarda öne çıkan hareketler bütünüyle bir “tecdit-yenileme” arayışları değil, “reformist” arayışlardır. Tarihsel İslâmi birikiminin yeni dünya şartlarında, bütünlüğü korunarak “yorumlanması” yerine, sömürgeci zihniyetin etkisinde eklektik-reformist bir çizgi benimsenmiştir. Bu “akım”ın önemli temsilcileri; Muhammet Abduh, Cemalettin Efgani, Reşit Rıza gibi isimlerdir. Daha sonra Seyyid Kutup, Mevdudî ve en son Fazlurrahman’la devam eden, asla İslam coğrafyasında doğru bir karşılık bulamayan ve bulamayacak olan, kendi dar, sığ ve ‘sığınmacı’ şablonlarına mahkûm, ideolojik plana çıkmaktan çok, psikoloji olarak varlığını devam ettirmek isteyen reformcu bir anlayışa saplanmışlardır.

Ortadoğu kaynaklı, Pakistan sıçramalı bu reformist arayışların en üst algı ve anlayış seviyesi, o dönemin çalkantılı şartlarında bile Osmanlı ulema ve aydınlarının idrak düzeylerine, entelektüel seviyelerine ulaşamamıştır. Örnek olarak Ahmet Cevdet Paşa ve Sait Halim Paşa’yı göstermek yeter.

Şu gerçeğin altını özellikle çizmek gerekiyor: Abduh, Afgani, Reşit Rıza, vs. gibi reformcu isimlerin bu dönemde ortaya çıkış şartlarını belirleyen sömürge zihniyetidir. Yâni Ortadoğudaki İslâmi varoluş çabalarının kaynağı da İngiliz ve Batı sömürge zihniyetinin dinamikleridir. İslâm dünyasında “tedavüle sunulması” gereken bir İslâm algısı sömürgeci zihniyet tarafından “reformist karakterli” düşünceler yaygınlaştırılmaya çalışılmış, bizzat batılılar tarafından servis edilmiştir. Türkiye’de çok fazla etkilerinin olamayışını, imparatorluk mirası, medeniyet arka planı, Osmanlı İslâmi düşünce geleneğinin sürekliliği Ortadoğu menşeli “İslam algı”larına itibar ettirmemiştir.

Tarihsel derinliği olmayan bu reformist karakterli düşünceler
, hareketler, bütünüyle bir “dönüştürücü” mahiyetten uzaktır. ‘Orijinal-özgün’ bir nitelikleri yoktur. Hatta böyle bir ihtiyacın farkında bile değillerdir. Fazlurrahman da içerisinde olmak üzere ortalamanın altında bir “İlâhiyat akademisyeni”nin yapabileceği, ortaya koyabileceği düşüncelerdir. Düşünceden çok, nakillerdir.

Oysa ki; Osmanlı-Anadolu coğrafyasının tüm zaman dilimlerinde özgün nitelikli bir potansiyeli, muhtevası, bunun ortaya koyulduğu zeminler vardır. Ancak bunları görebilecek, anlayabilecek düşünce parametlerinin sözkonusu reformist zihniyette olmayışı; “kendi idraklerinden ibaret” bir algıya saplanmalarına neden de olmuştur.

İslâm dünyasında özgün nitelikli, dönüştürücü, tutarlı bir bütünlükte yeni bir “dünya görüşü” oluşturma “ihtiyacı”nı görememe, anlayamama giderek bugünlere kadar gelmiş ve bugün bile yüzyıl öncesindeki reformist şablonların egemen olduğu “seviye”dedir.

Tam da bu noktada, içeriden birisi olan Cezayir eski Devlet Başkanı Ahmet Bin Bellâ, Ortadoğu’daki İslami düşünce ve hareketlere şu önemli eleştirileri getiriyor:

“..Onların mükemmel bir ideolojilerinin bulunmaması ve herhangi bir programlarının olamayışı gibi olumsuz yönlerinin çok önemli rolü vardır. Onların İslamiyet ve Müslümanlığın durumu, hakkında herhangi bir analiz veya düşünceleri yoktur. Onlar mevcut dünya düzeni hakkında veya bu düzenin hedefleri, gayeleri, karakteri ya da bize yaptığı etkileri, yahut bünyesi hakkında herhangi bir düşünceye de sahip değildirler. Sonra, tabii olarak bu düzenden kurtulmak için onların uyulması gereken HERHANGİ BİR DÜŞÜNCE MODELLERİ de yoktur. Bu saydıklarımızdan hiçbir şeyi onların yaptığını görmüyorum…”

Ahmet Bin Bellâ, devam ediyor: “Mutlaka medeniyetimizle ilgili bir sistem ortaya koymalıyız. Bu sistem için siyasi bir yorum bulmamız gerekmektedir… Farklılık ancak burada veya şurada tatbik edilmesi sırasında ortaya çıkacak veriler açısından olmalıdır… Selefiyye’nin herhangi bir kolunun bu konularla ilgilendiğini maalesef göremiyorum…”

Bütün İslam Dünyası yazar, düşünür, edebiyatçı, bilim adamı, vs.leri içerisinde sadece Ahmed Bin Bellâ bu temel ve en önemli ihtiyaca vurgu yapmış ve bir “medeniyet projesi ortaya konulmadan ortaya çıkacak bütün düşünce hareketlerinin köksüz kalacağı”nı ifade etmiştir. Bellâ’nın bu önemli tesbitlerinin altını çizerek, “Türkiye’nin İslam coğrafyasında neden entelektüel bir rolü yok?” sorusuna ülkemizden Necip Fazıl eksenli cevap vermenin doğru ve yerinde olacağını düşünüyorum.

Ülkemizde 1943 ile 1983 yılları arasında başta Büyük Doğu dergisi olmak üzere yüzün üzerinde eseriyle tarihsel temeller üzerinde özgün bir yorumla, dönüştürücü “yeni bir dünya tasarımı”nı ortaya koyan Necip Fazıl’ın Ortadoğu ve diğer İslâm dünyası aydınları tarafından görülememesinin sebebi; onların güdümledikleri istikamette bir İslâm anlayışına prim vermemesiydi.

60’lı, 70’li yıllarda baskın bir şekilde yayın hayatımıza sokulan Ortadoğu ve Pakistan Kaynaklı Seyyid Kutup, Mevdudî gibi yazarların eserlerinin de aynı “sömürge aydını” mantığıyla yayın piyasamıza çıktığını söylemek abartılı olmaz sanıyorum.

S. Hüseyin Nasr’ın bugünkü dünyaya “bilim adamı olarak” sunumundaki özgünlük, Nasr’ın, “geleneğin ortasından” mesajını ortaya koyabilmede hiçbir ukde taşımayan, komplekssiz bir biçimde “sömürgeci pazarı”nın dışına çıkmasıydı. Bugün Nasr’ın ABD ve Batı’da ilgi görüyor olması yanında Necip Fazıl’ın Nasr’dan çok önceleri özgün biçimde ortaya koyduklarının bloklanmasını da hem “sömürge aydınları”nın hem de ülkemizde kendilerini “Müslüman aydın” nasbeden yerli reformist işbirlikçilerin elele vermelerine bağlayabiliriz.

Necip Fazıl’ın Ortadoğu ve ülkemizdeki reformist Müslüman aydınlarca görülemeyen, anlaşılamayan “fikir adamı” fonksiyonu burada ortaya çıkıyor. Necip Fazıl; Osmanlı sonrası artık devlet ve toplum plânında tefessüh eden, ortadan kaldırılan İslâm’ın bütün bir tasarım halinde yani medeniyet projesi olarak yeni zaman ve mekân şartlarında nasıl olacağı? temel sorusunun cevabını İdeolocya Örgüsü’yle vermiştir. Bunu da Büyük Doğu olarak isimlendirmiştir. Büyük Doğu; kendi ifadesiyle “Gelmiş ve gelecek zaman boyunca bütün eşya ve hadiseler zeminini avlamaya memur bir fikir ağı… Bu ruh, sistem ve ismin, bağlı olduğu iman mihrakına göre hiçbir istiklâli yoktur. Olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi.. Ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti 21. asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi…” İşte Üstad’ın bahsettiğim tecdid işlevini bu cümlede bulabilirsiniz. O’nun kendisi müceddit olduğunu söylemiyor. Biz O’nun yaptığı işin ve sadece ülkemiz için değil, tüm İslâm alemi ve tüm insanlık için ihtiyaç olan tecdid-yenilemenin ne olduğunu, ne olması gerektiğini O’nun İdeolocya Örgüsü’yle anlayabiliyoruz.

İdeolocya Örgüsü’ne ek olarak yazdığı “İslamı Yenilemek” başlıklı yazısı da “sömürge aydını” ve reformist Müslüman aydınların anlayamayacakları “manifesto” niteliğindedir: “İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir. Anlayış mı? Nurun aynadaki aksi… Aynayı yenilemek… Güneş yenilenmez. Göz yenilenir. İslam, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi… Ona her an biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik…… Bunca zevalin ardından ancak kemal çığırı açılabilir…

Bunu yâni idelocya ihtiyacını, yenilenme ihtiyacını, model ihtiyacını, fikir adamı ihtiyacını, vs. vs. anlayabilenler ancak Üstad’ın İdeolocyasını anlayabilir. Gene O’nun tabiriyle “Derin ve Gerçek mü’min”ler anlayabilir.

Ali Bulaç ve benzeri Müslüman yazarların bir türlü görmek istemediği “Necip Fazıl gerçeği”ni görebilen ABD’de akademisyen yazarlardan birisi olan Hakan YAVUZ ise “Modernleşen Müslümanlar” kitabında şöyle diyor: “1940’lar ve 1950’lerde Necip Fazıl, İslâm’ı BÜYÜK DOĞU olarak bilinen BÜTÜNCÜL BİR İDEOLOJİ olarak yapılandıran ilk Türk Müslüman aydınıydı. İslâm’ın ideolojileşmesi süreci, Kemalist batılılaşma projesine ‘muhalif’ olarak gerçekleştirildi. Necip Fazıl, kitaplarıyla, kendisinin ve toplumun, daha derin bir ben ve İslamî bilişsel anlam ve eylem haritasının arayışına ışık tuttu. Kuşağının derin varoluşsal acılarına yol açan ‘ortak aslî bir dil’ ve ‘hissiyat eksikliği’yle uğraştı…” İşte bu tesbitler üstadla ilgili önemli tesbitlerdir.

İdeolocya Örgüsü’nün temel mantığı’nda Üstad İslâmî ruhun değişmezliğini merkeze alıp, tüm dünyayı değişkenler olarak ele alıp tahlil ederek terkiplere kavuşturur. İdeolocya Örgüsü veya Büyük Doğu, donmuş bir kalıp, şablonlar kümeleri değildir. Bunu ancak idrak yolları iltihaplanmamış olanlar anlayabilir.

Necip Fazıl’ın bu temel fonksiyonunu ifade ettiği İdeolocya Örgüsü’nü;

Din’in dünya tasarımının ne olduğunu anlayanlar,
Ahlâk-Dünya görüşü ilişkisini anlayanlar,
Fikir-İlim ayrılığı ve bütünlüğünün idrakinde olanlar ancak anlayabilir.

İdeolocya Örgüsü’yle ilgili olarak, bugüne kadar söylenmemişlerden bir tesbit olarak batılı büyük bir kafanın sözünü aktarayım. Diyor ki; “çağın büyük adamı, çağının isteğini dile getirebilen, çağının isteğinin ne olduğunu söyleyebilen ve bu isteğe cevap verebilendir.” İşte Üstad’ın İdeolocya Örgüsü-Büyük Doğu Düşüncesi başta olmak üzere aslî fonksiyonu bu cümlenin işaret ettiğidir.

Üstad; Büyük Doğu İdeolocya Örgüsüyle aynı zamanda bir dünya görüşü ahlâkı getirmiştir. Bunun ne olduğunu anlamak için gene kendisini dinleyelim isterseniz:
“ Allah’ın Resûlü, buyuruyor ki:“- Ben ahlâkî mekârimi (keremleri) tamamlamak üzere geldim!”
Buradan da anlıyoruz ki, ahlâk sadece dünya görüşünün bir neticesi değil, aynı zamanda sebebidir.
Ahlâk o hale geliyor ki, fikrin kendisi oluyor. Fikir hemen onun başına geçiyor. Sonra fikrin neticesi oluyor. Yani, sebep ve neticesi, netice ve sebebi... Ahlâk bütün bu kâinat manzumesinde, duyan, düşünen ve hareket eden insanın bütün hareketlerini tatbik edeceği ruhî mîzan...
Dünyada fikriyatını yapıp da ahlâkını belirtmeyen Filozofa Batı eksik gözüyle bakar. Ve batı tefekkürü bahsinde de anlattığım gibi hemen şu soruyu yapıştırır:
“- Söyle, ahlâkın nedir?.. Hemen hesabını ver! Bunu sormakla mükellefim! Ve sen bildirmekle!..”
Bizde ise, ahlâk her şey... Zannettiğimiz gibi, öyle sun’î terbiye hudutları, uydurma insanlık hudutları içinde değil... Onun çok dışındadır. Ve mefkűrenin, idealin, ta kendisi olan tasavvufî, İlâhi marifet davasının ana dayanağıdır ahlâk... Şimdi üstün ahlâkı, umumî mânadaki ahlâkın ve insanın ana sermayesi kabűl ettiğimiz zaman, dinin bütün dayanağı olarak görmekte zerre kadar tereddüde yer yoktur. Düşüncenin hemen arkasından gelen düşünme tavrının anahtarıdır ahlâk... Bütün ruh ölçülerinin esası... “

Üstad’la ilgili bugüne kadar üzerinde durulmayan önemli bir hususun daha altını özellikle çizmek istiyorum. Osmanlı sonrası dünyadaki İslâmi fikir ve hareketler gerek oryantalistler ve gerekse İslâm dünyasındaki reformist yazar-düşünürlerce değerlendirilirken asla bu değerlendirmelerde Necip Fazıl’dan söz edilmediğini görürsünüz. Türkiye dışındaki tarihçiler/yazarlar İslâmî fikir hareket ve yapılanmalarda Türkiye’yi yok sayarken, Türkiye’de de İslâmî hareketleri değerlendirenler Necip Fazıl’ı adeta görmezden gelmişlerdir ve gelmektedirler. Niçin? Çünkü Üstad Necip Fazıl’daki kesintisiz, kırılmaz, taviz vermez, bütüncü İslâmi tavır, eda, hal, hareket ifadesi; sığınma ve yaranma psikolojisi içerisinde kendisine modern zamanlarda yer arayan kışır ve kabukçu İslâmi yapılanmalara prim vermez, hatta onları gerçek İslâm anlayış ve hareketinin önünde engel görür. Üstad’ın ‘ademe mahkûmiyet’ olarak ifade ettiği bir yok sayma tavrıdır bu.

Ben bu noktada Üstad’ın taammüden-kasıtlı olarak gözlerden uzak tutulduğunu düşünüyorum. Halbuki Büyük Doğu Düşüncesi, ekolleşmiş, okullaşmış, sınırları net olarak çizilmiş bir mektep niteliğindedir. Bu niteliğinin farkında ve bilincinde olanlar Büyük Doğu düşüncesinin yayılıcı tehlikesini kendi varlıklarının ortadan kalkması olarak bildiklerinden ondan bahsetmemeyi tercih etmişlerdir
Üstad, ülkemizde kendisine ilgisizliğin de farkındaydı. Batı tefekkürü ve İslâm Tasavvufu isimli eserinde ne diyordu? : “Bugün İslâmiyeti içeride müdafaa etmek dışarıda müdafaa etmekten zor hale gelmiştir. Ben bu dâvayı eğer Avrupa'da, Amerika'da, Afrika'da, hattâ kutuplarda müdafaa etmiş olsaydım belki bir anlayış istidadı, bir «acaba?» merakı olsun bulabilirdim. Burada ise, her şeyin anlaşılmış olduğunu zannetmenin, sadece kabuktan ibaret kalmanın ve böylece her türlü nefs muhasebesinden mahrumluğun düzelmez akameti vardır...”
Necip Fazıl; giderek flulaşan, toplumsallığını kaybeden İslami geleneği günümüze “tutarlı bir bütünlük” içerisinde sunmuş ve ideali aktüel hale getirme çabasına girmiştir.

İslâmi gelenekteki ortak “değer” ve “form”ların kimi Müslüman aydınlarca bir yük olarak değerlendirilmesi, entelektüel köksüzlüğü beraberinde getiriyor. Ancak muhtevayı, değeri değil de sadece formları koruma anlamında bir gelenek kabul edilemez. Geleneği reddederseniz tarihten koparsınız, kültürel tutarlılık ve süreklilik sağlayamazsınız.

Necip Fazıl’ın “ademe mahkum edilmesi: yok sayılması” bunun içindir. Bir ömür ısrarla ve bilinçli bir şekilde sahih İslâmi geleneği toplumsal genlerimize tekrar nüfuz ettirme mücadelesinin sahibi Necip Fazıl’ı bloklamanın yolu da bu idi.

Osmanlı sonrası İslâmi fikir ve hareketlerde eksen ısrarla devamlı Ortadoğu ülkelerinin, özellikle de Mısır ve Pakistan çizgisi üzerinde gezdirilir. Çünkü buralarda İslâm adına ortaya çıkan hareketler; köklerinden utanan, sağlıklı köklerini bir türlü bulamayan ve yeni zaman ve mekân şartlarında varoluşunu “efradını câmi ağyarını mani” bir şekilde ortaya koyamayan köksüz hareketlerdir ve tamamı modernizmin etkisi altındadır.

Necip Fazıl merkezli bütün bu gerçekler ortada iken halâ “Türkiye’nin İslam coğrafyasında neden entelektüel bir rolü yok?” diye sormak da abesle iştigaldir. Sözkonusu Türkiye Newsweek’teki yazıyı yazan şahsın, öncelikle sağlıklı bir “zemin taraması” yapmaması kendisini yüzeysel, bağlamından kopuk genellemeler yapmaya götürüyor.

Yazarın sorusuna cevap olarak Necip Fazıl’a yukarıda sınırlarını çizdiğim konsept içerisinde baktığımızda; Necip Fazıl’ı gündem dışına iten bir diğer önemli etkenin; cumhuriyetin resmi ideolojisine olan köklü eleştirileri, muhalif duruşu ve cumhuriyet rejiminin “ancak kendi nasbettiği, standartlarını kendisinin koyduğu” isim ve eserleri tedavüle sunduğu da görülecektir. Yazarın yazısına konu ettiği Ali Bulaç, İsmet Özel, Rasim Özdenören gibi isimlerin de, bütünüyle modernist olmasa da, uzlaşmacı ve reformist tarza yaklaştıkça tedavül payı artan bir zihin ve düşünce potansiyeli/karakteri taşıdıkları için “alan açıldığı”nı söylemek, usûl olarak doğru olur sanıyorum.

İlginçtir ki Necip Fazıl, hem Cumhuriyet ideologları, elitleri, bürokratları, sanat-edebiyat adamlarınca, hem de (ne yazık ki) kendisini “Müslüman aydın” nasbeden kimi reformist-modernist-fantezistlerce “ademe mahkûm” edilmiştir.

Böylesine bir ittifak, “görünmez bir işbirlikçilik” Necip Fazıl’a karşı sürdürülmüştür.

Bugün bile; dünün “sömürgeci batı zihniyet formatları” yerine “küreselleşmeci batı zihniyet formatları”yla dünyaya, hayata, insana, olaylara bakan, onun için de “Batının istediği, müsaade ettiği kadar” tedavüle sunulan “müslüman aydın”ları hem Türkiye’de hem de İslâm Coğrafyasında görmemiz mümkündür.

Batılıların istediği; kendi telkin ettikleri standartlara uyacak, muhalif gözükse de ‘suyun yatağında hareket edecek’ adı ‘yenilenmeci’, ‘köktenci’, vs. düşünce-kültür-sanat adamlarıdır. Bunları da her an imal etme kabiliyet ve zeminine sahiptirler.

Tarihsel değerlerini güncelleyemeyen, hayata taşıyamayan, kendi değerlerinin kaçkını “Müslüman aydın”ların “tarihsel bagaj”larını atmış olmalarından dolayı akredite olduklarının da altını çizmek gerekiyor.

Sonuçta, Ortadoğu menşeli “İslami Yenilenmenin Kökenleri” gibi, “İslami Hareketin Entelektüel Kökenleri” gibi batı piyasasına sunulan ancak yüzyıl sonra bile ısrarla Müslüman entelektüel düzeyi Afgani-Abduh pens’ine sıkıştırmaya uğraşan, bunu besleyen yerli “servisçi”ler oldukça İslam coğrafyası “kendi değer ve dinamikleri”ni idrak ve ihya edemeyecektir.

Ancak sürecin “determinist” cevaplar vermeyeceğinin de altını çizelim.

(Almıla Dergisi, Yaz 2009)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder