Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Tarihte adından sözettiren topluluklar büyük diasporalar yaşamış topluluklardır. Şöyle de söylenebilir: İstisnaları olmakla birlikte Diasporası olmayan topluluklar, tarih ve kültürlerini yanında taşıyamayan, onlara sahip olamayan, yabancılaşma ile birlikte başkalaşmayı yaşayan topluluklardır.
Nereden çıktı bu diaspora? Yahudi, Ermeni diasporalarını çok duyduk da bu “Trabzon Diaspora”sı ne ola ki?
Ürpermeye gerek yok. Bazı kelimeler kavram haline geldiğinde yâni, muhtevalı çağrışımlar taşıdıklarında dikkatleri üzerlerine çekiyor, olur olmaz her yerde kullanılamıyorlar. Diaspora da böyle bir muhteva ve çağrışımı taşıyor.
Kelimelerin yolumuzu aydınlatamadığı bir zamanda yaşıyoruz. Çünkü (bilinen atasözünü deforme ederek söylersek) herkesin “rivayeti bir amma maksudu muhtelif”. Yâni, herkesin söylediği aynı ama kasdettikleri farklı.
Bu kavramlardan birisi diaspora. Diaspora denilince doğrudan “Yahudi” ve “Ermeni”leri hatırlıyoruz. Niçin? Çünkü etkili oldukları için “diaspora” kelimesi onlarla bütünleşmiş. Başka bir topluluğa tahsis edemiyorsunuz.
Diaspora, antik Yunancadan batı dillerine geçmiş. Etimolojisine baktığımızda kelime karşılığı; yayılma, dağılma, saçılma. Bir topluluğun dünyaya dağılması. Bugüne şöyle uyarlayabiliriz: Bir topluluğun kendi topraklarından, anayurdundan başka ülkelere, topraklara dağılması, yerleşmesi. Yurdundan-şehrinden ayrı yaşayan her topluluk diaspora değil. Gittiği yere kimliğini taşıyabilen, kültürünü götürebilen, geldiği yerle aidiyet bağını koparmayan organize topluluklarda diaspora bilinci vardır.
Konumuz antik diaspora toplulukları değil. Sözü başlığımıza getirmek istiyoruz. Trabzon Diasporası’na… İlk defa kullandığımız ve şehirler içinde Trabzon’a uygun düşen bir kavram olduğunu düşünüyorum. Kelimenin yanlış çağrışımlarını bir tarafa bırakarak, doğrudan şehrimize tahsis ettiğimiz anlamı üzerinde yoğunlaşalım..
Toplulukların diasporası olduğu gibi şehirlerin de diasporası vardır. Diasporası olmayan şehirler içine kapanmış, durağan, enerjisini dışa açamamış, kendini aşamamış “ölü” şehirlerdir…
Diasporası olan topluluklar etkili topluluklardır. Etkileri, nüfuslarından fazla ve güçlüdür. Nüfuslarıyla değil, nüfuzlarıyla tebarüz ederler. Diasporalar, bulundukları yerlerde asimile olmayan, anayurtlarıyla, kendilerini ait hissettikleri ‘yer’le aralarındaki dokuyu canlı tutan topluluklardır.
Trabzon; şehir dışında Tüm Türkiye’ye, hatta değişik ülkelere yayılmış önemli toplulukları olan bir şehirdir. Nerede yaşarsa yaşasın şehrine olan aidiyet duygusunu muhafaza eden, onu sürekli besleyen-yenileyen Trabzonlular’ın ifade edilebileceği bir kavramdır diaspora. Kültürümüzdeki “mensubiyet mes’uliyeti doğurur” gerçeğinin değişik bir karşılığı olarak da bakabiliriz diasporaya.
Özellikle büyük metropollerdeki ‘topluluk’larıyla şehrini aşmış bir potansiyele sahip Trabzon, potansiyelinin farkında mıdır? Bu potansiyeli doğrudan etkili güce çevirecek bir geri beslemeye sahip midir? Metropollerdeki Trabzon diasporası işlevini yerine getiriyor mu?
Cevabımız şudur: Trabzon; diaspora potansiyeli yüksek olan ancak bu potansiyelin ‘diaspora kültürü’ne dönüşemediği, bunun farkında olmayan atıl bir diaspora kapasitesine sahiptir. Bu toplulukların ayakları dağıldıkları şehirlerde olmasına rağmen maalesef kafaları “şehir misyon ve bilinci”nden çok, ‘köyde kalmış’ bir arkaik topluluk görüntüsü vermektedir. Oysa ki; diaspora toplulukları tarihsel kodlarından kopmadan, kimlik-şahsiyet haline gelmiş misyonlarıyla “tarih ve kültürlerini sürekli yanlarında taşıyan” topluluklardır.
Böylesine potansiyeli olmasına rağmen Trabzon’lu toplulukların “diaspora etkisi” yapamaması nasıl açıklanabilir ?
“Trabzon’luyum” diyebilmek cür’et, cesaret isteyen bir özgüvendir. Bu özgüven, nasıl bir şehrin sorumluluğunun taşınması gerektiği içermelidir. Medeniyet birikiminin rafine bir “Trabzonluluk” haline gelmiş, tavır, davranış, ahlâk ifadesidir. Bu anlamda bir Trabzon diasporası var mıdır? Zannetmiyoruz !
Trabzon’u en fazla sahiplenmesi gereken Trabzon dışındaki diaspora olmalıdır. Ancak; Trabzon diasporasının oldukça yetenekli, birikimli, şehir idraki olan insanlar olması gerekirken tam aksine, çoğu kez böyle bir bilinci taşımayan insanlar tarafından temsil ediliyor olması da elem vericidir.
Trabzon dışındaki ‘Trabzon’lu topluluk’ların Trabzon’u oralara taşıma, yaşatma adına yaptıklarının ‘köfte-balık-hamsi partileri’, ‘şenlik’ ve ‘Trabzonspor’la sınırlı olduğuna da vurgu yapmak gerekiyor. Oluşturulan ‘Trabzon Platformları’nın da hiçbir reel değeri olmayan, ‘yemekli toplantı’ların kahkahaları, bürokrasideki ‘atama’larla, devlet kapusundan ‘alınacak ihale’lere endeksli olduklarını da not olarak ifade edelim… Bu hal, metropollerin merkezinde bulunsa da getto kompleksiyle yaşayan ve bundan memnun ve mutmain toplulukların diaspora oluşturamayacağı açıktır.
Bugün, “Trabzonluluk” diye ortaya konulan şeyin sosyolojik yaklaşımla, “köylülük ideolojisi” olduğunun da altını çizmek gerekiyor. Köylülükten kastımız; hamsi, kemençe, köy mutfağı, futbol, kolbastı, ticari çıkarlar ve mekanik reflekslere indirgenmiş ilişkilerdir. Halbuki Trabzon’un tüm zamanlar boyunca ortaya koyduğu tarihsel rolü vardır. O role uygun aktüalitesini bugün de ortaya çıkarabilmesi gerekir.
Biraz geriye gidelim…
Trabzon’da özellikle Osmanlı döneminde dinler, etnisiteler, insanlar barış içinde bir arada yaşadılar. Örneğin Klasik dönem veya en son 18. 19. yüzyıl Osmanlı kaynakları bu ‘barış dönemi’nin milyonlarca belgesiyle doludur. Ne zaman ki Trabzon’a “İttihatçı karakter bozukluğu” aşılandı, güne uygun “haz mekanları”, “haz alanları” ve “haz enstrumanları” oluşturuldu, o zamandan bugüne Trabzon mecalsiz bırakılmaya başlandı. Beşyüz yıla yakın birbirinin köpeğini dahi incitmeden bir arada huzur içinde yaşayan topluluklarla örnekleşen Trabzon; ittihatçı karakter bozukluğunun bir ifrazatı olarak “test alanı”, “laboratuar” haline getirilmeye çalışılıyor.
İşte Trabzon Diasporası şehrin bu tarihsel rolünü metropollere taşıması gerekirken nasıl bir habersizlik ve konfor içinde olduklarını bir düşünün…
Trabzon entelektüel sermayesini, boyutunu hovardaca harcayıp tüketmek yerine bu sermayeyi doğru bir şekilde yönetmeyi becerebilmelidir. Trabzon, sadece ülke barışına değil, Dünya barışına da katkıda bulunabilecek sembol bir şehir potansiyelini hala taşımaktadır. Çünkü yaşadıkları yâni arkaplânı buna müsaittir. Yoksa, kaotik yaşamların, kaotik zihniyetlerin sergi alanı olmaktan kurtulamaz.
Onun için Trabzon Diasporası ne olduğunun farkına vararak “büyük düşünme”ye başlamalı. Hamsi partilerinden, Trabzonspor analizlerinden, kolbastı reflekslerinden kurtulabilmeli.
Fatih Sultan Mehmed’in 1461’de şehre girerken Sarâ Hatun’un kendisine söylediği “Padişahım Trabzon bunca meşakkate değer mi?” sorusuna verdiği “Meşakkatten nice korkarım? Eğer bu zahmete katlanmazsak….” Cevabı 549 yıl sonra Trabzon Diasporası’nın kulaklarında yankılanmalı, onları rahatsız etmeli. Tabii ki; Diaspora’ya dahil etmemiz gereken siyaset adamları, işadamları, bürokratlar, kültür-sanat adamları, yerel yöneticiler, vs. vs. ‘in tamamının Trabzon için tasaları, dertleri, cehdleri, rüyaları varsa !
Bir de şu örneği bakalım: Eski ABD Genelkurmay Başkanı Gürcü asıllı John Shalikashvili Gürcistan’dan geçecek Bakü-Ceyhan boru hattına niçin bu kadar önem verdiğini soranlara: “Eğer bunu yapmazsam babamın kemikleri mezarında ters döner!” cevabını verir. İşte ülke/şehir diasporası budur !
Güçlü diaspora potansiyeli olan Trabzon’un, potansiyelinin aksine şehri için “yapmadıkları” nasıl izah edilebilir ?
Bulunduğunuz yerde ‘sürgün’ değil de “şehrini taşıyan diaspora bilinci”yle var olabiliyorsanız şehriniz vardır !
Diasporanız varsa şehriniz vardır ! Yoksa şehrinize veda etmenin vaktidir !
(Günebakış, 24 Şubat 2010)
23 Şubat 2010 Salı
16 Şubat 2010 Salı
ŞEHİR NE ZAMAN LÂNET EDER?
Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Dünyanın her çağa ilişkin bir dili, şehirlerin ortak bir dili, her şehrin de kendine mahsus bir dili var. Bu dil, hareket ettikçe, konuştukça şehir ‘kendini açığa çıkarır’, hissettirir.
Büyük âriflerin gözünde kâmil anlamıyla şehir; “yaşanmaya değer hayat”ın sürdürülebileceği mekân ve çevreyi ifade eder. Onların gözünde şehrin anlamı; şehrin tarihsel süreçte geçirdiği değişimler ne olursa olsun, bütün zamanlar boyunca şehre anlam katan ve şehri anlamlı kılan, şehirde yaşayanların “nasıl bir hayat tarzı”nı seçtiği, geleceğe neleri taşıdığı, hangi ‘değer ve manâ”lara yataklık ettiğidir. Bu anlamda Mekke, Medine, Kudüs başta olmak üzere birçok medeniyet şehri “kimleri” barındırdığı ve “hangi mekânlara” sahiplik ettiği, yâni hangi zamanüstü manâları yaşattığıyla önem kazanmıştır. Bu şehirler, kendilerine özel bir “dil” ve “muhteva” ile konuşurlar. Bahsettiğimiz büyük ârifler bu dili ve muhtevayı anlayan, yaşayan ve yaşatmaya çabalayanlardır. Onlar aslında “mekânsızlıktan gelip mekânsızlığa gitmekte”dirler. Ancak, onların ayak bastığı, “huzurda olduğu” şehirler huzurlu, incindikleri şehirler de “kasvetli” şehirlerdir.
Özetle söylersek; şehrin adı bütün zamanlar boyuncu “neyi, neleri ve kimleri çağrıştırıyor”sa o ölçüde mana ve önem taşır. Aynı şekilde Sodom, Gomore, Pompei gibi şehirler de yaşadıkları ve yaşattıklarıyla günümüzün “ibret”lik şehirleri olarak insanlığın hafızasında yerlerini korumaktadırlar.
“Şehrin ruhu” dediğimiz bu “mekân üstü anlam”, şehirlerin insan zihnindeki çağrışımları ve hafızasındaki yerini tayin eder.
Sözü, içinde yaşadığımız şehrin kimlere ve nelere sebep ve mekân olup olmamasına getirmek istiyoruz.
XVI. yy.da Derviş Mahmud-ı Mesnevihan “Sevâkıb-ı Menâkıb”da “Böyle anlatılır” başlığıyla, Hz. Mevlâna’nın dilinden babasıyla ilgili şöyle bir olayı anlatır:
“Sultânü’l Ulemâ daha Bağdad’da iken Cengiz Han’ın haberi gelip yetişti. Horasan’ı ve Belh şehrini harap eyledi, dediler. Zira Belh ahalisi Cengiz’in oğlunu katleylediler. Ondan dolayı huzursuz olup “Katliam!” buyurdu. Hattâ yüklü hatunların karnını yarıp cümlesini zâyi eyledi. Hisarı yıktılar. O diyarda, Sultânü’l Ulema’nın gönlü kırıldığı için hâlâ mamur olmamış…
Bir yerde Hz. Mevlana; “Belh diyarında büyük babamın mübarek kalbleri incindiğinden dolayı, kıyamete kadar mamur olmaz!” buyurmuşlardır.
Derviş Mahmud bu olayı anlattıktan sonra; “Bu sözlerden hisse kapıp riayet edebini anlamak gerekir.” der.
Kader sınırları içerisinde, insanlar için olduğu gibi şehirler için de böyle garip tecelliler vardır.
Anlattığımız olay, kimileri için ‘anlamsız’ olsa da bizim için oldukça derin anlam ve mesajlar taşır. Hz. Peygamber’in Mekke’den “hicret etmeye mecbur kalması”, Taif’te yaşadıkları ile, diğer Peygamberlerin şehirlerinde karşılaştıkları sıkıntılar, o şehirlerin “soy kütüğü”nde hüzünle hatırlanacak derin yaralardır.
Onun içindir ki, Hz. Mevlâna’nın babasının sözlerinden sonra hem şehre dair, hem de şehirde yaşayanlara ilişkin “riayet edebi”nin nasıl olması gerektiği üzerinde düşünülmelidir.
Şehrin kendisinde doğrudan bir “kutsallık” veya “lanetlilik” yoktur. Şehri kutsallaştıran da lanetli hale getiren de şehirde yaşayanların davranışları, yapıp-etmeleridir.
Bir şehrin “huzur” şehri olması da “hüzün” şehri olması da üzerinde yaşayanların “ahlak”ıyla kaimdir. Ahlâktan kasdımız “yaşama kültürü ve biçimi”dir.
İnsan şehre yaptıklarıyla “bu şehirde yaşanmaz” dedirtiyor ve (Sultan’ül Ulema’da olduğu gibi) âriflere, akillere, şehrin ‘gerçek sahipleri’ne şehri terk ettiriyorsa, o şehrin akıbetinin huzura değil hüzüne endeksli olduğunu bilmek gerekir.
Nasıl bir şehirde yaşadığımız ve gelecek nesillere “nasıl bir şehir bırakacağımız”ın ölçülerinin yattığı bu olay, öncelikle şehri kimlerin, niçin terk ettiğine ısrarla vurgu yapar.
Büyükler bir şehri terk ederken “hüzün”lerini, kalırken de huzurlarını orada bırakırlar.
Bu olaydan da anlıyoruz ki; şehirde bizden sonra yaşayacakların sorumluluğu da bizim üzerimizdedir. Çünkü bir şehrin yarınını inşa edecekler, bugününü idrak edeceklerin döşediği yataklarda varolacaklardır.
Yarının inşacılarına “yaşanmaya değer bir şehir” bırakabilmek için şehri “kimlerin, niçin terk etmemeleri gerektiği”ni anlatabilmeli, aktarabilmeliyiz.
İyi veya kötü, bir şehrin oluşturduğu “imaj”, bazen binlerce yıl zihinlerden silinemez. Eskiler, bunun idrakinde oldukları için “şerefül mekan bil mekin” demişlerdir. Yani ‘bir mekanın şerefi o mekanda yaşayanlarladır, o mekanda yaşayanlardandır..” demişlerdir. Şehir-insan ilişkisinin en güzel formüllerinden birisi bu ifadededir.
Yukarıda bahsettiğimiz üzere nasıl ki Taif deyince Hz. Peygamber üzülmüş ve bu imaj bugüne kadar silinememişse, şehrimizin bugün yaşadıklarının, yarınki imajını oluşturacağı gerçeğinden hareketle, şehrin bugünkü tavrının yarınına taşınacağını bilerek, yarınki şehrin tasasını çekmeliyiz.
Hz. Peygamberin bir hadisinde ifadesini bulan “yaşama” olgusu; İnsanın “dünyayı güzelleştirmesi” görevine dönüşerek, “şehrini yaşanmaya değer bir şehir” haline getirmek olmalıdır.
Yoksa şehri terk edenlerin “hüznü” şehirde kalanların üzerine çöker.
Şehir kimlere sahip olduğundan çok “kimlere sahip olamadığı”yla şehirdir !
Hz.Mevlana’nın sözlerini bu bağlamda anlayabiliyorsak şehrimizi idrak edebiliyoruz demektir. Şehrin büyüklerine, âriflerine, âkillerine sahip çıkıyoruz demektir.
Terkedilmeyecek şehir kimdir ve nerededir? Veya, hangi şehir terk edilemez?
Onu da Yunus Emre’nin Mevlâ’sına yakarışını şehre indirgeyerek söyleyelim:
“Şol göz ki seni gördü, ol neye nazar etsin”
İşte her şeyi ifade eden, (Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle) ancak “düşünen, duyan, bilen, anlayan, yaşayan; ıstırabı, ukdesi, muamması, macerası, davası olan…”ların anlayabileceği kelâmın kemalinde söylenmiş bir “mısra-ı berceste”.
Bu taç şehri gören, başka bir şehre nasıl bakabilir? Nerede bu taç şehir???
(Günebakış, 17 Şubat 2010)
duzenliyahya@gmail.com
Dünyanın her çağa ilişkin bir dili, şehirlerin ortak bir dili, her şehrin de kendine mahsus bir dili var. Bu dil, hareket ettikçe, konuştukça şehir ‘kendini açığa çıkarır’, hissettirir.
Büyük âriflerin gözünde kâmil anlamıyla şehir; “yaşanmaya değer hayat”ın sürdürülebileceği mekân ve çevreyi ifade eder. Onların gözünde şehrin anlamı; şehrin tarihsel süreçte geçirdiği değişimler ne olursa olsun, bütün zamanlar boyunca şehre anlam katan ve şehri anlamlı kılan, şehirde yaşayanların “nasıl bir hayat tarzı”nı seçtiği, geleceğe neleri taşıdığı, hangi ‘değer ve manâ”lara yataklık ettiğidir. Bu anlamda Mekke, Medine, Kudüs başta olmak üzere birçok medeniyet şehri “kimleri” barındırdığı ve “hangi mekânlara” sahiplik ettiği, yâni hangi zamanüstü manâları yaşattığıyla önem kazanmıştır. Bu şehirler, kendilerine özel bir “dil” ve “muhteva” ile konuşurlar. Bahsettiğimiz büyük ârifler bu dili ve muhtevayı anlayan, yaşayan ve yaşatmaya çabalayanlardır. Onlar aslında “mekânsızlıktan gelip mekânsızlığa gitmekte”dirler. Ancak, onların ayak bastığı, “huzurda olduğu” şehirler huzurlu, incindikleri şehirler de “kasvetli” şehirlerdir.
Özetle söylersek; şehrin adı bütün zamanlar boyuncu “neyi, neleri ve kimleri çağrıştırıyor”sa o ölçüde mana ve önem taşır. Aynı şekilde Sodom, Gomore, Pompei gibi şehirler de yaşadıkları ve yaşattıklarıyla günümüzün “ibret”lik şehirleri olarak insanlığın hafızasında yerlerini korumaktadırlar.
“Şehrin ruhu” dediğimiz bu “mekân üstü anlam”, şehirlerin insan zihnindeki çağrışımları ve hafızasındaki yerini tayin eder.
Sözü, içinde yaşadığımız şehrin kimlere ve nelere sebep ve mekân olup olmamasına getirmek istiyoruz.
XVI. yy.da Derviş Mahmud-ı Mesnevihan “Sevâkıb-ı Menâkıb”da “Böyle anlatılır” başlığıyla, Hz. Mevlâna’nın dilinden babasıyla ilgili şöyle bir olayı anlatır:
“Sultânü’l Ulemâ daha Bağdad’da iken Cengiz Han’ın haberi gelip yetişti. Horasan’ı ve Belh şehrini harap eyledi, dediler. Zira Belh ahalisi Cengiz’in oğlunu katleylediler. Ondan dolayı huzursuz olup “Katliam!” buyurdu. Hattâ yüklü hatunların karnını yarıp cümlesini zâyi eyledi. Hisarı yıktılar. O diyarda, Sultânü’l Ulema’nın gönlü kırıldığı için hâlâ mamur olmamış…
Bir yerde Hz. Mevlana; “Belh diyarında büyük babamın mübarek kalbleri incindiğinden dolayı, kıyamete kadar mamur olmaz!” buyurmuşlardır.
Derviş Mahmud bu olayı anlattıktan sonra; “Bu sözlerden hisse kapıp riayet edebini anlamak gerekir.” der.
Kader sınırları içerisinde, insanlar için olduğu gibi şehirler için de böyle garip tecelliler vardır.
Anlattığımız olay, kimileri için ‘anlamsız’ olsa da bizim için oldukça derin anlam ve mesajlar taşır. Hz. Peygamber’in Mekke’den “hicret etmeye mecbur kalması”, Taif’te yaşadıkları ile, diğer Peygamberlerin şehirlerinde karşılaştıkları sıkıntılar, o şehirlerin “soy kütüğü”nde hüzünle hatırlanacak derin yaralardır.
Onun içindir ki, Hz. Mevlâna’nın babasının sözlerinden sonra hem şehre dair, hem de şehirde yaşayanlara ilişkin “riayet edebi”nin nasıl olması gerektiği üzerinde düşünülmelidir.
Şehrin kendisinde doğrudan bir “kutsallık” veya “lanetlilik” yoktur. Şehri kutsallaştıran da lanetli hale getiren de şehirde yaşayanların davranışları, yapıp-etmeleridir.
Bir şehrin “huzur” şehri olması da “hüzün” şehri olması da üzerinde yaşayanların “ahlak”ıyla kaimdir. Ahlâktan kasdımız “yaşama kültürü ve biçimi”dir.
İnsan şehre yaptıklarıyla “bu şehirde yaşanmaz” dedirtiyor ve (Sultan’ül Ulema’da olduğu gibi) âriflere, akillere, şehrin ‘gerçek sahipleri’ne şehri terk ettiriyorsa, o şehrin akıbetinin huzura değil hüzüne endeksli olduğunu bilmek gerekir.
Nasıl bir şehirde yaşadığımız ve gelecek nesillere “nasıl bir şehir bırakacağımız”ın ölçülerinin yattığı bu olay, öncelikle şehri kimlerin, niçin terk ettiğine ısrarla vurgu yapar.
Büyükler bir şehri terk ederken “hüzün”lerini, kalırken de huzurlarını orada bırakırlar.
Bu olaydan da anlıyoruz ki; şehirde bizden sonra yaşayacakların sorumluluğu da bizim üzerimizdedir. Çünkü bir şehrin yarınını inşa edecekler, bugününü idrak edeceklerin döşediği yataklarda varolacaklardır.
Yarının inşacılarına “yaşanmaya değer bir şehir” bırakabilmek için şehri “kimlerin, niçin terk etmemeleri gerektiği”ni anlatabilmeli, aktarabilmeliyiz.
İyi veya kötü, bir şehrin oluşturduğu “imaj”, bazen binlerce yıl zihinlerden silinemez. Eskiler, bunun idrakinde oldukları için “şerefül mekan bil mekin” demişlerdir. Yani ‘bir mekanın şerefi o mekanda yaşayanlarladır, o mekanda yaşayanlardandır..” demişlerdir. Şehir-insan ilişkisinin en güzel formüllerinden birisi bu ifadededir.
Yukarıda bahsettiğimiz üzere nasıl ki Taif deyince Hz. Peygamber üzülmüş ve bu imaj bugüne kadar silinememişse, şehrimizin bugün yaşadıklarının, yarınki imajını oluşturacağı gerçeğinden hareketle, şehrin bugünkü tavrının yarınına taşınacağını bilerek, yarınki şehrin tasasını çekmeliyiz.
Hz. Peygamberin bir hadisinde ifadesini bulan “yaşama” olgusu; İnsanın “dünyayı güzelleştirmesi” görevine dönüşerek, “şehrini yaşanmaya değer bir şehir” haline getirmek olmalıdır.
Yoksa şehri terk edenlerin “hüznü” şehirde kalanların üzerine çöker.
Şehir kimlere sahip olduğundan çok “kimlere sahip olamadığı”yla şehirdir !
Hz.Mevlana’nın sözlerini bu bağlamda anlayabiliyorsak şehrimizi idrak edebiliyoruz demektir. Şehrin büyüklerine, âriflerine, âkillerine sahip çıkıyoruz demektir.
Terkedilmeyecek şehir kimdir ve nerededir? Veya, hangi şehir terk edilemez?
Onu da Yunus Emre’nin Mevlâ’sına yakarışını şehre indirgeyerek söyleyelim:
“Şol göz ki seni gördü, ol neye nazar etsin”
İşte her şeyi ifade eden, (Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle) ancak “düşünen, duyan, bilen, anlayan, yaşayan; ıstırabı, ukdesi, muamması, macerası, davası olan…”ların anlayabileceği kelâmın kemalinde söylenmiş bir “mısra-ı berceste”.
Bu taç şehri gören, başka bir şehre nasıl bakabilir? Nerede bu taç şehir???
(Günebakış, 17 Şubat 2010)
8 Şubat 2010 Pazartesi
NEREDE BU ŞEHİR ?
Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Tarihçi İlber Ortaylı, “İstanbul’dan Sayfalar”da “İstanbul sayfaları çevirmekle bitmeyen bir kitap; seyrine doyum olmayan bir resimdir” der. Ve “İstanbul göz nuru dökülmemiş bir bilim dalıdır. Bu şehirde uygarlık tarihinin her anından, her bucağından kalıntılar, renkler vardır ve bugün de ilginç bir değişimin içindedir. Biz İstanbul’da yaşasak da onu tanımıyoruz.
Yöneticilerimiz onu New York gibi gökdelenlerle bezemek istiyor. Yönetilenlerimiz ise yeşilliğine, sokaklarına yabancı veya kayıtsız. “ diye devam ederek sözlerini sürdürür: “Hiç şüphe yok ki ne fiziki dokuları ne de sakinleri itibariyle bu semtler benim çocukluğumun ve ilk gençliğimin semtleri değildir.” İlber Hoca, sözün burasında önemli bir tesbit daha yapar: “Nostalji, gelecekteki İstanbul’u yeniden kurmak veya kurtarmak için gerekli bir duygudur. Tabii onun melankoliye dönüşmemesi için bilgi ve tetkik gerekiyor…”
Bir an için bu sözlerin Trabzon için söylendiğini varsayalım. Bu varsayım yanlış da sayılmaz. Çünkü Trabzon, Osmanlı’nın Klasik dönemde en Batı’daki İstanbul’un, en doğudaki sembol ‘medeniyet şehri’ydi. Aynı Fatih’in silüetinin kapladığı, adeta kollarını açtığında bir elinin İstanbul, diğer elinin de Trabzon üzerine düştüğü iki medeniyet şehrinden Trabzon’a yukarıdaki tesbitleri giydirmek doğru bir benzetme olur.
Tarihî kadîm zamanlara kadar uzanan Trabzon’un ismi bugüne kadar (telaffuzun dışında) değişmedi, aynı kaldı. Ama vasıfları çoktu … “Şehr-i müzeyyen”, “Hurşidâbad”, “Şehr-i azîm”, “Mamur-i kadîm”, “Taht-ı Kadîm”…. Bütün bu vasıflandırmalar Trabzon’da varolan ‘tarih-medeniyet ve kültür’ü çağrıştırıyordu.
Peki ya bugün ?
Nelere sahip olduğundan habersiz “hazineleri üzerinde ağlayan” bitkin ve çaresiz veya şehrini hastalıktan kurtarmak için “efendisinin ilaçlarını çalıp da onları içerek iyileşeceğini sanan” uşak misali şehrimize yabancıyız. Şehrimizin dününü hatırlayacak, bugününü anlayacak ve onu yarına taşıyacak bir “şehr-i mamur ve müzeyyen” haline getirecek idrak ve inşaya sahip miyiz?
Şehir üzerinde düşünenler, şehrini dert edinenler böyle bir idrake sahip de, acaba şehrin emanet edildiği “şehreminleri” yâni yöneticileri bu derde, bu tasaya sahip mi?
Hiç zannetmiyoruz. Bu zannımızı gerekçelendiren, şehrin bugünkü halidir. Dününden izleri giderek yok etmeye çalışan, bugününü ‘gerektiği gibi inşa edemeyen’, böylece yarınını heba eden bir zihniyet… 1930’larda doğrudan, öfke ile harekete geçen bu zihniyetin muhtevası değişmiyor. İsimleri değişse de “bünyeleri-yapı”ları aynı ! Şehri ihyaya değil, imhaya memur bir zihniyet… Bu zihniyet iki türlü kendisini gösteriyor: Birisi ‘taammüden’, yâni tasarlayarak, bilinçli olarak. Diğeri ise; nasıl bir imhaya sebep/memur olduklarının bile farkında olmayan ama imhaya devam eden zihniyet…
Bazen, “nasıl bir şehirde yaşıyoruz?” sorusuna kendimiz doğrudan cevap veremeyiz ama önemli bir şehirde olduğumuzu hissederiz. Şehrin bizatihi kendisi bizi kuşatır, önemini hissettirir. Veya bunu bize hissettiren, o şehrin “ne olduğu”nu, “nelere sebep olduğunu”, zaman ve tarih içinde hangi olaylara sahne olduğunu bilenlerin bize anlattıklarının bizde bıraktıklarıdır.
Bu satırların yazarı da “şehrinin akıbeti”ni sözle de olsa dert edinmeyi kendince görev bildiği için “nerede şehre dair bir iz, bir muhteva, bir parça, bir söz, bir hal….” bulursa onu Trabzon’a taşımaya, yorumlamaya, onu konuşturmaya; bakanlar ve anlayanlar olursa onlara sunmaya çabalamaktadır. Ortaylı’nın yukarıdaki tesbitleri de işte bu bağlamda şehrimiz Trabzon’a aktarılmış ‘suhuf’lardır.
Yazımızın başlığını “Nerede bu şehir?” diye atmamız, aslında derin bir derdin kelama yansımış, kalemle ifade edilebilir şeklidir. Daha doğrusu “ifade edilemeyen”lerin ani bir zihni hücumla dışlaşmış şekli…
Geçtiğimiz günlerde, Trabzon’da bir sivil toplum kuruluşunun başında bulunan bir dostumuzla Ankara’da Trabzon üzerine konuşurken, Trabzon insanının doğallığıyla, sponten bir biçimde söylediği şu sözler, başlığımızı böyle atmamızı sağladı: “Hep söylediğimiz, yazdığımız Trabzon’u arıyorum. Tarih kenti, kültür kenti, turizm kenti, ticaret kenti, ipek yolunun geçtiği kent, siyasetin şekillendiği kent nerede? Yıllar var ki bu kenti bulamadık! Trabzon’da yaşayanlar bu şehri görmek istiyor. ”
Doğrusu, biz de “O Trabzon’u” görmek istiyoruz. Göremediğimiz içindir ki sürekli bunları söylüyoruz.
Dostumuzla aramızdaki fark; fiziken Trabzon’da yaşamadığımız için biz ‘bu şehri’ tasarımlarımızda, tasavvurlarımızda görüyor, dostumuz ise ‘yaşadıklarında’ göremiyor! İki bakış da simetrik olarak aynı doğruya işaret ediyor.
Onun için; “yokluğu en çok hissedilen şey, en çok konuşulan şeydir” diyoruz. Şehrimize dair neleri öne çıkarıyorsak, nelerden çok bahsediyorsak, bu ister şehrin bütünü , ister parçaları olsun, belki de yokluğunu en fazla hissettiklerimiz onlardır. Onun içindir ki; neyin yok olduğunu bilirseniz, anlarsanız, hissederseniz neye ihtiyaç duyduğunuzu, neyin gerekli olduğunuzu da anlarsınız.
“Trabzon’u arıyoruz!”. “Bilinen ve bulunan aranır!” hikmetiyle şehrimize baktığımızda, aradığımızın ‘kendi şehrimiz’ olduğunu; ancak bugün varolanın hiç de ‘aradığımız şehir’ olmadığını görüyoruz.
Şimdi soralım: Trabzon’a “medeniyet şehri, tarih, kültür, mimari ve sanat şehri” demek, ‘nelerin yok olduğuna mı, nelerin varolduğuna mı işaret eder ? Bunların tekabül ettiği, tecessüm ettiği Trabzon’u geçmişten çıkarıp bugüne taşımak zorundayız. Bu zorunluluğu, bu zorluğa talip olanlar anlayabilir, yerine getirebilir !
Neyin yok olduğunu biliyorsak, aradığımızın da ne olduğunu biliyoruz. Öyle ise bulacağımızın da ne olduğunu anlayabiliriz.
Nietzche 19. asır sanatkarları icin, haklı bir genelleme yaparak: “Onların kalpleri yoktur.” demiş. Yâni “Sanatkarlar vidansızdır” demiş. Bu söz, en çok da bugünün şehir yöneticilerine uyuyor. Şehrin Belediye Başkanlarının, Valilerinin, diğer şehir yöneticilerinin, planlamacıların, mimarların, şehre dair projeleri olan merkezî yönetimin sizce kalpleri var mıdır? Ya da şöyle soralım: Vicdanlı mıdırlar?
Kalpleri olsaydı , bugün şehrimize bakıp da “Nerede bu tarih, kültür, medeniyet şehri Trabzon?” diye sormazdık.
Şehirleri vareden ve sürdüren “ruhları”dır, kalpleridir. Ruhu ve kalbi mekanikleşmiş, taşlaşmış, betonlaşmış, plakalaşmış bir şehir ve yöneticilerinden vicdan talep etmek, katilden merhamet, makinadan insaf beklemek demektir.
Şairin; “çölde susuz nasıl yürürse suya..” deyişi gibi şehrimizi aramak… Bu bir serap mı? Öyle de olsa bu “serap:hayal”in peşinden “serâpâ:tümden” koşmak… Ancak bu serap; varolmayanın peşinden koşmak değil, varolanın tekrar bulunması ve “ait olduğu yere” taşınmasıdır.
Başa aldığımız tarihçinin söylediği söze geliyoruz…“Nostalji, gelecekteki şehri yeniden kurmak veya kurtarmak için gerekli bir duygudur. “ Biz de bu duyguyu melankoliye kurban etmeden şehrimizin “hayalini kurma”ya devam ediyoruz, edeceğiz, etmeliyiz.
Yunus’la bitirelim:
“Sevdiğimi söylemezsem, bu sevda boğar beni!”
Şehrimizi aramak “boğucu bir sevda” ile mümkün gibi… Zorlayarak, zorlanarak değil, “muhabbet duyarak, aşk ile…
(Günebakış, 10 Şubat 2010)
duzenliyahya@gmail.com
Tarihçi İlber Ortaylı, “İstanbul’dan Sayfalar”da “İstanbul sayfaları çevirmekle bitmeyen bir kitap; seyrine doyum olmayan bir resimdir” der. Ve “İstanbul göz nuru dökülmemiş bir bilim dalıdır. Bu şehirde uygarlık tarihinin her anından, her bucağından kalıntılar, renkler vardır ve bugün de ilginç bir değişimin içindedir. Biz İstanbul’da yaşasak da onu tanımıyoruz.
Yöneticilerimiz onu New York gibi gökdelenlerle bezemek istiyor. Yönetilenlerimiz ise yeşilliğine, sokaklarına yabancı veya kayıtsız. “ diye devam ederek sözlerini sürdürür: “Hiç şüphe yok ki ne fiziki dokuları ne de sakinleri itibariyle bu semtler benim çocukluğumun ve ilk gençliğimin semtleri değildir.” İlber Hoca, sözün burasında önemli bir tesbit daha yapar: “Nostalji, gelecekteki İstanbul’u yeniden kurmak veya kurtarmak için gerekli bir duygudur. Tabii onun melankoliye dönüşmemesi için bilgi ve tetkik gerekiyor…”
Bir an için bu sözlerin Trabzon için söylendiğini varsayalım. Bu varsayım yanlış da sayılmaz. Çünkü Trabzon, Osmanlı’nın Klasik dönemde en Batı’daki İstanbul’un, en doğudaki sembol ‘medeniyet şehri’ydi. Aynı Fatih’in silüetinin kapladığı, adeta kollarını açtığında bir elinin İstanbul, diğer elinin de Trabzon üzerine düştüğü iki medeniyet şehrinden Trabzon’a yukarıdaki tesbitleri giydirmek doğru bir benzetme olur.
Tarihî kadîm zamanlara kadar uzanan Trabzon’un ismi bugüne kadar (telaffuzun dışında) değişmedi, aynı kaldı. Ama vasıfları çoktu … “Şehr-i müzeyyen”, “Hurşidâbad”, “Şehr-i azîm”, “Mamur-i kadîm”, “Taht-ı Kadîm”…. Bütün bu vasıflandırmalar Trabzon’da varolan ‘tarih-medeniyet ve kültür’ü çağrıştırıyordu.
Peki ya bugün ?
Nelere sahip olduğundan habersiz “hazineleri üzerinde ağlayan” bitkin ve çaresiz veya şehrini hastalıktan kurtarmak için “efendisinin ilaçlarını çalıp da onları içerek iyileşeceğini sanan” uşak misali şehrimize yabancıyız. Şehrimizin dününü hatırlayacak, bugününü anlayacak ve onu yarına taşıyacak bir “şehr-i mamur ve müzeyyen” haline getirecek idrak ve inşaya sahip miyiz?
Şehir üzerinde düşünenler, şehrini dert edinenler böyle bir idrake sahip de, acaba şehrin emanet edildiği “şehreminleri” yâni yöneticileri bu derde, bu tasaya sahip mi?
Hiç zannetmiyoruz. Bu zannımızı gerekçelendiren, şehrin bugünkü halidir. Dününden izleri giderek yok etmeye çalışan, bugününü ‘gerektiği gibi inşa edemeyen’, böylece yarınını heba eden bir zihniyet… 1930’larda doğrudan, öfke ile harekete geçen bu zihniyetin muhtevası değişmiyor. İsimleri değişse de “bünyeleri-yapı”ları aynı ! Şehri ihyaya değil, imhaya memur bir zihniyet… Bu zihniyet iki türlü kendisini gösteriyor: Birisi ‘taammüden’, yâni tasarlayarak, bilinçli olarak. Diğeri ise; nasıl bir imhaya sebep/memur olduklarının bile farkında olmayan ama imhaya devam eden zihniyet…
Bazen, “nasıl bir şehirde yaşıyoruz?” sorusuna kendimiz doğrudan cevap veremeyiz ama önemli bir şehirde olduğumuzu hissederiz. Şehrin bizatihi kendisi bizi kuşatır, önemini hissettirir. Veya bunu bize hissettiren, o şehrin “ne olduğu”nu, “nelere sebep olduğunu”, zaman ve tarih içinde hangi olaylara sahne olduğunu bilenlerin bize anlattıklarının bizde bıraktıklarıdır.
Bu satırların yazarı da “şehrinin akıbeti”ni sözle de olsa dert edinmeyi kendince görev bildiği için “nerede şehre dair bir iz, bir muhteva, bir parça, bir söz, bir hal….” bulursa onu Trabzon’a taşımaya, yorumlamaya, onu konuşturmaya; bakanlar ve anlayanlar olursa onlara sunmaya çabalamaktadır. Ortaylı’nın yukarıdaki tesbitleri de işte bu bağlamda şehrimiz Trabzon’a aktarılmış ‘suhuf’lardır.
Yazımızın başlığını “Nerede bu şehir?” diye atmamız, aslında derin bir derdin kelama yansımış, kalemle ifade edilebilir şeklidir. Daha doğrusu “ifade edilemeyen”lerin ani bir zihni hücumla dışlaşmış şekli…
Geçtiğimiz günlerde, Trabzon’da bir sivil toplum kuruluşunun başında bulunan bir dostumuzla Ankara’da Trabzon üzerine konuşurken, Trabzon insanının doğallığıyla, sponten bir biçimde söylediği şu sözler, başlığımızı böyle atmamızı sağladı: “Hep söylediğimiz, yazdığımız Trabzon’u arıyorum. Tarih kenti, kültür kenti, turizm kenti, ticaret kenti, ipek yolunun geçtiği kent, siyasetin şekillendiği kent nerede? Yıllar var ki bu kenti bulamadık! Trabzon’da yaşayanlar bu şehri görmek istiyor. ”
Doğrusu, biz de “O Trabzon’u” görmek istiyoruz. Göremediğimiz içindir ki sürekli bunları söylüyoruz.
Dostumuzla aramızdaki fark; fiziken Trabzon’da yaşamadığımız için biz ‘bu şehri’ tasarımlarımızda, tasavvurlarımızda görüyor, dostumuz ise ‘yaşadıklarında’ göremiyor! İki bakış da simetrik olarak aynı doğruya işaret ediyor.
Onun için; “yokluğu en çok hissedilen şey, en çok konuşulan şeydir” diyoruz. Şehrimize dair neleri öne çıkarıyorsak, nelerden çok bahsediyorsak, bu ister şehrin bütünü , ister parçaları olsun, belki de yokluğunu en fazla hissettiklerimiz onlardır. Onun içindir ki; neyin yok olduğunu bilirseniz, anlarsanız, hissederseniz neye ihtiyaç duyduğunuzu, neyin gerekli olduğunuzu da anlarsınız.
“Trabzon’u arıyoruz!”. “Bilinen ve bulunan aranır!” hikmetiyle şehrimize baktığımızda, aradığımızın ‘kendi şehrimiz’ olduğunu; ancak bugün varolanın hiç de ‘aradığımız şehir’ olmadığını görüyoruz.
Şimdi soralım: Trabzon’a “medeniyet şehri, tarih, kültür, mimari ve sanat şehri” demek, ‘nelerin yok olduğuna mı, nelerin varolduğuna mı işaret eder ? Bunların tekabül ettiği, tecessüm ettiği Trabzon’u geçmişten çıkarıp bugüne taşımak zorundayız. Bu zorunluluğu, bu zorluğa talip olanlar anlayabilir, yerine getirebilir !
Neyin yok olduğunu biliyorsak, aradığımızın da ne olduğunu biliyoruz. Öyle ise bulacağımızın da ne olduğunu anlayabiliriz.
Nietzche 19. asır sanatkarları icin, haklı bir genelleme yaparak: “Onların kalpleri yoktur.” demiş. Yâni “Sanatkarlar vidansızdır” demiş. Bu söz, en çok da bugünün şehir yöneticilerine uyuyor. Şehrin Belediye Başkanlarının, Valilerinin, diğer şehir yöneticilerinin, planlamacıların, mimarların, şehre dair projeleri olan merkezî yönetimin sizce kalpleri var mıdır? Ya da şöyle soralım: Vicdanlı mıdırlar?
Kalpleri olsaydı , bugün şehrimize bakıp da “Nerede bu tarih, kültür, medeniyet şehri Trabzon?” diye sormazdık.
Şehirleri vareden ve sürdüren “ruhları”dır, kalpleridir. Ruhu ve kalbi mekanikleşmiş, taşlaşmış, betonlaşmış, plakalaşmış bir şehir ve yöneticilerinden vicdan talep etmek, katilden merhamet, makinadan insaf beklemek demektir.
Şairin; “çölde susuz nasıl yürürse suya..” deyişi gibi şehrimizi aramak… Bu bir serap mı? Öyle de olsa bu “serap:hayal”in peşinden “serâpâ:tümden” koşmak… Ancak bu serap; varolmayanın peşinden koşmak değil, varolanın tekrar bulunması ve “ait olduğu yere” taşınmasıdır.
Başa aldığımız tarihçinin söylediği söze geliyoruz…“Nostalji, gelecekteki şehri yeniden kurmak veya kurtarmak için gerekli bir duygudur. “ Biz de bu duyguyu melankoliye kurban etmeden şehrimizin “hayalini kurma”ya devam ediyoruz, edeceğiz, etmeliyiz.
Yunus’la bitirelim:
“Sevdiğimi söylemezsem, bu sevda boğar beni!”
Şehrimizi aramak “boğucu bir sevda” ile mümkün gibi… Zorlayarak, zorlanarak değil, “muhabbet duyarak, aşk ile…
(Günebakış, 10 Şubat 2010)
2 Şubat 2010 Salı
BİR ŞEHİR VE ÜÇ VALİ PORTRESİ...
Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Şöyle bir soru ile başlayalım: Vali-Şehir ilişkisini “sahip”lik duygusunun/anlayışının sınırları içerisinde değerlendirebilir miyiz? Günümüzün Vali-Şehir ilişkisinde böyle bir “sahiplik” duygusunu görmek pek mümkün görünmüyor. Niçin? Çünkü, ne “tayin edilen Vâli”nin niçin o şehre gönderildiği, ne de Vali’nin hangi şehirde bulunduğu’ndan pek haberi yok. Ama, şehrin hangi Valiye ‘emanet’ edildiğinden şehrin haberi var ! Nasıl? Şehir; öncelikle kendisini fark edecek, sonra hissedecek, daha sonra da yüklenecek, “şehrin tarihsel misyonu”nu güncelleyebilecek bir basiret ve iradeyi gösterebilmekten uzak olduğuna her hücresiyle şehadet ediyor. Çünkü şehir, gün geçtikçe kendinden birçok şeyin kaybolduğunun, kendini yenileyemediğinin farkında ! Onun içindir ki “sahip”lik, şehre “ait”likle anlam kazanır ve bütünleşir.
Günümüzde; devlet adına “zorunlu sahiplik” diyebileceğimiz bir ilişkiyi yaşıyor şehirlerimiz Valileriyle. Daha doğrusu “Valilerin belli süreli zorunlu ikamet ettiği şehir” olmaya mahkûm ediliyor şehirlerimiz.
Bir tarif yapacak olursak… Vâli; XIV. Yüzyıldan bu yana ‘arapça-farsça-eski türkçe’ kökenli dil havzamızın önemli ve güzel kelimelerinden biri. Çağrışımı kelime anlamının da ötesinde oldukça yoğun. XIV. yüzyıldan itibaren Anadolu Türkçesinde ve devlet metinlerinde kullanılan bir kelime. ‘ Yöneten, bakan, gözeten, gözkulak olan, egemenlik yetkisini kullanan, sorumluluk üstlenen, idare eden” anlamında Arapça kökenli… Cumhuriyetle birlikte kurutulmaya çalışılan dil havzamızda ‘Vali’nin yerine ‘ilbay’ uydurulmuş ama çok şükür ‘Vali’ bu katliamdan kurtulmuş. Vali; türediği dil havzasında Velî, Velayet, velînimet, veliaht gibi oldukça önemli kelimelere de çağrışım yapıyor.
“Şehir”le ilgili yazılarımızda zaman zaman “Vali” ve işlevine dair konularI ele alıyoruz. Vali; şehrimiz Trabzon için de oldukça önemli muhteva ve çağrışımlar taşıyan kelimelerden birisi… Çünkü şehzade sancakları olan Amasya, Manisa, Kastamonu, Konya, Trabzon gibi şehirlerde Osmanlı Şehzadeleri hükümdarlık öncesinde Valilik yaparak tecrübe, birikim ve muhteva oluştururlar. Başta, şehrimizde 23 yıl Valilik yapan Yavuz Sultan Selim olmak üzere, şehrimizde doğup 15 yaşına kadar yaşayan Kanuni Sultan Süleyman’dan itibaren Trabzon’da Valilik yapanlara baktığımızda, bunların “devlet-i ebed müddet” bir imparatorluğu taşıyacak, yönetecek, yönlendirecek idrak ve iradede yöneticiler olduklarını görürüz.
Onun için şehrimizde Valilik yapacakların “arkalarından kimlerin ayak seslerini işitmeleri” gerektiğinin idrakinde olmaları, görevin de ötesinde bir mecburiyettir ! Nasıl bir yüke talip oldukları, nasıl bir şehrin yönetimini üstlendikleri ve nasıl bir “medeniyet ruhu”nu o şehirde temsil ettiklerinin bilincinde olmaları gerekir.
Gerekir de… Bugünün Valilerine baktığımızda Nedîm’in beytini biraz değiştirerek hatırlamak gerekiyor herhalde:
“Yok senin vasfettiğin Vali bu şehr içre Nedîm,
Bir per-i sûret görünmüş, bir hayâl olmuş sana !”
Osmanlı döneminde Trabzon’da görev yapmış “sembol” nitelikte Valilerden bazıları: Kasım Bey, Hızır Bey, Sultan II. Bayezid’in oğlu Şehzâde Abdullah, İskender Paşa, Sırrı Paşa, Süleyman Nazif, M. Ali Aynî, vs.vs..
Peşlerinde 23 yıl medeniyet şehri Trabzon’da valilik yapmış Yavuz Sultan Selim gibi bir iradenin bulunduğu bir şehre vali olacakların, hangi vasıflara sahip olmaları gerektiğini bir düşünün…
Bir medeniyet hem şehrini hem de valisini ortaya çıkarır. Valiler de o medeniyetin şehirlerini tezyin ve tanzim ederler. Valilikleriyle adını duyuran bu âkil yöneticilerin “kongre valisi” olmadıkları, aksine “komple” Vali olduklarına işaret etmek gerek…
Vâli deyince halâ, 1940’ların “ceberrut CHP yönetimi”nin valilerini hatırlıyoruz. Henüz o anlayışın şuuraltlarından silinmemiş olması, devlet yönetimi adına büyük talihsizlik. Bir de o dönemleri yaşayanları düşünün… Ayrıntıya girmenin yeri burası değil…
Sözün burasında, başlığımıza uygun üç olayla, üç Vali tipine temas edelim..
Birinci Vali Portresi:
Osmanlı’nın son dönemlerinde bir konunun araştırılması için Ziya Bey isminde bir mülkiye müfettişi Trabzon’a gönderilir. Müfettiş, ilk akşam adet olduğu üzere eşraftan birisinin konağında misafir edilir. Sohbet edilirken Ziya Bey;
-Trabzon’da en çok hangi Vali’den memnun kaldınız? diye sorar. Sohbette bulunan yaşlı bir zât:
-Efendim der, bendeniz Trabzon’da yirmi kadar vali gördüm. Hepsinin de icraatına yakından şahit oldum. Bunların içinde cennetmekân Ahmet Paşa gibi birisini görmedim.
Ziya bey, merak eder ve sorar:
-Çok hizmet ettiler de mi unutamıyorsunuz?
Yaşlı zât: - Efendim, merhum Vâli Trabzon Valiliğine tayin edilip gelirken, Gümüşhane’de vefat etti.”
Kıssadan Hisse: En (iyi) Asil Vali, “ Ölü Vali”dir.
İkinci Vali Portresi:
Tarih 9 Mayıs 1935… CHP’nin 4. Kurultayı toplanıyor. Adı “Cumhuriyet Halk Fırkası”ndan “Cumhuriyet Halk Partisi”ne dönüştürülüyor. Parti tüzüğü değiştiriliyor ve “partinin devletle kaynaştırılması”, daha doğrusu birleştirilmesi kararlaştırılıyor. Kurultaydan sonra resmi genelge ile İçişleri Bakanı Parti Yönetim Kurulu Üyeliğine alınıp, Genel Sekreterlik görevi veriliyor. En ilginci mi desek, en vahimi mi desek, İllerde CHP İl Başkanlıklarına İl Valilerinin getirildiği açıklanıyor.
İlginçtir… Darbe dönemlerinde atanan Vali’nin gelişine “cebren-kerhen” sevinen 3-5 devlet bürokratının yanı sıra, bulunduğu şehirden başka bir şehre tayin olup giderken arkalarından sevinç çığlıkları atan ve “teneke çalan” ahalinin sevincini de hatırlamak gerekiyor.
Kıssadan Hisse: En (kötü) Vali, “Partili Vali”dir.
Üçüncü Vali Portresi:
Mehmet Ali Aynî 1911’de Trabzon Valiliği’ne tayin edilir. Trabzon Sultanisi’nde Edebiyat öğretmeni olan İ. Alaaddin Gövsa, yeni Vali’yi tanımadığı için, önceki vali, arkadaşı Süleyman Nazif’ten bilgi ister. Yeni Vali’nin nasıl birisi olduğunu sorar. Süleyman Nazif yeni Vali’yi şöyle tanıtır:
“Artık, Trabzon’a giderken kitap, kamus, ansiklopedi filan götürmenize lüzum yoktur. Valiye müracaat edebilirsiniz. O vali değil, kütüphanedir.”
Kıssadan Hisse: En âkil vali: “Kitaplı Vali”dir.
Doğu Karadeniz şehirlerinde Valilik yapanlara ve yapacaklara bu üç vali tipi ithaf olunur.
Valiliğin ne kadar önemli olduğu, protokol duvarlarını aşanların önemli işler yaptığını anlamak için Trabzon’un yukarıda saydığımız sembol Vali’lerini hatırladığımız gibi Osmanlı dönemi Bursa Valileri’nden Ahmet Vefik Paşa’yı, Sivas Valilerinden Halil Rifat Paşa’yı da hatırlıyoruz. Bunlar gibi birçok Valiyi de… Trabzon şehir yöneticilerinin de içinde bulunduğu bu âkil vali-yöneticiler, , daha birçok görevlerde bulunmalarına rağmen “valiliklerinde yaptıkları hizmet”lerle hatırlanmaktadırlar.
Bugüne kadar “Sayın Valim”, “Emirleriniz”, “Emir buyurursanız” yollu tâzimlerin büyüsüne kapılanlardan şehir halkı çok çekti. İsteriz ki devran tersine dönsün de, bu tâzimlerin büyülü atmosferine kapılmayan Vâliler şehirlerimizle bütünleşsin.
“Vali nasıl olmalı?” tarzında, akıl verme anlamında Valilik dersine girmiyoruz, böyle bir işe de kalkışmıyoruz. Sadece “şehrimiz”in yükünü omuzlayacak Vâli’nin nasıl olması veya olmaması gerektiğine sembol isimleri ayna tutarak yansıtıcılık yapmak istiyoruz. Ama gene de “Vali Nasıl olmalı?” sorusuna Vali-İdareci Ahmet Vefik Paşa’nın meşhur “mim” harfiyle başlayan meziyetlere sahip olması gerektiğine ilişkin ibretlik listesiyle bitirelim:
Muteber, Mutena, Mutedil, Mu’tezim, Mutlif, Muvakkit, Muvaffak, Muzaffer, Müdebbir, Müeyyid, Mütefekkir, Müferrih, Muhibbi, Mükrim, Mültefit, Mümeyyiz, Münevver, Mübeşşir, Mübeccel, Muvahhit, Mücerrib, Müfarik, Müheyya, Müceddid.
Muvazzaf Valilerimiz, yukarıda isimlerini andığımız birkaç “sembol Vali”nin biyografilerini derinliğine, ayrıntılı bir şekilde okumalı deriz.
Acaba şehirlerimizdeki Valileri/şehrimizdeki Valiyi bu üç kategoriden hangisine oturtabilirsiniz, oturtabiliriz?
Şehirlerimizde “zorunlu sahiplik” yapmayacak, aidiyet bilincine sahip Vali’leri görebilecek miyiz?
duzenliyahya@gmail.com
Şöyle bir soru ile başlayalım: Vali-Şehir ilişkisini “sahip”lik duygusunun/anlayışının sınırları içerisinde değerlendirebilir miyiz? Günümüzün Vali-Şehir ilişkisinde böyle bir “sahiplik” duygusunu görmek pek mümkün görünmüyor. Niçin? Çünkü, ne “tayin edilen Vâli”nin niçin o şehre gönderildiği, ne de Vali’nin hangi şehirde bulunduğu’ndan pek haberi yok. Ama, şehrin hangi Valiye ‘emanet’ edildiğinden şehrin haberi var ! Nasıl? Şehir; öncelikle kendisini fark edecek, sonra hissedecek, daha sonra da yüklenecek, “şehrin tarihsel misyonu”nu güncelleyebilecek bir basiret ve iradeyi gösterebilmekten uzak olduğuna her hücresiyle şehadet ediyor. Çünkü şehir, gün geçtikçe kendinden birçok şeyin kaybolduğunun, kendini yenileyemediğinin farkında ! Onun içindir ki “sahip”lik, şehre “ait”likle anlam kazanır ve bütünleşir.
Günümüzde; devlet adına “zorunlu sahiplik” diyebileceğimiz bir ilişkiyi yaşıyor şehirlerimiz Valileriyle. Daha doğrusu “Valilerin belli süreli zorunlu ikamet ettiği şehir” olmaya mahkûm ediliyor şehirlerimiz.
Bir tarif yapacak olursak… Vâli; XIV. Yüzyıldan bu yana ‘arapça-farsça-eski türkçe’ kökenli dil havzamızın önemli ve güzel kelimelerinden biri. Çağrışımı kelime anlamının da ötesinde oldukça yoğun. XIV. yüzyıldan itibaren Anadolu Türkçesinde ve devlet metinlerinde kullanılan bir kelime. ‘ Yöneten, bakan, gözeten, gözkulak olan, egemenlik yetkisini kullanan, sorumluluk üstlenen, idare eden” anlamında Arapça kökenli… Cumhuriyetle birlikte kurutulmaya çalışılan dil havzamızda ‘Vali’nin yerine ‘ilbay’ uydurulmuş ama çok şükür ‘Vali’ bu katliamdan kurtulmuş. Vali; türediği dil havzasında Velî, Velayet, velînimet, veliaht gibi oldukça önemli kelimelere de çağrışım yapıyor.
“Şehir”le ilgili yazılarımızda zaman zaman “Vali” ve işlevine dair konularI ele alıyoruz. Vali; şehrimiz Trabzon için de oldukça önemli muhteva ve çağrışımlar taşıyan kelimelerden birisi… Çünkü şehzade sancakları olan Amasya, Manisa, Kastamonu, Konya, Trabzon gibi şehirlerde Osmanlı Şehzadeleri hükümdarlık öncesinde Valilik yaparak tecrübe, birikim ve muhteva oluştururlar. Başta, şehrimizde 23 yıl Valilik yapan Yavuz Sultan Selim olmak üzere, şehrimizde doğup 15 yaşına kadar yaşayan Kanuni Sultan Süleyman’dan itibaren Trabzon’da Valilik yapanlara baktığımızda, bunların “devlet-i ebed müddet” bir imparatorluğu taşıyacak, yönetecek, yönlendirecek idrak ve iradede yöneticiler olduklarını görürüz.
Onun için şehrimizde Valilik yapacakların “arkalarından kimlerin ayak seslerini işitmeleri” gerektiğinin idrakinde olmaları, görevin de ötesinde bir mecburiyettir ! Nasıl bir yüke talip oldukları, nasıl bir şehrin yönetimini üstlendikleri ve nasıl bir “medeniyet ruhu”nu o şehirde temsil ettiklerinin bilincinde olmaları gerekir.
Gerekir de… Bugünün Valilerine baktığımızda Nedîm’in beytini biraz değiştirerek hatırlamak gerekiyor herhalde:
“Yok senin vasfettiğin Vali bu şehr içre Nedîm,
Bir per-i sûret görünmüş, bir hayâl olmuş sana !”
Osmanlı döneminde Trabzon’da görev yapmış “sembol” nitelikte Valilerden bazıları: Kasım Bey, Hızır Bey, Sultan II. Bayezid’in oğlu Şehzâde Abdullah, İskender Paşa, Sırrı Paşa, Süleyman Nazif, M. Ali Aynî, vs.vs..
Peşlerinde 23 yıl medeniyet şehri Trabzon’da valilik yapmış Yavuz Sultan Selim gibi bir iradenin bulunduğu bir şehre vali olacakların, hangi vasıflara sahip olmaları gerektiğini bir düşünün…
Bir medeniyet hem şehrini hem de valisini ortaya çıkarır. Valiler de o medeniyetin şehirlerini tezyin ve tanzim ederler. Valilikleriyle adını duyuran bu âkil yöneticilerin “kongre valisi” olmadıkları, aksine “komple” Vali olduklarına işaret etmek gerek…
Vâli deyince halâ, 1940’ların “ceberrut CHP yönetimi”nin valilerini hatırlıyoruz. Henüz o anlayışın şuuraltlarından silinmemiş olması, devlet yönetimi adına büyük talihsizlik. Bir de o dönemleri yaşayanları düşünün… Ayrıntıya girmenin yeri burası değil…
Sözün burasında, başlığımıza uygun üç olayla, üç Vali tipine temas edelim..
Birinci Vali Portresi:
Osmanlı’nın son dönemlerinde bir konunun araştırılması için Ziya Bey isminde bir mülkiye müfettişi Trabzon’a gönderilir. Müfettiş, ilk akşam adet olduğu üzere eşraftan birisinin konağında misafir edilir. Sohbet edilirken Ziya Bey;
-Trabzon’da en çok hangi Vali’den memnun kaldınız? diye sorar. Sohbette bulunan yaşlı bir zât:
-Efendim der, bendeniz Trabzon’da yirmi kadar vali gördüm. Hepsinin de icraatına yakından şahit oldum. Bunların içinde cennetmekân Ahmet Paşa gibi birisini görmedim.
Ziya bey, merak eder ve sorar:
-Çok hizmet ettiler de mi unutamıyorsunuz?
Yaşlı zât: - Efendim, merhum Vâli Trabzon Valiliğine tayin edilip gelirken, Gümüşhane’de vefat etti.”
Kıssadan Hisse: En (iyi) Asil Vali, “ Ölü Vali”dir.
İkinci Vali Portresi:
Tarih 9 Mayıs 1935… CHP’nin 4. Kurultayı toplanıyor. Adı “Cumhuriyet Halk Fırkası”ndan “Cumhuriyet Halk Partisi”ne dönüştürülüyor. Parti tüzüğü değiştiriliyor ve “partinin devletle kaynaştırılması”, daha doğrusu birleştirilmesi kararlaştırılıyor. Kurultaydan sonra resmi genelge ile İçişleri Bakanı Parti Yönetim Kurulu Üyeliğine alınıp, Genel Sekreterlik görevi veriliyor. En ilginci mi desek, en vahimi mi desek, İllerde CHP İl Başkanlıklarına İl Valilerinin getirildiği açıklanıyor.
İlginçtir… Darbe dönemlerinde atanan Vali’nin gelişine “cebren-kerhen” sevinen 3-5 devlet bürokratının yanı sıra, bulunduğu şehirden başka bir şehre tayin olup giderken arkalarından sevinç çığlıkları atan ve “teneke çalan” ahalinin sevincini de hatırlamak gerekiyor.
Kıssadan Hisse: En (kötü) Vali, “Partili Vali”dir.
Üçüncü Vali Portresi:
Mehmet Ali Aynî 1911’de Trabzon Valiliği’ne tayin edilir. Trabzon Sultanisi’nde Edebiyat öğretmeni olan İ. Alaaddin Gövsa, yeni Vali’yi tanımadığı için, önceki vali, arkadaşı Süleyman Nazif’ten bilgi ister. Yeni Vali’nin nasıl birisi olduğunu sorar. Süleyman Nazif yeni Vali’yi şöyle tanıtır:
“Artık, Trabzon’a giderken kitap, kamus, ansiklopedi filan götürmenize lüzum yoktur. Valiye müracaat edebilirsiniz. O vali değil, kütüphanedir.”
Kıssadan Hisse: En âkil vali: “Kitaplı Vali”dir.
Doğu Karadeniz şehirlerinde Valilik yapanlara ve yapacaklara bu üç vali tipi ithaf olunur.
Valiliğin ne kadar önemli olduğu, protokol duvarlarını aşanların önemli işler yaptığını anlamak için Trabzon’un yukarıda saydığımız sembol Vali’lerini hatırladığımız gibi Osmanlı dönemi Bursa Valileri’nden Ahmet Vefik Paşa’yı, Sivas Valilerinden Halil Rifat Paşa’yı da hatırlıyoruz. Bunlar gibi birçok Valiyi de… Trabzon şehir yöneticilerinin de içinde bulunduğu bu âkil vali-yöneticiler, , daha birçok görevlerde bulunmalarına rağmen “valiliklerinde yaptıkları hizmet”lerle hatırlanmaktadırlar.
Bugüne kadar “Sayın Valim”, “Emirleriniz”, “Emir buyurursanız” yollu tâzimlerin büyüsüne kapılanlardan şehir halkı çok çekti. İsteriz ki devran tersine dönsün de, bu tâzimlerin büyülü atmosferine kapılmayan Vâliler şehirlerimizle bütünleşsin.
“Vali nasıl olmalı?” tarzında, akıl verme anlamında Valilik dersine girmiyoruz, böyle bir işe de kalkışmıyoruz. Sadece “şehrimiz”in yükünü omuzlayacak Vâli’nin nasıl olması veya olmaması gerektiğine sembol isimleri ayna tutarak yansıtıcılık yapmak istiyoruz. Ama gene de “Vali Nasıl olmalı?” sorusuna Vali-İdareci Ahmet Vefik Paşa’nın meşhur “mim” harfiyle başlayan meziyetlere sahip olması gerektiğine ilişkin ibretlik listesiyle bitirelim:
Muteber, Mutena, Mutedil, Mu’tezim, Mutlif, Muvakkit, Muvaffak, Muzaffer, Müdebbir, Müeyyid, Mütefekkir, Müferrih, Muhibbi, Mükrim, Mültefit, Mümeyyiz, Münevver, Mübeşşir, Mübeccel, Muvahhit, Mücerrib, Müfarik, Müheyya, Müceddid.
Muvazzaf Valilerimiz, yukarıda isimlerini andığımız birkaç “sembol Vali”nin biyografilerini derinliğine, ayrıntılı bir şekilde okumalı deriz.
Acaba şehirlerimizdeki Valileri/şehrimizdeki Valiyi bu üç kategoriden hangisine oturtabilirsiniz, oturtabiliriz?
Şehirlerimizde “zorunlu sahiplik” yapmayacak, aidiyet bilincine sahip Vali’leri görebilecek miyiz?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)