Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Tarihçi İlber Ortaylı, “İstanbul’dan Sayfalar”da “İstanbul sayfaları çevirmekle bitmeyen bir kitap; seyrine doyum olmayan bir resimdir” der. Ve “İstanbul göz nuru dökülmemiş bir bilim dalıdır. Bu şehirde uygarlık tarihinin her anından, her bucağından kalıntılar, renkler vardır ve bugün de ilginç bir değişimin içindedir. Biz İstanbul’da yaşasak da onu tanımıyoruz.
Yöneticilerimiz onu New York gibi gökdelenlerle bezemek istiyor. Yönetilenlerimiz ise yeşilliğine, sokaklarına yabancı veya kayıtsız. “ diye devam ederek sözlerini sürdürür: “Hiç şüphe yok ki ne fiziki dokuları ne de sakinleri itibariyle bu semtler benim çocukluğumun ve ilk gençliğimin semtleri değildir.” İlber Hoca, sözün burasında önemli bir tesbit daha yapar: “Nostalji, gelecekteki İstanbul’u yeniden kurmak veya kurtarmak için gerekli bir duygudur. Tabii onun melankoliye dönüşmemesi için bilgi ve tetkik gerekiyor…”
Bir an için bu sözlerin Trabzon için söylendiğini varsayalım. Bu varsayım yanlış da sayılmaz. Çünkü Trabzon, Osmanlı’nın Klasik dönemde en Batı’daki İstanbul’un, en doğudaki sembol ‘medeniyet şehri’ydi. Aynı Fatih’in silüetinin kapladığı, adeta kollarını açtığında bir elinin İstanbul, diğer elinin de Trabzon üzerine düştüğü iki medeniyet şehrinden Trabzon’a yukarıdaki tesbitleri giydirmek doğru bir benzetme olur.
Tarihî kadîm zamanlara kadar uzanan Trabzon’un ismi bugüne kadar (telaffuzun dışında) değişmedi, aynı kaldı. Ama vasıfları çoktu … “Şehr-i müzeyyen”, “Hurşidâbad”, “Şehr-i azîm”, “Mamur-i kadîm”, “Taht-ı Kadîm”…. Bütün bu vasıflandırmalar Trabzon’da varolan ‘tarih-medeniyet ve kültür’ü çağrıştırıyordu.
Peki ya bugün ?
Nelere sahip olduğundan habersiz “hazineleri üzerinde ağlayan” bitkin ve çaresiz veya şehrini hastalıktan kurtarmak için “efendisinin ilaçlarını çalıp da onları içerek iyileşeceğini sanan” uşak misali şehrimize yabancıyız. Şehrimizin dününü hatırlayacak, bugününü anlayacak ve onu yarına taşıyacak bir “şehr-i mamur ve müzeyyen” haline getirecek idrak ve inşaya sahip miyiz?
Şehir üzerinde düşünenler, şehrini dert edinenler böyle bir idrake sahip de, acaba şehrin emanet edildiği “şehreminleri” yâni yöneticileri bu derde, bu tasaya sahip mi?
Hiç zannetmiyoruz. Bu zannımızı gerekçelendiren, şehrin bugünkü halidir. Dününden izleri giderek yok etmeye çalışan, bugününü ‘gerektiği gibi inşa edemeyen’, böylece yarınını heba eden bir zihniyet… 1930’larda doğrudan, öfke ile harekete geçen bu zihniyetin muhtevası değişmiyor. İsimleri değişse de “bünyeleri-yapı”ları aynı ! Şehri ihyaya değil, imhaya memur bir zihniyet… Bu zihniyet iki türlü kendisini gösteriyor: Birisi ‘taammüden’, yâni tasarlayarak, bilinçli olarak. Diğeri ise; nasıl bir imhaya sebep/memur olduklarının bile farkında olmayan ama imhaya devam eden zihniyet…
Bazen, “nasıl bir şehirde yaşıyoruz?” sorusuna kendimiz doğrudan cevap veremeyiz ama önemli bir şehirde olduğumuzu hissederiz. Şehrin bizatihi kendisi bizi kuşatır, önemini hissettirir. Veya bunu bize hissettiren, o şehrin “ne olduğu”nu, “nelere sebep olduğunu”, zaman ve tarih içinde hangi olaylara sahne olduğunu bilenlerin bize anlattıklarının bizde bıraktıklarıdır.
Bu satırların yazarı da “şehrinin akıbeti”ni sözle de olsa dert edinmeyi kendince görev bildiği için “nerede şehre dair bir iz, bir muhteva, bir parça, bir söz, bir hal….” bulursa onu Trabzon’a taşımaya, yorumlamaya, onu konuşturmaya; bakanlar ve anlayanlar olursa onlara sunmaya çabalamaktadır. Ortaylı’nın yukarıdaki tesbitleri de işte bu bağlamda şehrimiz Trabzon’a aktarılmış ‘suhuf’lardır.
Yazımızın başlığını “Nerede bu şehir?” diye atmamız, aslında derin bir derdin kelama yansımış, kalemle ifade edilebilir şeklidir. Daha doğrusu “ifade edilemeyen”lerin ani bir zihni hücumla dışlaşmış şekli…
Geçtiğimiz günlerde, Trabzon’da bir sivil toplum kuruluşunun başında bulunan bir dostumuzla Ankara’da Trabzon üzerine konuşurken, Trabzon insanının doğallığıyla, sponten bir biçimde söylediği şu sözler, başlığımızı böyle atmamızı sağladı: “Hep söylediğimiz, yazdığımız Trabzon’u arıyorum. Tarih kenti, kültür kenti, turizm kenti, ticaret kenti, ipek yolunun geçtiği kent, siyasetin şekillendiği kent nerede? Yıllar var ki bu kenti bulamadık! Trabzon’da yaşayanlar bu şehri görmek istiyor. ”
Doğrusu, biz de “O Trabzon’u” görmek istiyoruz. Göremediğimiz içindir ki sürekli bunları söylüyoruz.
Dostumuzla aramızdaki fark; fiziken Trabzon’da yaşamadığımız için biz ‘bu şehri’ tasarımlarımızda, tasavvurlarımızda görüyor, dostumuz ise ‘yaşadıklarında’ göremiyor! İki bakış da simetrik olarak aynı doğruya işaret ediyor.
Onun için; “yokluğu en çok hissedilen şey, en çok konuşulan şeydir” diyoruz. Şehrimize dair neleri öne çıkarıyorsak, nelerden çok bahsediyorsak, bu ister şehrin bütünü , ister parçaları olsun, belki de yokluğunu en fazla hissettiklerimiz onlardır. Onun içindir ki; neyin yok olduğunu bilirseniz, anlarsanız, hissederseniz neye ihtiyaç duyduğunuzu, neyin gerekli olduğunuzu da anlarsınız.
“Trabzon’u arıyoruz!”. “Bilinen ve bulunan aranır!” hikmetiyle şehrimize baktığımızda, aradığımızın ‘kendi şehrimiz’ olduğunu; ancak bugün varolanın hiç de ‘aradığımız şehir’ olmadığını görüyoruz.
Şimdi soralım: Trabzon’a “medeniyet şehri, tarih, kültür, mimari ve sanat şehri” demek, ‘nelerin yok olduğuna mı, nelerin varolduğuna mı işaret eder ? Bunların tekabül ettiği, tecessüm ettiği Trabzon’u geçmişten çıkarıp bugüne taşımak zorundayız. Bu zorunluluğu, bu zorluğa talip olanlar anlayabilir, yerine getirebilir !
Neyin yok olduğunu biliyorsak, aradığımızın da ne olduğunu biliyoruz. Öyle ise bulacağımızın da ne olduğunu anlayabiliriz.
Nietzche 19. asır sanatkarları icin, haklı bir genelleme yaparak: “Onların kalpleri yoktur.” demiş. Yâni “Sanatkarlar vidansızdır” demiş. Bu söz, en çok da bugünün şehir yöneticilerine uyuyor. Şehrin Belediye Başkanlarının, Valilerinin, diğer şehir yöneticilerinin, planlamacıların, mimarların, şehre dair projeleri olan merkezî yönetimin sizce kalpleri var mıdır? Ya da şöyle soralım: Vicdanlı mıdırlar?
Kalpleri olsaydı , bugün şehrimize bakıp da “Nerede bu tarih, kültür, medeniyet şehri Trabzon?” diye sormazdık.
Şehirleri vareden ve sürdüren “ruhları”dır, kalpleridir. Ruhu ve kalbi mekanikleşmiş, taşlaşmış, betonlaşmış, plakalaşmış bir şehir ve yöneticilerinden vicdan talep etmek, katilden merhamet, makinadan insaf beklemek demektir.
Şairin; “çölde susuz nasıl yürürse suya..” deyişi gibi şehrimizi aramak… Bu bir serap mı? Öyle de olsa bu “serap:hayal”in peşinden “serâpâ:tümden” koşmak… Ancak bu serap; varolmayanın peşinden koşmak değil, varolanın tekrar bulunması ve “ait olduğu yere” taşınmasıdır.
Başa aldığımız tarihçinin söylediği söze geliyoruz…“Nostalji, gelecekteki şehri yeniden kurmak veya kurtarmak için gerekli bir duygudur. “ Biz de bu duyguyu melankoliye kurban etmeden şehrimizin “hayalini kurma”ya devam ediyoruz, edeceğiz, etmeliyiz.
Yunus’la bitirelim:
“Sevdiğimi söylemezsem, bu sevda boğar beni!”
Şehrimizi aramak “boğucu bir sevda” ile mümkün gibi… Zorlayarak, zorlanarak değil, “muhabbet duyarak, aşk ile…
(Günebakış, 10 Şubat 2010)
duzenliyahya@gmail.com
Tarihçi İlber Ortaylı, “İstanbul’dan Sayfalar”da “İstanbul sayfaları çevirmekle bitmeyen bir kitap; seyrine doyum olmayan bir resimdir” der. Ve “İstanbul göz nuru dökülmemiş bir bilim dalıdır. Bu şehirde uygarlık tarihinin her anından, her bucağından kalıntılar, renkler vardır ve bugün de ilginç bir değişimin içindedir. Biz İstanbul’da yaşasak da onu tanımıyoruz.
Yöneticilerimiz onu New York gibi gökdelenlerle bezemek istiyor. Yönetilenlerimiz ise yeşilliğine, sokaklarına yabancı veya kayıtsız. “ diye devam ederek sözlerini sürdürür: “Hiç şüphe yok ki ne fiziki dokuları ne de sakinleri itibariyle bu semtler benim çocukluğumun ve ilk gençliğimin semtleri değildir.” İlber Hoca, sözün burasında önemli bir tesbit daha yapar: “Nostalji, gelecekteki İstanbul’u yeniden kurmak veya kurtarmak için gerekli bir duygudur. Tabii onun melankoliye dönüşmemesi için bilgi ve tetkik gerekiyor…”
Bir an için bu sözlerin Trabzon için söylendiğini varsayalım. Bu varsayım yanlış da sayılmaz. Çünkü Trabzon, Osmanlı’nın Klasik dönemde en Batı’daki İstanbul’un, en doğudaki sembol ‘medeniyet şehri’ydi. Aynı Fatih’in silüetinin kapladığı, adeta kollarını açtığında bir elinin İstanbul, diğer elinin de Trabzon üzerine düştüğü iki medeniyet şehrinden Trabzon’a yukarıdaki tesbitleri giydirmek doğru bir benzetme olur.
Tarihî kadîm zamanlara kadar uzanan Trabzon’un ismi bugüne kadar (telaffuzun dışında) değişmedi, aynı kaldı. Ama vasıfları çoktu … “Şehr-i müzeyyen”, “Hurşidâbad”, “Şehr-i azîm”, “Mamur-i kadîm”, “Taht-ı Kadîm”…. Bütün bu vasıflandırmalar Trabzon’da varolan ‘tarih-medeniyet ve kültür’ü çağrıştırıyordu.
Peki ya bugün ?
Nelere sahip olduğundan habersiz “hazineleri üzerinde ağlayan” bitkin ve çaresiz veya şehrini hastalıktan kurtarmak için “efendisinin ilaçlarını çalıp da onları içerek iyileşeceğini sanan” uşak misali şehrimize yabancıyız. Şehrimizin dününü hatırlayacak, bugününü anlayacak ve onu yarına taşıyacak bir “şehr-i mamur ve müzeyyen” haline getirecek idrak ve inşaya sahip miyiz?
Şehir üzerinde düşünenler, şehrini dert edinenler böyle bir idrake sahip de, acaba şehrin emanet edildiği “şehreminleri” yâni yöneticileri bu derde, bu tasaya sahip mi?
Hiç zannetmiyoruz. Bu zannımızı gerekçelendiren, şehrin bugünkü halidir. Dününden izleri giderek yok etmeye çalışan, bugününü ‘gerektiği gibi inşa edemeyen’, böylece yarınını heba eden bir zihniyet… 1930’larda doğrudan, öfke ile harekete geçen bu zihniyetin muhtevası değişmiyor. İsimleri değişse de “bünyeleri-yapı”ları aynı ! Şehri ihyaya değil, imhaya memur bir zihniyet… Bu zihniyet iki türlü kendisini gösteriyor: Birisi ‘taammüden’, yâni tasarlayarak, bilinçli olarak. Diğeri ise; nasıl bir imhaya sebep/memur olduklarının bile farkında olmayan ama imhaya devam eden zihniyet…
Bazen, “nasıl bir şehirde yaşıyoruz?” sorusuna kendimiz doğrudan cevap veremeyiz ama önemli bir şehirde olduğumuzu hissederiz. Şehrin bizatihi kendisi bizi kuşatır, önemini hissettirir. Veya bunu bize hissettiren, o şehrin “ne olduğu”nu, “nelere sebep olduğunu”, zaman ve tarih içinde hangi olaylara sahne olduğunu bilenlerin bize anlattıklarının bizde bıraktıklarıdır.
Bu satırların yazarı da “şehrinin akıbeti”ni sözle de olsa dert edinmeyi kendince görev bildiği için “nerede şehre dair bir iz, bir muhteva, bir parça, bir söz, bir hal….” bulursa onu Trabzon’a taşımaya, yorumlamaya, onu konuşturmaya; bakanlar ve anlayanlar olursa onlara sunmaya çabalamaktadır. Ortaylı’nın yukarıdaki tesbitleri de işte bu bağlamda şehrimiz Trabzon’a aktarılmış ‘suhuf’lardır.
Yazımızın başlığını “Nerede bu şehir?” diye atmamız, aslında derin bir derdin kelama yansımış, kalemle ifade edilebilir şeklidir. Daha doğrusu “ifade edilemeyen”lerin ani bir zihni hücumla dışlaşmış şekli…
Geçtiğimiz günlerde, Trabzon’da bir sivil toplum kuruluşunun başında bulunan bir dostumuzla Ankara’da Trabzon üzerine konuşurken, Trabzon insanının doğallığıyla, sponten bir biçimde söylediği şu sözler, başlığımızı böyle atmamızı sağladı: “Hep söylediğimiz, yazdığımız Trabzon’u arıyorum. Tarih kenti, kültür kenti, turizm kenti, ticaret kenti, ipek yolunun geçtiği kent, siyasetin şekillendiği kent nerede? Yıllar var ki bu kenti bulamadık! Trabzon’da yaşayanlar bu şehri görmek istiyor. ”
Doğrusu, biz de “O Trabzon’u” görmek istiyoruz. Göremediğimiz içindir ki sürekli bunları söylüyoruz.
Dostumuzla aramızdaki fark; fiziken Trabzon’da yaşamadığımız için biz ‘bu şehri’ tasarımlarımızda, tasavvurlarımızda görüyor, dostumuz ise ‘yaşadıklarında’ göremiyor! İki bakış da simetrik olarak aynı doğruya işaret ediyor.
Onun için; “yokluğu en çok hissedilen şey, en çok konuşulan şeydir” diyoruz. Şehrimize dair neleri öne çıkarıyorsak, nelerden çok bahsediyorsak, bu ister şehrin bütünü , ister parçaları olsun, belki de yokluğunu en fazla hissettiklerimiz onlardır. Onun içindir ki; neyin yok olduğunu bilirseniz, anlarsanız, hissederseniz neye ihtiyaç duyduğunuzu, neyin gerekli olduğunuzu da anlarsınız.
“Trabzon’u arıyoruz!”. “Bilinen ve bulunan aranır!” hikmetiyle şehrimize baktığımızda, aradığımızın ‘kendi şehrimiz’ olduğunu; ancak bugün varolanın hiç de ‘aradığımız şehir’ olmadığını görüyoruz.
Şimdi soralım: Trabzon’a “medeniyet şehri, tarih, kültür, mimari ve sanat şehri” demek, ‘nelerin yok olduğuna mı, nelerin varolduğuna mı işaret eder ? Bunların tekabül ettiği, tecessüm ettiği Trabzon’u geçmişten çıkarıp bugüne taşımak zorundayız. Bu zorunluluğu, bu zorluğa talip olanlar anlayabilir, yerine getirebilir !
Neyin yok olduğunu biliyorsak, aradığımızın da ne olduğunu biliyoruz. Öyle ise bulacağımızın da ne olduğunu anlayabiliriz.
Nietzche 19. asır sanatkarları icin, haklı bir genelleme yaparak: “Onların kalpleri yoktur.” demiş. Yâni “Sanatkarlar vidansızdır” demiş. Bu söz, en çok da bugünün şehir yöneticilerine uyuyor. Şehrin Belediye Başkanlarının, Valilerinin, diğer şehir yöneticilerinin, planlamacıların, mimarların, şehre dair projeleri olan merkezî yönetimin sizce kalpleri var mıdır? Ya da şöyle soralım: Vicdanlı mıdırlar?
Kalpleri olsaydı , bugün şehrimize bakıp da “Nerede bu tarih, kültür, medeniyet şehri Trabzon?” diye sormazdık.
Şehirleri vareden ve sürdüren “ruhları”dır, kalpleridir. Ruhu ve kalbi mekanikleşmiş, taşlaşmış, betonlaşmış, plakalaşmış bir şehir ve yöneticilerinden vicdan talep etmek, katilden merhamet, makinadan insaf beklemek demektir.
Şairin; “çölde susuz nasıl yürürse suya..” deyişi gibi şehrimizi aramak… Bu bir serap mı? Öyle de olsa bu “serap:hayal”in peşinden “serâpâ:tümden” koşmak… Ancak bu serap; varolmayanın peşinden koşmak değil, varolanın tekrar bulunması ve “ait olduğu yere” taşınmasıdır.
Başa aldığımız tarihçinin söylediği söze geliyoruz…“Nostalji, gelecekteki şehri yeniden kurmak veya kurtarmak için gerekli bir duygudur. “ Biz de bu duyguyu melankoliye kurban etmeden şehrimizin “hayalini kurma”ya devam ediyoruz, edeceğiz, etmeliyiz.
Yunus’la bitirelim:
“Sevdiğimi söylemezsem, bu sevda boğar beni!”
Şehrimizi aramak “boğucu bir sevda” ile mümkün gibi… Zorlayarak, zorlanarak değil, “muhabbet duyarak, aşk ile…
(Günebakış, 10 Şubat 2010)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder