Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Dünyanın her çağa ilişkin bir dili, şehirlerin ortak bir dili, her şehrin de kendine mahsus bir dili var. Bu dil, hareket ettikçe, konuştukça şehir ‘kendini açığa çıkarır’, hissettirir.
Büyük âriflerin gözünde kâmil anlamıyla şehir; “yaşanmaya değer hayat”ın sürdürülebileceği mekân ve çevreyi ifade eder. Onların gözünde şehrin anlamı; şehrin tarihsel süreçte geçirdiği değişimler ne olursa olsun, bütün zamanlar boyunca şehre anlam katan ve şehri anlamlı kılan, şehirde yaşayanların “nasıl bir hayat tarzı”nı seçtiği, geleceğe neleri taşıdığı, hangi ‘değer ve manâ”lara yataklık ettiğidir. Bu anlamda Mekke, Medine, Kudüs başta olmak üzere birçok medeniyet şehri “kimleri” barındırdığı ve “hangi mekânlara” sahiplik ettiği, yâni hangi zamanüstü manâları yaşattığıyla önem kazanmıştır. Bu şehirler, kendilerine özel bir “dil” ve “muhteva” ile konuşurlar. Bahsettiğimiz büyük ârifler bu dili ve muhtevayı anlayan, yaşayan ve yaşatmaya çabalayanlardır. Onlar aslında “mekânsızlıktan gelip mekânsızlığa gitmekte”dirler. Ancak, onların ayak bastığı, “huzurda olduğu” şehirler huzurlu, incindikleri şehirler de “kasvetli” şehirlerdir.
Özetle söylersek; şehrin adı bütün zamanlar boyuncu “neyi, neleri ve kimleri çağrıştırıyor”sa o ölçüde mana ve önem taşır. Aynı şekilde Sodom, Gomore, Pompei gibi şehirler de yaşadıkları ve yaşattıklarıyla günümüzün “ibret”lik şehirleri olarak insanlığın hafızasında yerlerini korumaktadırlar.
“Şehrin ruhu” dediğimiz bu “mekân üstü anlam”, şehirlerin insan zihnindeki çağrışımları ve hafızasındaki yerini tayin eder.
Sözü, içinde yaşadığımız şehrin kimlere ve nelere sebep ve mekân olup olmamasına getirmek istiyoruz.
XVI. yy.da Derviş Mahmud-ı Mesnevihan “Sevâkıb-ı Menâkıb”da “Böyle anlatılır” başlığıyla, Hz. Mevlâna’nın dilinden babasıyla ilgili şöyle bir olayı anlatır:
“Sultânü’l Ulemâ daha Bağdad’da iken Cengiz Han’ın haberi gelip yetişti. Horasan’ı ve Belh şehrini harap eyledi, dediler. Zira Belh ahalisi Cengiz’in oğlunu katleylediler. Ondan dolayı huzursuz olup “Katliam!” buyurdu. Hattâ yüklü hatunların karnını yarıp cümlesini zâyi eyledi. Hisarı yıktılar. O diyarda, Sultânü’l Ulema’nın gönlü kırıldığı için hâlâ mamur olmamış…
Bir yerde Hz. Mevlana; “Belh diyarında büyük babamın mübarek kalbleri incindiğinden dolayı, kıyamete kadar mamur olmaz!” buyurmuşlardır.
Derviş Mahmud bu olayı anlattıktan sonra; “Bu sözlerden hisse kapıp riayet edebini anlamak gerekir.” der.
Kader sınırları içerisinde, insanlar için olduğu gibi şehirler için de böyle garip tecelliler vardır.
Anlattığımız olay, kimileri için ‘anlamsız’ olsa da bizim için oldukça derin anlam ve mesajlar taşır. Hz. Peygamber’in Mekke’den “hicret etmeye mecbur kalması”, Taif’te yaşadıkları ile, diğer Peygamberlerin şehirlerinde karşılaştıkları sıkıntılar, o şehirlerin “soy kütüğü”nde hüzünle hatırlanacak derin yaralardır.
Onun içindir ki, Hz. Mevlâna’nın babasının sözlerinden sonra hem şehre dair, hem de şehirde yaşayanlara ilişkin “riayet edebi”nin nasıl olması gerektiği üzerinde düşünülmelidir.
Şehrin kendisinde doğrudan bir “kutsallık” veya “lanetlilik” yoktur. Şehri kutsallaştıran da lanetli hale getiren de şehirde yaşayanların davranışları, yapıp-etmeleridir.
Bir şehrin “huzur” şehri olması da “hüzün” şehri olması da üzerinde yaşayanların “ahlak”ıyla kaimdir. Ahlâktan kasdımız “yaşama kültürü ve biçimi”dir.
İnsan şehre yaptıklarıyla “bu şehirde yaşanmaz” dedirtiyor ve (Sultan’ül Ulema’da olduğu gibi) âriflere, akillere, şehrin ‘gerçek sahipleri’ne şehri terk ettiriyorsa, o şehrin akıbetinin huzura değil hüzüne endeksli olduğunu bilmek gerekir.
Nasıl bir şehirde yaşadığımız ve gelecek nesillere “nasıl bir şehir bırakacağımız”ın ölçülerinin yattığı bu olay, öncelikle şehri kimlerin, niçin terk ettiğine ısrarla vurgu yapar.
Büyükler bir şehri terk ederken “hüzün”lerini, kalırken de huzurlarını orada bırakırlar.
Bu olaydan da anlıyoruz ki; şehirde bizden sonra yaşayacakların sorumluluğu da bizim üzerimizdedir. Çünkü bir şehrin yarınını inşa edecekler, bugününü idrak edeceklerin döşediği yataklarda varolacaklardır.
Yarının inşacılarına “yaşanmaya değer bir şehir” bırakabilmek için şehri “kimlerin, niçin terk etmemeleri gerektiği”ni anlatabilmeli, aktarabilmeliyiz.
İyi veya kötü, bir şehrin oluşturduğu “imaj”, bazen binlerce yıl zihinlerden silinemez. Eskiler, bunun idrakinde oldukları için “şerefül mekan bil mekin” demişlerdir. Yani ‘bir mekanın şerefi o mekanda yaşayanlarladır, o mekanda yaşayanlardandır..” demişlerdir. Şehir-insan ilişkisinin en güzel formüllerinden birisi bu ifadededir.
Yukarıda bahsettiğimiz üzere nasıl ki Taif deyince Hz. Peygamber üzülmüş ve bu imaj bugüne kadar silinememişse, şehrimizin bugün yaşadıklarının, yarınki imajını oluşturacağı gerçeğinden hareketle, şehrin bugünkü tavrının yarınına taşınacağını bilerek, yarınki şehrin tasasını çekmeliyiz.
Hz. Peygamberin bir hadisinde ifadesini bulan “yaşama” olgusu; İnsanın “dünyayı güzelleştirmesi” görevine dönüşerek, “şehrini yaşanmaya değer bir şehir” haline getirmek olmalıdır.
Yoksa şehri terk edenlerin “hüznü” şehirde kalanların üzerine çöker.
Şehir kimlere sahip olduğundan çok “kimlere sahip olamadığı”yla şehirdir !
Hz.Mevlana’nın sözlerini bu bağlamda anlayabiliyorsak şehrimizi idrak edebiliyoruz demektir. Şehrin büyüklerine, âriflerine, âkillerine sahip çıkıyoruz demektir.
Terkedilmeyecek şehir kimdir ve nerededir? Veya, hangi şehir terk edilemez?
Onu da Yunus Emre’nin Mevlâ’sına yakarışını şehre indirgeyerek söyleyelim:
“Şol göz ki seni gördü, ol neye nazar etsin”
İşte her şeyi ifade eden, (Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle) ancak “düşünen, duyan, bilen, anlayan, yaşayan; ıstırabı, ukdesi, muamması, macerası, davası olan…”ların anlayabileceği kelâmın kemalinde söylenmiş bir “mısra-ı berceste”.
Bu taç şehri gören, başka bir şehre nasıl bakabilir? Nerede bu taç şehir???
(Günebakış, 17 Şubat 2010)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder