Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
İnsanlar gibi şehirler de geleceklerini bugünden düşünmek, hazırlamak ve kurgulamak zorundalar. Hatta bugünden daha çok yarın kaygısı taşımalılar. İddiası olan şehirlerin yarın kaygısı vardır. Tarihsel arka plânı ne olursa olsun, gününü kuramamış şehirlerin iddiası ve yarın kaygısı yoktur. “Yarın kaygısı” idrak ve sorumluluk sahibi varlık için sözkonusu. Yâni insan için… Ve onun yeryüzündeki görevinde şehir, sorumluluklarını yerine getirme mekânı… Bu mekân da iddia taşımalı, yarın kaygısına sahip olmalı… Daha da ileri gidersek, insan ve şehirlerin “bugünü yaşayabilme”leri yarını idrak ve inşa edebilmeleriyle kaim…
İnsan, çoğu kez bugünü yaşama adına yarınını yok etmeyi göze alabiliyor. Yarınsız bir dünyanın kaosunda kendini tüketiyor. Sadece kendini değil, kendisiyle birlikte şehrini de… İnsan için de şehir için de “yarınsızlık” ne korkunç bir şey… Yarını olmamak, ölü, cansız bir nesne, obje gibi yer işgal etmek.. Yâni var olamamak !
Şehirler de yarınları için kaygılanırlar… Kaygılarını ruhuyla hissettirirken, dilleriyle ifade ederler. Tabii hissedene ve anlayana… Şehrin ruhunu fark edebilmek ve dilini anlayabilmek için de ona yabancılaşmamak, onu objelerin toplamından ibaret bir mekân olarak algılamamak gerekiyor.
Dünün medeniyet şehirleri “yarın”larını hazırlar ve kurarlarken; modern zamanların şehirleri, bugünlerini tükettikleri gibi, yarınlarını da bugünlerinin ‘kullanılabilecek malzemesi’ haline getirmekte yarış halindeler… Yarınsızlıkta yarış…
“Kullanılmış gelecek” deyimi literatürümüze henüz yerleşmiş değil. Tam da şehrin yarınına dair konuşurken imdadımıza yetişen, ifade imkânlarımızı zenginleştiren bir deyim olarak önümüze çıkıyor. Kirletilmiş, tüketilmiş, kullanılmış bir gelecek.. “Kullanılmış yârın!”. Ne korkunç deyim !
İnsan ve şehir ilişkisinde yaşanan tam da bu: Kullanılmış gelecek ! Bugünü yaşama adına yarınını düşünmeme, yok etme iştah ve sadizmi insan ve şehri yârınsız bir nekropole dönüştürüyor.
Kullanılmış gelecek, şehrin bugünü ve yarınının mezbahaya dönmesi demek… Kurbanların sırada beklediği bir mezbaha… Geleceğin masum şehrini şimdiden katletmek…
Avustralya’da Üniversitede görevli Hintli bir bilim adamı olan Prof. S. İnayetullah’ın geçtiğimiz yıl ülkemize geldiğinde verdiği konferansta “kullanılmış gelecek” kavramını ortaya atması bana insan ve şehir bağlamında“şehrin kullanılmış yarını”nı çağrıştırmıştı.
İnayatullah’ın Türkiye için söylediklerini şehrimizi düşünerek dinlediğimizde, önemli şeylerin altını çizmiş oluruz. Şöyle diyor bilim adamı: “..Benim Türkiye ile ilgili korkum başkalarının çoktan terk ettiği teknolojileri ve düşünceleri kendisine adapte etmeye çalışması. Türkiye gibi derin tarihe sahip ülkelerin değişmekte zorlandığını görüyorum. Avustralya’nın Türkiye kadar tarihi yok, orada inovasyona yönelmek daha kolay oluyor. Dubai’ye ve Malezya’ya bakabilirsiniz. Onlar dünyanın en yüksek binalarını yapıyorlar. Ama mimarisine bakacak olursanız aslında çok yüksek bir bina yapmanın gereği bulunmuyor. Dolayısıyla daha çevreci daha ihtiyaca yönelik binalar yapmak gerekiyor. Türkiye gereksiz düşüncelerden uzaklaşmalı.”
İnayetullah, önemli bir tercihi de işaret ediyor: “Tarihin hangi tarafında olmak istediğinizi seçmelisiniz”. Hem seçmek hem de taraf olmak, yer almak…
Masum bir şehirde doğması ve yaşaması gereken insanları, meş’um bir şehre mahkûm etmek istemiyorsak “geleceği kullanılmamış bir şehir” bırakabilmeliyiz !
Şehirlerimizin (Turgut Cansever’in deyimiyle) “yaşanamaz mekanlar” olarak “zorunlu iskan alanı”na dönüştüğü bir dünyada kullanılmamış bir gelecek, tüketilmemiş bir yarın ihtiyacını karşılayabilmek … İnsanın yaşayabilir ve şehrin yaşanılabilir olmasının şartı bu ! Gene Turgut Cansever’in ifadesiyle “insan ölçeğinde şehirler kurmak!”.
Katledilen de bu, ihtiyaç da bu !
(Günebakış, 28 Temmuz 2010)
27 Temmuz 2010 Salı
19 Temmuz 2010 Pazartesi
"EKOLOJİK ŞEHİR" ve "EKO YÖNETİCİ"ler...
Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Ekoloji; tüm canlıların birbirleriyle, içinde yaşadıkları ortamla ve çevreleriyle olan ilişkilerini konu alan, inceleyen bir bilim dalı… “Ekolojik şehir” de bu anlamda canlı bir organizma halinde varolan, süregelen bir şehir…… Ekolojik şehir veya şehirde ekolojik hayat…
duzenliyahya@gmail.com
Ekoloji; tüm canlıların birbirleriyle, içinde yaşadıkları ortamla ve çevreleriyle olan ilişkilerini konu alan, inceleyen bir bilim dalı… “Ekolojik şehir” de bu anlamda canlı bir organizma halinde varolan, süregelen bir şehir…… Ekolojik şehir veya şehirde ekolojik hayat…
Bir şehrin sadece insanlarla değil, diğer canlılarıyla birlikte bir bütün olduğunu kadîm şehirlerde olduğu gibi şehrimiz Trabzon’un geçmişinde görüyoruz. Trabzon, tarihsel arka plânına baktığımızda; ekosistemi doğal olarak sürdüğü bir şehirdi. Bugün ise ekolojik şehir değerini ekosistemi bozulmuş şehire düşürmüş bir şehir haline gelmektedir. Çünkü bugünkü haliyle şehrimizin giderek tedrîcî bir ekolojik felâkete doğru sürüklendiğini de görmüyor değiliz. İçtiğimiz sulardan, soluduğumuz havaya, üzerine bastığımız topraktan yanıbaşımızda yaşayan diğer canlılara kadar bütün bir ekosistemin bozulmaya yüz tuttuğunu görüyoruz.
Oldukça zengin bir flora ve faunaya sahip doğu karadeniz bölgesinin bu yapısının asırlar boyunca korunmuş olması, canlı zenginliği, bölgede tarihî süreç boyunca varolmuş bulunan insanların tabiatla iç içe ve uyumlu yaşadıklarını gösteriyor.
Modern zamanların insanı hem kendini hem de yaşadığı çevreyi katletti, bu uyumu bozdu. Bu uyum bir daha kurulabilir mi? Hele de Trabzon gibi fauna ve flora olarak kendini yenileyebilen bir coğrafyada asla bahsedilmemesi gereken “eko sistem bozulması” ne yazık ki önce bu coğrafyaya musallat olabiliyor.
Bu hafta “ne yazayım?” diye düşünürken, Malatya Valisi kadîm dostum, hemşehrimiz Ulvi Saran’ın son yıllarda sıkca gündeme gelen ve hızla yaygınlaşan Hidroelektrik santraller (HES) ile ilgili haftalık bir dergiye verdiği röportajdaki cümleleri bu Temmuz sıcağında içimi ferahlattı.
Son yılların en çok eleştiri alan, eleştirenin de eliştiriye konu olanın da sonuç olarak ne gibi bir sonuç getireceği belli olmayan konularından birisi HES (Hidroelektrik santral)ler. Derelerin üzerine küçüklü büyüklü elektrik üretmek için kurulan bu santrallerden nasibini en fazla alan şehirlerden birisi Trabzon.
“Ticarî iştah”ın şehevî bir hazla hiçbir insanî kaygıya yer bırakmadığı modern zamanlarda doğal bir şekilde canlılarıyla birlikte akan derelerimiz de bu iştahtan, katliamdan payını alıyor. Talip olanların tek derdi; sadece ticari iştah. Futbol kulüplerinden, tıbbi malzeme şirketlerine kadar herkes ihale kovalıyor, “kâr”ın peşinde koşuyor.
Peki ne oluyor? Akarsuların mecrası değiştiriliyor, oradaki ekosistemi besleyen, ondan hayat bulan birçok canlı türü yok oluyor. Kimsenin umurunda değil. “Hiçbir şeyin sebepsiz yaratılmadığı” tasarımlar âleminde biz bu canlıların farkında bile değiliz.
Kimi yerde mahkeme kararıyla inşaatlar durduruluyor, kimi yerde yerli halkla işi yapan firmalar karşı karşıya geliyor. Protestolar, tepkiler, vs. vs. Yapay bir “çevreci tepkisi”yle olayın sadece maddî boyutuyla ilgili değiliz. Varolan her canlının aynı zamanda bir “ruhu”, yaşama hakkı olduğundan hareketle konuya yaklaşmak istiyoruz. Teknik tarafı konumuz değil.
Yeni enerji kaynakları için varolan canlı hayat yok ediliyor ! “Yaşamak için yok et!” diyen vahşiliğin bir türü mü bu? Belki… Mayıs 2010 itibariyle ülke genelinde 2 bin 46 HES’ten kimisi inşaat, kimisi de planlama halinde devam ediyor. Trabzon’da 41, Rize’de 23, Artvin’de 25, Giresun’da da 12 santral yapılıyor.
İşin tam burasında yazımızın başında ferahlatıcı dediğimiz Malatya Valisi Ulvi Saran dostumuzun açıklamaları işin felsefesine dikkatleri çekiyor. Duyarlılığı nostaljiden ibaret olmayan sorumlu bir şehir yöneticisinden damıtılmış, konu ile ilgili açıklamalarını diğer şehir yöneticilerimize de ibret olması ve yol göstermesi açısından satırlarımıza taşıyoruz:
“… Neticede bir suyun güzergâhını değiştirmek, bir yerden bir yere almak ne olur, ne değiştirir, bundan bir şey çıkmaz gibi bir anlayışla hareket ediliyor. Belki de su, müdahale edilmesi en kritik kaynaklardan bir tanesidir. Suya bağlı bir denge çok uzun bir zamanda oluşuyor. İnsanoğlunun bunu bir anda gelip müdahale ile değiştirmesini uygun bulmuyorum…”
Devam ediyor Saran: “Orada akan suyu, canlı hayatını dikkate almadan kullanmaya kalkarsanız mutlak anlamda o hayatı öldürüyorsunuz. Bu, açık bir gerçek…. İdare; sadece sesi çıkan, konuşmasını becerebilen, haklarını savunabilenlerin değil, aynı zamanda sessiz, derdini, sıkıntısını ifade edemeyen canlıların da haklarını korumakla yükümlüdür. Biz onların da valisiyiz. Buradaki suya dayalı olarak hayatını sürdüren canlıların da haklarını korumak zorundayız…”
Osmanlı Vakfiyelerinde örneklerini gördüğümüz türden, insan-tabiat ve diğer canlıların uyum içinde paylaştıkları bir dünyanın nasıl ‘korunarak sürdürülmesi’ gerektiğini gösteren ifadeler… XV. yüzyılda Fatih’in “çevre fermanı”nın veya çeşitli hayvanların yaşaması için kurulmuş vakıflara ait vakfiyelerin bugünkü versiyonu mu bu? Sözün de ötesinde ekosisteme böylesine duyarlı bir Vali-Şehir yöneticisine modern zamanlarda da rastlanıyormuş meğer. Şehir yöneticilerimizde olması gereken ‘nostaljik’ değil, ‘rasyonel duyarlılık’ ve bunun imkânlar alemine yansıması…
Gene devam ediyor Ulvi Saran: “Su kullanımıyla ilgili bir yerde tabii düzene müdahale ediyorsanız önce oradaki canlıların hayat haklarını güvence altına almanız lâzım…”
Ekosistemi korumanın kendini “çevreci” nasbedenlere mahsus olmadığına işaret eden Saran, herkesin sorumlu olduğuna ilişkin “çevreyi korumak, çevrecilerin, halkın ya da mülki idare amirinin sorumluluğundan değil. Toplumun geleceğine ve çevreye karşı borcumuz var…”
Risk alan, “boşver, uğraşma, siyasîlerle başımızı derde sokmayalım ” demeyen bir Vali portresi intibaını veren yukarıdaki ifadeler, sıradan ifadeler değil, önemli bir “zihniyet farkı”nı gösteren ifarelerdir. Daha doğrusu günü kurtarmaya çalışan yönetici anlayışıyla yaptığı işin farkında bir zihniyet ayrımı…
Ekolojik şehir ve eko yönetici’ye en çok muhtaç olan şehirlerden birisidir Trabzon. Ancak “herşeye sahtesinin musallat olması” gerçeğinden hareketle “show-gösteri”den ibaret bir eko şehir ve eko yaşam değil ! Temennimiz Trabzon Valisi ve yerel yöneticilerinin de bu idrakte olmaları.
Tercihini “dere ıslahı ve enerji” bahanesiyle “kâr iştahı”nı tatminden değil de eko sistemin sürmesinden yana koyacak iradeye sahip yöneticilerin varlığı son derece önemli…
Tercihini “dere ıslahı ve enerji” bahanesiyle “kâr iştahı”nı tatminden değil de eko sistemin sürmesinden yana koyacak iradeye sahip yöneticilerin varlığı son derece önemli…
Sayın Vali’nin ekolojik dengeyi düşündüğü kadar mimarlarımız, şehir plancılarımız, yerel yöneticilerimiz şehirlerini düşünüyorlar mı? Böyle bir ‘şehir tasavvurları’ var mı?
Herhalde yeni nesil şehir yöneticileri her şeyden önce ekoyönetici olmak zorunda…Çünkü şehirlerimiz çevresiyle beraber tüm canlılarıyla ölüme doğru hızla koşuyor…
(Günebakış, 21 Temmuz 2010)
13 Temmuz 2010 Salı
“ŞEHİR KÜLTÜRÜ’nün “ŞEHİR KÜLTÜ” ne dönüşmesi…
Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
duzenliyahya@gmail.com
Bilincinde olmadan kullanıla kullanıla gerçekliğinden uzaklaşılan kavramlar arasında öyleleri var ki; içini boşalttığımız, aslını unuttuğumuz için anlam kaymasıyla muhtevası da kayboluyor ve ortada kendisinden hiçbir şey kalmıyor. Bu kavramlardan birisi de “şehir kültürü”. Ortada ne şehir, ne de kültürü olmasa da ‘kavramsal damak tadı’ halâ zevk veriyor. Sanal bir tad olarak, şehirlerimizin kaotik terminolojilerinde yerini alıyor. Konu ile ilgili-ilgisiz herkesin dilinden düşürmediği bir kavram ‘şehir kültürü’.
Şehir kültürü; şehrin farkında olmanın, şehre sahip olmanın sonucudur. Sahip ve farkında olunmalı ki, onun kültürü oluşabilsin. Dünya görüşü ve medeniyetten kaynaklanan, tarih, coğrafya, insan, mekân, sanat, vs. ile kompoze bir biçimde oluşan ‘şehir kültürü’; tarihin imbiğinden süzülmüş şehirler için sözkonusu…
Şehir kültürü nedir? Malûmatfuruşluk cinsinden sözlükte karşılık aramıyoruz. “Şehir kültürü”yle birlikte şehrin kültürü, şehirle gelen kültür, şehirli kültür kavramlarını hatırlayarak, özellikle de medeniyet şehirlerinin tarihî dönemler boyunca ürettikleri, inşa ettikleri, içselleştirdikleri, yaşama biçimi haline getirdikleri bir “şehir kültürü”ne vurgu yapmak istiyoruz.
Şehir kültürü’nün ne olduğuna en güzel cevaplardan birini İtalo Calvino “Görünmez Kentler”de Kubilay Han ile Marco Polo arasındaki diyaloglardan birinde veriyor: ‘Kentleri yaşatan ve belki ölümlerinin ardından tekrar yaşatacak olan, gözle görülmeyen nedenleri dinliyorum senin sesinde ben..”
Bugün ise “şehir kültürü”nün bağlamından koparak “şehir kültü”ne dönüştüğüne şahit oluyoruz. Günümüzün şehirlerinde “kültür”den değil “kült”ten bahsetmek daha doğru olur. Oysa ki, kadîm şehirler, medeniyet şehirleri oluşturdukları “kültür”le yarına taşınırlar, mesajlarını taşırlar. Modern zaman şehirleri ise “kült”leriyle sembolleşiyorlar.
Şehir kültürü ‘kültür şehri’ni oluşturur. Şehir kültü ise kült şehri…
“Şehir kültürü”nde; medeniyet kaynaklı terbiye, eğitim, derinlik, rafinelik, estetik, yaşama biçimi öne çıkarken; “Şehir kültü”nde tapınma biçimleri, kutsallaştırma, paganlaştırma sözkonusu…
Modern zamanların “şehir kültü” ise ‘tapınma’ biçimleriyle karşımıza çıkıyor.
Çoğu kez “şehir kültürü”nün “şehir kültü”ne dönüştüğüne, yâni şehin herhangi bir özelliğinin tapınılacak fetiş haline geldiğine şahit oluyoruz.
İçinde yaşadığımız şehri eksen alarak soralım: Kendisini diğer şehirlerden ayırt edecek, değerlerini içselleştirmiş ve “şehir kültürü” olarak öne çıkarmış, yaşanılır kılmış bir şehre sahip miyiz? Yoksa, giderek “kült”leşme özelliği gösteren, kültleşmeye doğru evrilen bir şehre mi dönüşüyoruz? Galiba kültürden külte doğru evriliyoruz.
Yaşadığımız şehri bakarak şöyle de sorabiliriz:
Şehir günümüz insanına sunabileceği şehirli kültüre sahip mi?
Şehrin kültürü kaldı mı?
Şehirle gelen ve devam eden kültür sürekliliği var mı?
Şehir kültürü; dünya görüşünün inşa ettiği medeniyetin o şehrin insan ve mekânına sinmiş, onun içinde erimiş iliğidir. Şehrin yaşayan organizmasıdır.
Modern zamanlarda şehirlerimiz, arabesk yöneticiler elinde savrulup duruyor. “Dünya kenti oluyoruz”, “Avrupa Kültür Başkentiyiz!” avuntularıyla, şuh tesellileriyle kendisinden bir daha asla hiçbir iz kalmamacasına yerin dibine batırılmak için çabalanıyor. Ne ‘olmak istedikleri’ gibi bir batı şehri olabiliyorlar, ne de kalmak istemedikleri gibi ‘kendileri’ kalabiliyorlar. Kaotik bir kasabaya dönüşüyorlar. Binaların, araçların, şekilsiz şehir mobilyalarının insanları ezdiği bir şehirde yaşamanın adı: “dünya kenti oluyoruz!”
“Şehir kültürü”ne sahip olmak muhakkik mimar Turgut Cansever’in Osmanlı şehir ve toplumuna vurgu yaparak belirttiği şu idrake kavuşmaktır:
“Osmanlı toplumu bir İslam toplumuydu. İslam’ın, dünyada esas vazifesinin dünyayı güzelleştirmek olduğu hususundaki vurgusu, insanların yerleştikleri çevrelerin güzel çevreler olmasını inancın bir zarureti olarak ortaya koyuyordu. Şehrin, güzelin yaşandığı, idrak edildiği bir yer olarak gelişmesi isteniyordu. Ayrıca yapılar uzun ömürlü birimler olduğu için o binaları vücuda getirenler yalnız kendi yaşama dönemleri için değil, dünyaya gelmemiş nesillere de hizmet edecek bir çevrenin kaygısını taşımışlardı. Müstakbel nesillerin karşılaştıkları dünyanın çirkin, çatışmalar ve kirlilikler dünyası olması bu nesillere karşı işlenen en büyük suç olacaktı… Nihai amaç güzel bir dünya meydana getirmek olunca bu şehirleri meydana getirenler cennetin parçalarını oluşturmaya çalıştılar. Özetle şehirleri inşa edenlerin düşüncelerini güzel bir dünya inşa etmek ideolojisi, gayesi, görev ve sorumluluğu teşkil ediyordu….”
Bu anlaşılmalı, böyle bir şehir-mekân idraki olmalı ki “şehir kültürü” oluşabilsin.
Kadîm kültür şehirleri; görünmez ama yaşanan manaların şehirleri idi. Modern kült şehirler ise modern zamanların hayalet binalarının şehri haline geldi…
Şehrimiz Trabzon da bir zamanlar binaları aşan manaların şehri idi. Bugün ne binaların ne de manaların kalmadığı bir ‘ruhsuz şehir’ haline mi geliyor?
Bugün enerjisini yönelttiği yerlere baktığımızda; tarihsel derinliğine nisbetle hayret edilecek bir sığlığa mahkûm edilmeye çalışılan Trabzon, ‘kült şehir’den ‘kültür şehri’ne doğru yürüme ihtiyacı hissedecek midir? Ona bu ihtiyacı hissettirecekler var mıdır?
Yapılması gereken şehirde “kült”ler inşa etmek değil, kadîm şehrin kültürünü yeniden idrak ve inşa etmektir.
(Günebakış, 14 Temmuz 2010)
6 Temmuz 2010 Salı
ŞEHRİNDEN UZAK “GİZLİ SÜRGÜN” HAYATI YAŞAMAK…
Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
1911 doğumlu Rus asıllı Romancı Henri Troyat doğduğu Moskova’dan 1920’lerde ailesiyle birlikte Rusya’dan kaçıp Paris’e yerleştikten sonra, bir daha memleketine dönmez ve memleketinden çok uzaklarda eserlerini yazar. Önemli bir edebiyatçı olarak çeşitli kurumlarda görev alır. Kendisine “Rusya’yı niçin ziyaret etmediği”ni soranlara “her şeyin hatıralardaki gibi kalmasını istediği”ni ve “rüyalarındaki Rusya’nın karlarının gerçekte olduğundan çok daha berrak ve beyaz olduğu” cevabını verir. Troyat’ın Türkçeye çevrilen eserleri okunduğunda, aslında bütün eserlerine, köklerinin bulunduğu fakat ömrü boyunca ayrı kaldığı memleketinin/şehrinin hasretini, hüznünü yansıtır. Uzaklığı nisbetinde yakıcı bir yakınlık besler memleketine, doğduğu şehre.
Troyat, eserleriyle ilgili bir eleştirmenin söylediği gibi “hep gizli bir ‘sürgün’ olarak yaşadı ve bunun asla iyileşmeyen acısını çekti. Kendisinin dönemediği, gidemediği ‘vatanındaki’ kişileri kaleme alıp, onların yaşamlarına kendi özlemlerini katarak acılarını dindirip dayanmaya çalıştı.”
Bizim gibi doğduğu şehirden uzakta yaşayan fakat “şehir idraki”ni kaybetmemeye, aksine beslemeye çabalayanların da farkında olsunlar veya olmasınlar, “ait oldukları yer”in düşüncelerine sinen, reflekslerine yansıyan izleri, etkileri var. Fizîken “şehirde” olmakla ruhen “şehirden” olmak arasındaki temel fark budur.
Bu “hal” kimilerine “taşralılık” gelse de, bir hastalık ifrazatı değil, bir “sıhhat” ifadesidir. Şehrinin mekanik “silüet”ine, gürültüsüne değil de “ruhaniyeti”ne meftûn olanların farkına varabilecekleri bir sıhhat alâmeti…
Şehrinden uzakta “gizli bir sürgün” gibi yaşadıkları hayat ve bu hayatın “iyileşmeyen acısı”nı dindirmenin yolu; hissiz-duygusuz bir hayat sürmek değil, bu acıyı ‘hayat iksiri’ haline getirebilmektir. Bunu yapabilmek için de illâ ki Troyat çapında bir edebiyat adamı mı olmak gerekir?
Bir Trabzon türküsünde “Ne dertlere dayandun, buna da dayan yürek !” şeklinde ifade edilen derîn acıyı biz, şehrinden uzakta olanlara söylenmiş kabul ediyoruz. Dayanmanın, tahammülün, meşakkatin ‘nasıl’ından çok ‘niçin’idir burada sözkonusu olan.
Bu yazımı yazmaya başladığımda “gizli sürgün” kavramını okuyan yanımdaki arkadaşım “sanki hapisten yazar gibi olmuş” veya “hapishane notları mı yazıyorsun?” dedi. Karşılıklı tebessüm ettik. İşte tam da o “manâ”dır şehrinden uzakta olarak şehrini yazmak ! Şehrinden uzakta yaşamak bir çeşit hapishane hayatı mı? … Daha da geriye gidersek; aslında insanın “dünya sürgünü”ne varırız… Dünyada ‘asıl’ âlem için bulunma ne ise, şehrinden uzakta şehri için bulunmak da o!
H. Keyserling ‘Bir filozofun gezi günlüğü’nde insanın yeryüzündeki ‘seyahat’ine ve sürekli ‘yeniden keşf’e dair şunları söyler: “.. İnsan, bütün bu deneyimler silsilesinden geçerek, yavaş yavaş aynı noktaya yaklaşır. Ben dünya seyahatime bu nedenle başlıyorum. Avrupa’nın artık bana vereceği bir şey kalmadı. Orada yaşam, varlığımı yeni gelişmelere itemeyecek denli bildik; bunun dışında da, fazlasıyla dar bir alana hapsedilmiş durumda. Avrupa’nın tamamı aslında aynı ruha sahip. Yaşamımın, varoluşu mümkün kılacak denli farklılaşacağı, anlayışın kişinin kavrama araçlarında kökten bir yenilenme gerektireceği, bugüne dek bildiklerimi unutmaya zorlanacağım, vb. enlemlere gitmek istiyorum. .. Sonunda benden ortaya ne çıktığına bakmak istiyorum. Eğer tüm koordinatları algılamış olursam, onların merkezini de belirlemiş olmam ve sonra da tüm zamansal ve mekansal rastlantıların ötesine geçmiş olmam gerekir. Eğer hayatta, beni kendime götürecek bir şey varsa, bunu ancak, dünyayı gezmek için vereceğim zaman başarabilir…”
Bu gezi günlüğündeki notlar, bana Wittgenshtein’in (daha önce de alıntıladığım ) sözünü tekrar hatırlattı: “İlk önce gezginliğe çıkmak gerek; ancak sonra yurduna dönebilir, o zaman da ötekileri anlayabilirsin !”
İnsanın “sürgün” halini bir “ruh hastalığı”na dönüştürmeden yaşamasının değerini bilerek “geziye çıkmak”, hem yurdunu hem de ötekileri anlamanın kuralı gibi…
Şehrinizden uzaktaki halinizi bir an için “hapishanede” imişsiniz gibi düşünün… Şehriniz ruhunuzda nasıl mükemmelleşir, muhteşemleşir.
Keyserling’in gezi notlarını biraz deforme ederek yazımızı tamamlayalım: “Kendimi gerçekleştirmeme şehir ne kadar yardım eder? Bize genellikle, şehrin bunu engellediği söylenir; oysa şehir, uygun niteliklere sahip olanlara, ruhlarını sürekli yeni oluşumlara zorlayarak yardım eder. Benim için gerçekten bir şey ifade etmeyen izlenimler edindiğim için, zihnim, salt yeni maddiyat elde etmekten kazançlı çıkmıyor. Fakat sonra yine, bir bütün olarak psikolojik varlığım, kendini içinde bulduğu koşullara göre farklı farklı tepkiler veriyor ve bu farklılıklar, bugüne dek benden saklanmış olan gerçekliklere gözümü açıyor…”
Şehrimize bu idrakle bakabiliyor muyuz? Bakabiliyorsak şehir de bize kendisini bu yüzüyle gösterebilir. Aksi halde ne şehrimizi görebilir, ne de bu şehirde kendimizi bulabiliriz.
(Günebakış, 7 Temmuz 2010)
duzenliyahya@gmail.com
1911 doğumlu Rus asıllı Romancı Henri Troyat doğduğu Moskova’dan 1920’lerde ailesiyle birlikte Rusya’dan kaçıp Paris’e yerleştikten sonra, bir daha memleketine dönmez ve memleketinden çok uzaklarda eserlerini yazar. Önemli bir edebiyatçı olarak çeşitli kurumlarda görev alır. Kendisine “Rusya’yı niçin ziyaret etmediği”ni soranlara “her şeyin hatıralardaki gibi kalmasını istediği”ni ve “rüyalarındaki Rusya’nın karlarının gerçekte olduğundan çok daha berrak ve beyaz olduğu” cevabını verir. Troyat’ın Türkçeye çevrilen eserleri okunduğunda, aslında bütün eserlerine, köklerinin bulunduğu fakat ömrü boyunca ayrı kaldığı memleketinin/şehrinin hasretini, hüznünü yansıtır. Uzaklığı nisbetinde yakıcı bir yakınlık besler memleketine, doğduğu şehre.
Troyat, eserleriyle ilgili bir eleştirmenin söylediği gibi “hep gizli bir ‘sürgün’ olarak yaşadı ve bunun asla iyileşmeyen acısını çekti. Kendisinin dönemediği, gidemediği ‘vatanındaki’ kişileri kaleme alıp, onların yaşamlarına kendi özlemlerini katarak acılarını dindirip dayanmaya çalıştı.”
Bizim gibi doğduğu şehirden uzakta yaşayan fakat “şehir idraki”ni kaybetmemeye, aksine beslemeye çabalayanların da farkında olsunlar veya olmasınlar, “ait oldukları yer”in düşüncelerine sinen, reflekslerine yansıyan izleri, etkileri var. Fizîken “şehirde” olmakla ruhen “şehirden” olmak arasındaki temel fark budur.
Bu “hal” kimilerine “taşralılık” gelse de, bir hastalık ifrazatı değil, bir “sıhhat” ifadesidir. Şehrinin mekanik “silüet”ine, gürültüsüne değil de “ruhaniyeti”ne meftûn olanların farkına varabilecekleri bir sıhhat alâmeti…
Şehrinden uzakta “gizli bir sürgün” gibi yaşadıkları hayat ve bu hayatın “iyileşmeyen acısı”nı dindirmenin yolu; hissiz-duygusuz bir hayat sürmek değil, bu acıyı ‘hayat iksiri’ haline getirebilmektir. Bunu yapabilmek için de illâ ki Troyat çapında bir edebiyat adamı mı olmak gerekir?
Bir Trabzon türküsünde “Ne dertlere dayandun, buna da dayan yürek !” şeklinde ifade edilen derîn acıyı biz, şehrinden uzakta olanlara söylenmiş kabul ediyoruz. Dayanmanın, tahammülün, meşakkatin ‘nasıl’ından çok ‘niçin’idir burada sözkonusu olan.
Bu yazımı yazmaya başladığımda “gizli sürgün” kavramını okuyan yanımdaki arkadaşım “sanki hapisten yazar gibi olmuş” veya “hapishane notları mı yazıyorsun?” dedi. Karşılıklı tebessüm ettik. İşte tam da o “manâ”dır şehrinden uzakta olarak şehrini yazmak ! Şehrinden uzakta yaşamak bir çeşit hapishane hayatı mı? … Daha da geriye gidersek; aslında insanın “dünya sürgünü”ne varırız… Dünyada ‘asıl’ âlem için bulunma ne ise, şehrinden uzakta şehri için bulunmak da o!
H. Keyserling ‘Bir filozofun gezi günlüğü’nde insanın yeryüzündeki ‘seyahat’ine ve sürekli ‘yeniden keşf’e dair şunları söyler: “.. İnsan, bütün bu deneyimler silsilesinden geçerek, yavaş yavaş aynı noktaya yaklaşır. Ben dünya seyahatime bu nedenle başlıyorum. Avrupa’nın artık bana vereceği bir şey kalmadı. Orada yaşam, varlığımı yeni gelişmelere itemeyecek denli bildik; bunun dışında da, fazlasıyla dar bir alana hapsedilmiş durumda. Avrupa’nın tamamı aslında aynı ruha sahip. Yaşamımın, varoluşu mümkün kılacak denli farklılaşacağı, anlayışın kişinin kavrama araçlarında kökten bir yenilenme gerektireceği, bugüne dek bildiklerimi unutmaya zorlanacağım, vb. enlemlere gitmek istiyorum. .. Sonunda benden ortaya ne çıktığına bakmak istiyorum. Eğer tüm koordinatları algılamış olursam, onların merkezini de belirlemiş olmam ve sonra da tüm zamansal ve mekansal rastlantıların ötesine geçmiş olmam gerekir. Eğer hayatta, beni kendime götürecek bir şey varsa, bunu ancak, dünyayı gezmek için vereceğim zaman başarabilir…”
Bu gezi günlüğündeki notlar, bana Wittgenshtein’in (daha önce de alıntıladığım ) sözünü tekrar hatırlattı: “İlk önce gezginliğe çıkmak gerek; ancak sonra yurduna dönebilir, o zaman da ötekileri anlayabilirsin !”
İnsanın “sürgün” halini bir “ruh hastalığı”na dönüştürmeden yaşamasının değerini bilerek “geziye çıkmak”, hem yurdunu hem de ötekileri anlamanın kuralı gibi…
Şehrinizden uzaktaki halinizi bir an için “hapishanede” imişsiniz gibi düşünün… Şehriniz ruhunuzda nasıl mükemmelleşir, muhteşemleşir.
Keyserling’in gezi notlarını biraz deforme ederek yazımızı tamamlayalım: “Kendimi gerçekleştirmeme şehir ne kadar yardım eder? Bize genellikle, şehrin bunu engellediği söylenir; oysa şehir, uygun niteliklere sahip olanlara, ruhlarını sürekli yeni oluşumlara zorlayarak yardım eder. Benim için gerçekten bir şey ifade etmeyen izlenimler edindiğim için, zihnim, salt yeni maddiyat elde etmekten kazançlı çıkmıyor. Fakat sonra yine, bir bütün olarak psikolojik varlığım, kendini içinde bulduğu koşullara göre farklı farklı tepkiler veriyor ve bu farklılıklar, bugüne dek benden saklanmış olan gerçekliklere gözümü açıyor…”
Şehrimize bu idrakle bakabiliyor muyuz? Bakabiliyorsak şehir de bize kendisini bu yüzüyle gösterebilir. Aksi halde ne şehrimizi görebilir, ne de bu şehirde kendimizi bulabiliriz.
(Günebakış, 7 Temmuz 2010)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)