13 Temmuz 2010 Salı

“ŞEHİR KÜLTÜRÜ’nün “ŞEHİR KÜLTÜ” ne dönüşmesi…

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com


Bilincinde olmadan kullanıla kullanıla gerçekliğinden uzaklaşılan kavramlar arasında öyleleri var ki; içini boşalttığımız, aslını unuttuğumuz için anlam kaymasıyla muhtevası da kayboluyor ve ortada kendisinden hiçbir şey kalmıyor. Bu kavramlardan birisi de “şehir kültürü”. Ortada ne şehir, ne de kültürü olmasa da ‘kavramsal damak tadı’ halâ zevk veriyor. Sanal bir tad olarak, şehirlerimizin kaotik terminolojilerinde yerini alıyor. Konu ile ilgili-ilgisiz herkesin dilinden düşürmediği bir kavram ‘şehir kültürü’.

Şehir kültürü; şehrin farkında olmanın, şehre sahip olmanın sonucudur. Sahip ve farkında olunmalı ki, onun kültürü oluşabilsin. Dünya görüşü ve medeniyetten kaynaklanan, tarih, coğrafya, insan, mekân, sanat, vs. ile kompoze bir biçimde oluşan ‘şehir kültürü’; tarihin imbiğinden süzülmüş şehirler için sözkonusu…

Şehir kültürü nedir? Malûmatfuruşluk cinsinden sözlükte karşılık aramıyoruz. “Şehir kültürü”yle birlikte şehrin kültürü, şehirle gelen kültür, şehirli kültür kavramlarını hatırlayarak, özellikle de medeniyet şehirlerinin tarihî dönemler boyunca ürettikleri, inşa ettikleri, içselleştirdikleri, yaşama biçimi haline getirdikleri bir “şehir kültürü”ne vurgu yapmak istiyoruz.

Şehir kültürü’nün ne olduğuna en güzel cevaplardan birini İtalo Calvino “Görünmez Kentler”de Kubilay Han ile Marco Polo arasındaki diyaloglardan birinde veriyor: ‘Kentleri yaşatan ve belki ölümlerinin ardından tekrar yaşatacak olan, gözle görülmeyen nedenleri dinliyorum senin sesinde ben..”

Bugün ise “şehir kültürü”nün bağlamından koparak “şehir kültü”ne dönüştüğüne şahit oluyoruz. Günümüzün şehirlerinde “kültür”den değil “kült”ten bahsetmek daha doğru olur. Oysa ki, kadîm şehirler, medeniyet şehirleri oluşturdukları “kültür”le yarına taşınırlar, mesajlarını taşırlar. Modern zaman şehirleri ise “kült”leriyle sembolleşiyorlar.

Şehir kültürü ‘kültür şehri’ni oluşturur. Şehir kültü ise kült şehri…

“Şehir kültürü”nde; medeniyet kaynaklı terbiye, eğitim, derinlik, rafinelik, estetik, yaşama biçimi öne çıkarken; “Şehir kültü”nde tapınma biçimleri, kutsallaştırma, paganlaştırma sözkonusu…

Modern zamanların “şehir kültü” ise ‘tapınma’ biçimleriyle karşımıza çıkıyor.

Çoğu kez “şehir kültürü”nün “şehir kültü”ne dönüştüğüne, yâni şehin herhangi bir özelliğinin tapınılacak fetiş haline geldiğine şahit oluyoruz.

İçinde yaşadığımız şehri eksen alarak soralım: Kendisini diğer şehirlerden ayırt edecek, değerlerini içselleştirmiş ve “şehir kültürü” olarak öne çıkarmış, yaşanılır kılmış bir şehre sahip miyiz? Yoksa, giderek “kült”leşme özelliği gösteren, kültleşmeye doğru evrilen bir şehre mi dönüşüyoruz? Galiba kültürden külte doğru evriliyoruz.

Yaşadığımız şehri bakarak şöyle de sorabiliriz:

Şehir günümüz insanına sunabileceği şehirli kültüre sahip mi?
Şehrin kültürü kaldı mı?
Şehirle gelen ve devam eden kültür sürekliliği var mı?

Şehir kültürü; dünya görüşünün inşa ettiği medeniyetin o şehrin insan ve mekânına sinmiş, onun içinde erimiş iliğidir. Şehrin yaşayan organizmasıdır.

Modern zamanlarda şehirlerimiz, arabesk yöneticiler elinde savrulup duruyor. “Dünya kenti oluyoruz”, “Avrupa Kültür Başkentiyiz!” avuntularıyla, şuh tesellileriyle kendisinden bir daha asla hiçbir iz kalmamacasına yerin dibine batırılmak için çabalanıyor. Ne ‘olmak istedikleri’ gibi bir batı şehri olabiliyorlar, ne de kalmak istemedikleri gibi ‘kendileri’ kalabiliyorlar. Kaotik bir kasabaya dönüşüyorlar. Binaların, araçların, şekilsiz şehir mobilyalarının insanları ezdiği bir şehirde yaşamanın adı: “dünya kenti oluyoruz!”

“Şehir kültürü”ne sahip olmak muhakkik mimar Turgut Cansever’in Osmanlı şehir ve toplumuna vurgu yaparak belirttiği şu idrake kavuşmaktır:

“Osmanlı toplumu bir İslam toplumuydu. İslam’ın, dünyada esas vazifesinin dünyayı güzelleştirmek olduğu hususundaki vurgusu, insanların yerleştikleri çevrelerin güzel çevreler olmasını inancın bir zarureti olarak ortaya koyuyordu. Şehrin, güzelin yaşandığı, idrak edildiği bir yer olarak gelişmesi isteniyordu. Ayrıca yapılar uzun ömürlü birimler olduğu için o binaları vücuda getirenler yalnız kendi yaşama dönemleri için değil, dünyaya gelmemiş nesillere de hizmet edecek bir çevrenin kaygısını taşımışlardı. Müstakbel nesillerin karşılaştıkları dünyanın çirkin, çatışmalar ve kirlilikler dünyası olması bu nesillere karşı işlenen en büyük suç olacaktı… Nihai amaç güzel bir dünya meydana getirmek olunca bu şehirleri meydana getirenler cennetin parçalarını oluşturmaya çalıştılar. Özetle şehirleri inşa edenlerin düşüncelerini güzel bir dünya inşa etmek ideolojisi, gayesi, görev ve sorumluluğu teşkil ediyordu….”

Bu anlaşılmalı, böyle bir şehir-mekân idraki olmalı ki “şehir kültürü” oluşabilsin.

Kadîm kültür şehirleri; görünmez ama yaşanan manaların şehirleri idi. Modern kült şehirler ise modern zamanların hayalet binalarının şehri haline geldi…

Şehrimiz Trabzon da bir zamanlar binaları aşan manaların şehri idi. Bugün ne binaların ne de manaların kalmadığı bir ‘ruhsuz şehir’ haline mi geliyor?

Bugün enerjisini yönelttiği yerlere baktığımızda; tarihsel derinliğine nisbetle hayret edilecek bir sığlığa mahkûm edilmeye çalışılan Trabzon, ‘kült şehir’den ‘kültür şehri’ne doğru yürüme ihtiyacı hissedecek midir? Ona bu ihtiyacı hissettirecekler var mıdır?

Yapılması gereken şehirde “kült”ler inşa etmek değil, kadîm şehrin kültürünü yeniden idrak ve inşa etmektir.

(Günebakış, 14 Temmuz 2010)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder