Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
1911 doğumlu Rus asıllı Romancı Henri Troyat doğduğu Moskova’dan 1920’lerde ailesiyle birlikte Rusya’dan kaçıp Paris’e yerleştikten sonra, bir daha memleketine dönmez ve memleketinden çok uzaklarda eserlerini yazar. Önemli bir edebiyatçı olarak çeşitli kurumlarda görev alır. Kendisine “Rusya’yı niçin ziyaret etmediği”ni soranlara “her şeyin hatıralardaki gibi kalmasını istediği”ni ve “rüyalarındaki Rusya’nın karlarının gerçekte olduğundan çok daha berrak ve beyaz olduğu” cevabını verir. Troyat’ın Türkçeye çevrilen eserleri okunduğunda, aslında bütün eserlerine, köklerinin bulunduğu fakat ömrü boyunca ayrı kaldığı memleketinin/şehrinin hasretini, hüznünü yansıtır. Uzaklığı nisbetinde yakıcı bir yakınlık besler memleketine, doğduğu şehre.
Troyat, eserleriyle ilgili bir eleştirmenin söylediği gibi “hep gizli bir ‘sürgün’ olarak yaşadı ve bunun asla iyileşmeyen acısını çekti. Kendisinin dönemediği, gidemediği ‘vatanındaki’ kişileri kaleme alıp, onların yaşamlarına kendi özlemlerini katarak acılarını dindirip dayanmaya çalıştı.”
Bizim gibi doğduğu şehirden uzakta yaşayan fakat “şehir idraki”ni kaybetmemeye, aksine beslemeye çabalayanların da farkında olsunlar veya olmasınlar, “ait oldukları yer”in düşüncelerine sinen, reflekslerine yansıyan izleri, etkileri var. Fizîken “şehirde” olmakla ruhen “şehirden” olmak arasındaki temel fark budur.
Bu “hal” kimilerine “taşralılık” gelse de, bir hastalık ifrazatı değil, bir “sıhhat” ifadesidir. Şehrinin mekanik “silüet”ine, gürültüsüne değil de “ruhaniyeti”ne meftûn olanların farkına varabilecekleri bir sıhhat alâmeti…
Şehrinden uzakta “gizli bir sürgün” gibi yaşadıkları hayat ve bu hayatın “iyileşmeyen acısı”nı dindirmenin yolu; hissiz-duygusuz bir hayat sürmek değil, bu acıyı ‘hayat iksiri’ haline getirebilmektir. Bunu yapabilmek için de illâ ki Troyat çapında bir edebiyat adamı mı olmak gerekir?
Bir Trabzon türküsünde “Ne dertlere dayandun, buna da dayan yürek !” şeklinde ifade edilen derîn acıyı biz, şehrinden uzakta olanlara söylenmiş kabul ediyoruz. Dayanmanın, tahammülün, meşakkatin ‘nasıl’ından çok ‘niçin’idir burada sözkonusu olan.
Bu yazımı yazmaya başladığımda “gizli sürgün” kavramını okuyan yanımdaki arkadaşım “sanki hapisten yazar gibi olmuş” veya “hapishane notları mı yazıyorsun?” dedi. Karşılıklı tebessüm ettik. İşte tam da o “manâ”dır şehrinden uzakta olarak şehrini yazmak ! Şehrinden uzakta yaşamak bir çeşit hapishane hayatı mı? … Daha da geriye gidersek; aslında insanın “dünya sürgünü”ne varırız… Dünyada ‘asıl’ âlem için bulunma ne ise, şehrinden uzakta şehri için bulunmak da o!
H. Keyserling ‘Bir filozofun gezi günlüğü’nde insanın yeryüzündeki ‘seyahat’ine ve sürekli ‘yeniden keşf’e dair şunları söyler: “.. İnsan, bütün bu deneyimler silsilesinden geçerek, yavaş yavaş aynı noktaya yaklaşır. Ben dünya seyahatime bu nedenle başlıyorum. Avrupa’nın artık bana vereceği bir şey kalmadı. Orada yaşam, varlığımı yeni gelişmelere itemeyecek denli bildik; bunun dışında da, fazlasıyla dar bir alana hapsedilmiş durumda. Avrupa’nın tamamı aslında aynı ruha sahip. Yaşamımın, varoluşu mümkün kılacak denli farklılaşacağı, anlayışın kişinin kavrama araçlarında kökten bir yenilenme gerektireceği, bugüne dek bildiklerimi unutmaya zorlanacağım, vb. enlemlere gitmek istiyorum. .. Sonunda benden ortaya ne çıktığına bakmak istiyorum. Eğer tüm koordinatları algılamış olursam, onların merkezini de belirlemiş olmam ve sonra da tüm zamansal ve mekansal rastlantıların ötesine geçmiş olmam gerekir. Eğer hayatta, beni kendime götürecek bir şey varsa, bunu ancak, dünyayı gezmek için vereceğim zaman başarabilir…”
Bu gezi günlüğündeki notlar, bana Wittgenshtein’in (daha önce de alıntıladığım ) sözünü tekrar hatırlattı: “İlk önce gezginliğe çıkmak gerek; ancak sonra yurduna dönebilir, o zaman da ötekileri anlayabilirsin !”
İnsanın “sürgün” halini bir “ruh hastalığı”na dönüştürmeden yaşamasının değerini bilerek “geziye çıkmak”, hem yurdunu hem de ötekileri anlamanın kuralı gibi…
Şehrinizden uzaktaki halinizi bir an için “hapishanede” imişsiniz gibi düşünün… Şehriniz ruhunuzda nasıl mükemmelleşir, muhteşemleşir.
Keyserling’in gezi notlarını biraz deforme ederek yazımızı tamamlayalım: “Kendimi gerçekleştirmeme şehir ne kadar yardım eder? Bize genellikle, şehrin bunu engellediği söylenir; oysa şehir, uygun niteliklere sahip olanlara, ruhlarını sürekli yeni oluşumlara zorlayarak yardım eder. Benim için gerçekten bir şey ifade etmeyen izlenimler edindiğim için, zihnim, salt yeni maddiyat elde etmekten kazançlı çıkmıyor. Fakat sonra yine, bir bütün olarak psikolojik varlığım, kendini içinde bulduğu koşullara göre farklı farklı tepkiler veriyor ve bu farklılıklar, bugüne dek benden saklanmış olan gerçekliklere gözümü açıyor…”
Şehrimize bu idrakle bakabiliyor muyuz? Bakabiliyorsak şehir de bize kendisini bu yüzüyle gösterebilir. Aksi halde ne şehrimizi görebilir, ne de bu şehirde kendimizi bulabiliriz.
(Günebakış, 7 Temmuz 2010)
duzenliyahya@gmail.com
1911 doğumlu Rus asıllı Romancı Henri Troyat doğduğu Moskova’dan 1920’lerde ailesiyle birlikte Rusya’dan kaçıp Paris’e yerleştikten sonra, bir daha memleketine dönmez ve memleketinden çok uzaklarda eserlerini yazar. Önemli bir edebiyatçı olarak çeşitli kurumlarda görev alır. Kendisine “Rusya’yı niçin ziyaret etmediği”ni soranlara “her şeyin hatıralardaki gibi kalmasını istediği”ni ve “rüyalarındaki Rusya’nın karlarının gerçekte olduğundan çok daha berrak ve beyaz olduğu” cevabını verir. Troyat’ın Türkçeye çevrilen eserleri okunduğunda, aslında bütün eserlerine, köklerinin bulunduğu fakat ömrü boyunca ayrı kaldığı memleketinin/şehrinin hasretini, hüznünü yansıtır. Uzaklığı nisbetinde yakıcı bir yakınlık besler memleketine, doğduğu şehre.
Troyat, eserleriyle ilgili bir eleştirmenin söylediği gibi “hep gizli bir ‘sürgün’ olarak yaşadı ve bunun asla iyileşmeyen acısını çekti. Kendisinin dönemediği, gidemediği ‘vatanındaki’ kişileri kaleme alıp, onların yaşamlarına kendi özlemlerini katarak acılarını dindirip dayanmaya çalıştı.”
Bizim gibi doğduğu şehirden uzakta yaşayan fakat “şehir idraki”ni kaybetmemeye, aksine beslemeye çabalayanların da farkında olsunlar veya olmasınlar, “ait oldukları yer”in düşüncelerine sinen, reflekslerine yansıyan izleri, etkileri var. Fizîken “şehirde” olmakla ruhen “şehirden” olmak arasındaki temel fark budur.
Bu “hal” kimilerine “taşralılık” gelse de, bir hastalık ifrazatı değil, bir “sıhhat” ifadesidir. Şehrinin mekanik “silüet”ine, gürültüsüne değil de “ruhaniyeti”ne meftûn olanların farkına varabilecekleri bir sıhhat alâmeti…
Şehrinden uzakta “gizli bir sürgün” gibi yaşadıkları hayat ve bu hayatın “iyileşmeyen acısı”nı dindirmenin yolu; hissiz-duygusuz bir hayat sürmek değil, bu acıyı ‘hayat iksiri’ haline getirebilmektir. Bunu yapabilmek için de illâ ki Troyat çapında bir edebiyat adamı mı olmak gerekir?
Bir Trabzon türküsünde “Ne dertlere dayandun, buna da dayan yürek !” şeklinde ifade edilen derîn acıyı biz, şehrinden uzakta olanlara söylenmiş kabul ediyoruz. Dayanmanın, tahammülün, meşakkatin ‘nasıl’ından çok ‘niçin’idir burada sözkonusu olan.
Bu yazımı yazmaya başladığımda “gizli sürgün” kavramını okuyan yanımdaki arkadaşım “sanki hapisten yazar gibi olmuş” veya “hapishane notları mı yazıyorsun?” dedi. Karşılıklı tebessüm ettik. İşte tam da o “manâ”dır şehrinden uzakta olarak şehrini yazmak ! Şehrinden uzakta yaşamak bir çeşit hapishane hayatı mı? … Daha da geriye gidersek; aslında insanın “dünya sürgünü”ne varırız… Dünyada ‘asıl’ âlem için bulunma ne ise, şehrinden uzakta şehri için bulunmak da o!
H. Keyserling ‘Bir filozofun gezi günlüğü’nde insanın yeryüzündeki ‘seyahat’ine ve sürekli ‘yeniden keşf’e dair şunları söyler: “.. İnsan, bütün bu deneyimler silsilesinden geçerek, yavaş yavaş aynı noktaya yaklaşır. Ben dünya seyahatime bu nedenle başlıyorum. Avrupa’nın artık bana vereceği bir şey kalmadı. Orada yaşam, varlığımı yeni gelişmelere itemeyecek denli bildik; bunun dışında da, fazlasıyla dar bir alana hapsedilmiş durumda. Avrupa’nın tamamı aslında aynı ruha sahip. Yaşamımın, varoluşu mümkün kılacak denli farklılaşacağı, anlayışın kişinin kavrama araçlarında kökten bir yenilenme gerektireceği, bugüne dek bildiklerimi unutmaya zorlanacağım, vb. enlemlere gitmek istiyorum. .. Sonunda benden ortaya ne çıktığına bakmak istiyorum. Eğer tüm koordinatları algılamış olursam, onların merkezini de belirlemiş olmam ve sonra da tüm zamansal ve mekansal rastlantıların ötesine geçmiş olmam gerekir. Eğer hayatta, beni kendime götürecek bir şey varsa, bunu ancak, dünyayı gezmek için vereceğim zaman başarabilir…”
Bu gezi günlüğündeki notlar, bana Wittgenshtein’in (daha önce de alıntıladığım ) sözünü tekrar hatırlattı: “İlk önce gezginliğe çıkmak gerek; ancak sonra yurduna dönebilir, o zaman da ötekileri anlayabilirsin !”
İnsanın “sürgün” halini bir “ruh hastalığı”na dönüştürmeden yaşamasının değerini bilerek “geziye çıkmak”, hem yurdunu hem de ötekileri anlamanın kuralı gibi…
Şehrinizden uzaktaki halinizi bir an için “hapishanede” imişsiniz gibi düşünün… Şehriniz ruhunuzda nasıl mükemmelleşir, muhteşemleşir.
Keyserling’in gezi notlarını biraz deforme ederek yazımızı tamamlayalım: “Kendimi gerçekleştirmeme şehir ne kadar yardım eder? Bize genellikle, şehrin bunu engellediği söylenir; oysa şehir, uygun niteliklere sahip olanlara, ruhlarını sürekli yeni oluşumlara zorlayarak yardım eder. Benim için gerçekten bir şey ifade etmeyen izlenimler edindiğim için, zihnim, salt yeni maddiyat elde etmekten kazançlı çıkmıyor. Fakat sonra yine, bir bütün olarak psikolojik varlığım, kendini içinde bulduğu koşullara göre farklı farklı tepkiler veriyor ve bu farklılıklar, bugüne dek benden saklanmış olan gerçekliklere gözümü açıyor…”
Şehrimize bu idrakle bakabiliyor muyuz? Bakabiliyorsak şehir de bize kendisini bu yüzüyle gösterebilir. Aksi halde ne şehrimizi görebilir, ne de bu şehirde kendimizi bulabiliriz.
(Günebakış, 7 Temmuz 2010)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder