30 Kasım 2010 Salı

DOĞU ŞEHİRLERİ Mİ, BATI ŞEHİRLERİ Mİ DAHA GÜVENLİ ?

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Geçtiğimiz hafta Pakistan’dan dönen kadîm gönüldaşım Hüsnü Kılıç’la telefonda görüşürken, oradaki müthiş sel felaketi ve getirdiği sefalet içerisinde bile insanların son derece tabii bir şekilde hayatlarını sürdürdüklerini, son derece kötü şartlara karşı nasıl mukavemet ettiklerini, felaket şartlarında yaşamakla normal şartlarda yaşamak arasında sanki hiçbir fark yokmuş gibi yaşadık-larını gözlemlediğini ifade etti. Bir yandan olağanüstü şartlarla mücadele ederlerken diğer taraf-tan davranışlarındaki insanîliği/tabiliği gördüğünü belirtti. İsyan, panik, huzursuzluk yok. Maddî hiçbir şeyi kalmamış insanın huzuru ile her şeye sahip insanın huzursuzluğu/tedirginliği arasındaki müthiş fark gibi… Devamla… Bizim burada her türlü alet-aygıt çeşitliliği ve teknoloji konforu (cep telefonu, bilgisayar, vs.) içerisinde nasıl sıkıntılı, kaotik bir günlük hayat sürdüğümüze vurgu yaptı.

Burada ise; bir saat cep telefonundan ayrı kaldığımızda hayatımızın nasıl altüst olduğunu, nasıl krizler geçirdiğimizle, cep telefonumuzun yanımızda olmadığı zaman kendimizi nasıl müthiş bir yalnızlık ve güvensizlik içerisinde hissettiğimizle ilgili konuştuk. Sözü Şarlo’nun meşhur “makine örneği”ni hatırlattı. Kimbilir, belki bir gün biz de bu “teknoloji kuşatılmışlığı”nda üzerimizde-ki/etrafımızdaki teknoloji aygıtlarının robotu (tutsağı zaten olduk) haline geleceğiz. Şarlo’nun insanın kontrolünden çıkan teknolojinin nasıl bir traji-komik sonuçlar doğurduğunu Üstad Necip Fazıl’ın ifadelerinden okuyalım:

“Bugünün en büyük problemi makine meselesidir. Şarlo’nun makine ile alayı, o kadar zariftir ki, ancak ruhçu telâkkiye yakışabilir. Meselâ: Bir filminde, bir fabrikada iş tasarrufu için her şey alete dökülmüştür. Amele, soframsı bir yerde oturur. Makine gelir bir kolla ağzına yemek verir, son-ra başka bir kolla da ağzını siler. Makinanın yemek veren kolu bozulur, havada işler ve yemekler yere dökülür. Fakat diğer kol tarafından aç adamın ağzı silinir. Şimdi bu komiklik midir, yoksa ağlatıcı fikir mi? Tam da maddeciliğe zıt...”

Aslında teknolojinin muhasarası altında ve his iptali içerisinde bu hali yaşıyoruz…

Daha sonra gazetelere bakarken birden “Afganistan kentleri New York’tan daha güvenli!” başlıklı bir haber gözüme takıldı. Haberi okuduğumda Hüsnü Kılıç’la sabah aramızda geçen konuşmanın sanki devamı mahiyetinde bir metin gibiydi. BBC ve Reuters’in dünyaya Kabil’den geçtiği haberde NATO yetkilisi Mark Sedwill, bombaların günlük hayatın doğal bir parçasına dönüştüğü Afgan kentlerinin çocuklar için Londra ve NewYork’tan daha güvenli olduğunu belirtiyordu. Sedwill, Kandahar da dahil olmak üzere, Afganistan’ın büyük kentlerinde yaşayan çocukların ‘muhtemelen Londra, New York, Glasgow ve dünyanın diğer büyük kentlerinden daha güvenli bir ortamda yaşadığını” belirtti. Sedwill “Afganistan’ın aile odaklı bir toplum olduğunu ve bu çerçevede biraz köylerden oluşan bir kent gibi görülebileceğini” söylüyor.

NATO yetkilisinin sözleri aslında Doğu ve Batı toplumlarının tarihsel genetiklerine kadar uzatıla-bilir. Bu genlerde yatan “güvenlik” algısı birbirinden çok farklı…

Gerçeklerden çok imajların ‘pazarlandığı’ modern zamanların batısında doğu imajının, doğu şe-hirlerinin de ‘istedikleri ve kurguladıkları biçimde pazarlanan’ şehirler olduğunu söylemeye gerek yok. Doğu şehirleri ve şehir hayatı batının doğuya yönelik ‘kurgu ihtiyacı’nı istediği zaman giderebilse de NATO yetkilisinin sözü bu kurguları bazen bozuyor.

“Batının doğu imajı”nda “Batı şehirlerinin güvenli, doğu şehirlerinin ise güvensiz olduğu” sürekli vurgulanır, servis edilir, zihinler bu yönde şartlandırılır. Bu yargı batı’nın tarihsel genetiğinin değişmez bir parçasıdır. Hatta batının doğuyla ilgili tarihsel yargıları bu temellendirme üzerine kurulmuştur. Ancak kimi gezginler ise bu yargının aksine doğunun son derece insanî olduğunu, gidip gördükleri doğu şehirleri ve insanlarından bizzat gördükleri yakınlıkla kayda geçirmişlerdir.

Güvenlik, temelde insanî bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaca gerek duyulmayacak çevre şartları oluşturul-duğunda “güvenlik ihtiyacı” diye bir şey sözkonusu olmaz. Batı’nın “güvenlik” algısı ile Doğu’nun güvenlik “algı”sı referanslar temelinde farklılık taşır. “Güvenli Şehir” batıda katil, uyuşturucu müptelası, sarhoş, psikopatların sürekli kontrol altında tutulduğu, onların her an suç işleyeceği düşüncesi ile takip edildiği ‘polisiye’ bir anlayış temeline dayanır.

Doğu’daki “Güvenli şehir” algısı ise; sokaklarında gece ve gündüz “suç işlemeye meyilli” olma ihtimali olmayan, böyle bir “güvenlik” algısının idraklerde yer bulamadığı bir anlayıştır. Batı’da müthiş “bireycilik”ten kaynaklanan ailede sağlanamayan “güven” ve “güvenlik”, Doğu’da ahlâkın da ötesinde bir “aile değeri”dir.

Üzerine her gün tonlarca bombalar yağmasına rağmen hayatını sürdüren Doğu toplumundaki insana/çocuğa karşı, Batı toplumunda bir saat elektriğin kesilmesiyle nasıl bir şehir yağmacılığı yaşandığına sık sık şahit oluyoruz.

İki zihniyet dünyasının insanı, şehir ve güvenlik algısı iki farklı dünya oluşturuyor. Farklı çünkü, referansları, kaynakları farklı.

Batı’nın oluşturmak istediği/oluşturduğu siyasî doğu imajına rağmen bugün elimizdeki batılı gez-ginlerin not defterleri, gezi notları Doğu toplumlarının yaşamlarıyla ilgili oldukça ayrıntılı bilgiler içerir. Doğu şehirlerinde şahit oldukları basit bir davranış biçiminin kendileri için ne kadar hayret verici olduğunu yazarlar. Sadece insanlar için değil, hayvanlar için bile son derece güvenli doğu şehirlerine ilişkin seyyahların notları batı için sadece “ilginç” ve “hayret” edilecek enstantanelerdir. İşte bir tek örnek: İtalyan roman ve hikâye yazarı Edmondo de Amicis 1874’te geldiği İstanbul’daki günlük hayat karşısında uğradığı şaşkınlık ve hayranlığı şöyle anlatır:

“Buradan gelip geçen seyyahların, şehre adım atar atmaz akılları başlarından gitmiştir. Pertusier’nin dili dolanır, Tournefort dilin aciz kaldığını söyler, Pouqueville başka bir alemde olduğunu sanır, La Croix mest olur, Vikont Marcellus kendinden geçer, Lamartine Tanrı’ya şükre-der, Gautier gördüklerinin gerçek olduğundan şüpheye düşer; her biri görüntüleri üst üste yığıp üsluplarını parlatarak düşüncelerinin altında sefilce ezilmeyecek ifadeler bulmak için kendilerine beyhude yere eziyet ederler…”

Sadece insanlar için değil, tüm canlılar için Doğu şehirleri Batı şehirlerinden çok daha güvenli ve yaşanılır. Gene Amicis’ten okuyoruz:

“… serçeler çekinmeden evlere girer çıkar ve çocukların, kadınların ellerinden yem yer; kırlangıç-lar kahvehane kapılarının üstüne, çarşıların tonozlarının altına yuva kurar; sultanlar ya da şahıs-ların katkısıyla beslenen sürüyle güvercin, kubbelerin saçakları boyunca ve minarelerin şerefelerinin altında beyazlı siyahlı kümeler oluşturur; martılar sevinçle uçuşur, binlerce kumru mezarlık-lardaki servilerin arasında sevişir… “

Yabancı bir seyyahın İstanbul’daki bu gözlemi bile batının “kurgulanmış doğu imajı”ndaki vahşiliğe ciddi ve yerinde bir cevaptır. Sadece İstanbul’da değil, bütün doğu şehirlerinde aynı duyarlılığın varolduğuna şahit oluyoruz.

Şehirlerimizde aletlerin, aygıtların, teknolojinin anaforunda kaotikleşen hayatımızda şikayet etmeyi varlık nedeni haline getirmek için var gücümüzle çabalıyoruz.

Hayatınızı nasıl kurgularsanız finali de o şekilde oluyor.

(Günebakış, 1 Aralık 2010)

22 Kasım 2010 Pazartesi

YALANCI ŞEHİRDE SAHİCİ BELDE...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Derler ki; İbrahim b. Ethem sahrada yürürken birisiyle karşılaştı. İbrahim Ethem’e “Mamur ve meskûn yerler nerede?” diye sordu. İbrahim Ethem de cevap olarak mezarlığı işaret etti. Oysa şehirler ‘mamur ve meskûn’ yerler, mezarlıklar ise ‘metruk’ yerler olarak bilinir. Fizikî gerçeklik olarak öyledir de. Peki İbrahim Ethem’in bu cevabı neye işarettir?

Bu işaretteki derin gerçeği modern zaman şehirlerinin ‘katlettiği’ insan göremiyor. Çünkü insanın duyu kaybı o derece ilerledi ki, giderek kendisinin şehirde bir böcek kadar bile ‘yaşama hakkı kalmadığı’nın farkında olamıyor.

İbrahim Ethem’in bu diyaloğunu okuduğumda Üstad Necip Fazıl’ın Karacaahmet şiirini hatırladım. Modern zaman şehirlerinin kaosunda kendini ifadelendiremeyen insana Üstad’ın “göbeğinde yalancı şehrin sahici belde” olarak tanımladığı mezarlık ve sembolü “Karacaahmet” şiiri, İbrahim Ethem’in yukarıdaki hikmetli ‘işaret’ini kemâliyle şerhediyor, yorumluyor, varlık idrakiyle bize sunuyor. Hayatın, ölümün ve ölüm ötesinin ‘mezar’ sembolünde ifade edildiği bu muhteşem şiiri okuyoruz:

“Deryada sonsuzluğu fikretmeye ne zahmet!
Al sana, derya gibi sonsuz Karacaahmet!
Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde;
Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde?
Mezar, mezar, zıtların kenetlendiği nokta;
Mezar, mezar, varlığa yol veren geçit, yokta...
Onda sırların sırrı: Bulmak için kaybetmek,
Parmakların saydığı ne varsa hep tüketmek.
Varmak o iklime ki, uğramaz ihtiyarlık;
Ebedi gençliğin taht kurduğu yer, mezarlık.
Ebedi gençlik ölüm, desem kimse inanmaz;
Taş ihtiyarlar, servi çürür, ölüm yıpranmaz.
Karacaahmet bana neler söylüyor, neler!
Diyor ki, viran olmaz tek bucak, viraneler.
Zaman deli gömleği, onu yırtan da ölüm;
Ölümde yekpare an, ne kesiklik, ne bölüm...
Hep olmadan hiç olmaz, hiçin ötesinde hep;
Bu mu dersin, taşlarda donmuş sükûta sebep?
Kavuklu, başörtülü, fesli, başaçık taşlar;
Taşlara yaslanmış da küflü kemikten başlar,
Kum dolu gözleriyle süzüyor insanları;
Süzüyor, sahi diye toprağa basanları.
Onlar ki, her nefeste habersiz öldüğünden,
Gülüp oynamaktalar, gelir gibi düğünden.
Onlar ki, sıfırlarda rakamları bulmuşlar,
Fikirden kurtularak, ölümden kurtulmuşlar.
Söyle Karacaahmet, bu ne acıklı talih!
Taşlarına kapanmış, ağlıyor koca tarih!”

Velîlerin, irfan ehlinin sükûtunun da, cevaplarının da önemli mesajlar taşıdığını bilenler, İbrahim Ethem’in ‘mamur yer’ olarak ‘mezarlığı’ işaret etmesindeki derin manâyı ve Üstad’ın şiirindeki derinliği anlarlar. Yaşama biçimimizde, tarihî kültürümüzde mezarlıklar ‘öte’leri işaret eden muhteşem şehir dekorları olarak yaşayanlarla iç içedir. Modern zamanlarda ölüm, hayatın dışına çıkarılmış, unutturulmuş ‘tek gerçek’ de olsa, mezarlıkların bize aslında ‘ölüm’le birlikte ‘hayat’ı işaret etmesi İbrahim Ethem’in hikmetli cevabında yatar.

Modern zaman şehirlerinde ölüm ‘unutturulmuş gerçeklik’tir. Mezarlıklar ise şehir dışına çıkarılmakla insandan ‘uzaklaştırılmış gerçeklik’ olarak varlığını sürdürüyor. İnsanoğlu adeta ölümle rekabet edercesine yaşadığı şehri ‘ölümsüzlük’ yapılarıyla donatmaya çalışıyor. Modern zaman şehirleri insana faniliğini hatırlatan mesaj vermek yerine, onu ‘yaşamak için savaşmak, rekabet etmek, yok etmek” zorunda olduğu hissini sürekli tahrik eden bir sadizme sürüklüyor. Şehirlerimiz mitolojik mekânlara, insanlar da mitolojik aygıtlara dönüşüyor.

Yüzyılımızda bir düşünce adamı Başkent için “mutsuzluğun inşa edildiği şehir” demiş. İbrahim Ethem’in, şehri değil de mezarlığı “mamur ve meskûn yer” olarak işaret etmesiyle örtüşen bu söz, şehirde ‘huzur bulamayan’ insanın trajedisine de işaret ediyor. İnsan mâlûl olunca şehir mâmur olamıyor.

Belki de şehrimiz Trabzon’da bugünkü Atapark’ın yerinde bulunan İmaret Mezarlığının Cumhuriyetin ilk yıllarında Umumi Müfettiş Tahsin Uzer’in marifetiyle hunharca yok edilmesinde, insanımızın şehirde “ölüm ve ötesi”yle ilişkisini kesmeye yönelik bir operasyon zihniyeti vardır. Şüphe yok!

Yeni cumhuriyetin “zihinsel inşası” için fiilen ‘yokediş’e tarihî şehirlerden ve onların üzerinde bulunan (adeta bir annenin körpe çocuğunu ihtimamla koynunda saklaması gibi) mezarlıklardan başlanması, hatta bu iş için Trabzon İmaret Külliyesi’nin önemli bir ‘infaz yeri’ seçilmesi oldukça manâlıdır ! Yeni şehir inşa edemediler ama kadîm şehrin ruhunu önemli derecede tahrip ettiler !

Bizim mezarlıklarımız “nekropol”ler yâni ölüler şehri değildir. Tam aksine modern zamanlarda nekropole dönen şehirlere karşılık, şekil olarak her türlü ‘ölüm estetiğinden yoksun’ olmalarına rağmen yüzyılımızın tek diri, canlı mekânı ‘metropol’lerdir.

Mamur ve meskûn yer olarak “şehrimizi” işaret edebiliyorsak şehri, hayatı ve ötesi’ni idrak ediyoruz demektir. Aksi halde İbrahim Ethem’in işaretindeki ‘mamur ve meskûn yer’ olarak mezarlıkları göstermek, hatta onlara iltica etmek zorundayız!

17 Kasım 2010 Çarşamba

ŞEHİRDE FİRKAT VE VUSLAT

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Kültürümüzde “firkat” ve “vuslat” üzerine yâni, ayrılık ve kavuşmak üzerine yazılı ve sözlü birikim hiçbir kültürde olmayacak kadar çoktur. Sadece “bize mahsus” bir varlık idrakinin tezahürleri olarak firkat ve vuslat, kelimelerin ötesinde bir “hal idraki”dir. Özellikle sûfîlerin kelâmı, velîlerin halleri firkat ve ayrılığın yakıcı tablolarıyla doludur. Firkat ve vuslat dile getirilebildiği nisbette ‘hakikati kuşatılamayan’ bir haldir. Çünkü, dil hâle ne kadar tercüman olabilir ki? Bunu bilen ârifler “firkat” ve “vuslat” ateşiyle kavrulurlar, bu ateşi dışa vurmazlar. Bu kavruluştan nefesleri bazen dile dökerler. Dil, ne kadar becerebilirse kalbin hallerini ifşaya çalışır.

Firkat’in de vuslat’ın da kaynağı Aşk… Onun için dile dökülmesi zor haller..

Büyük Velî-Ârif Ahmet Gazalî “Sevânihu’l-Uşşak”ın 28. faslında “Ayrılık, vuslattan bir derece üstündür; zira vuslat olmazsa ayrılık olmaz, yani ayrılık vuslattan sonra gelir. Gerçekte vuslat bizzat kendinden ayrılıktır. Öyle ki aslında ayrılık kendine kavuşmadır; ancak bu durum, olgunlaşmamış âşıkta olmaz; çünkü âşık, henüz tam anlamıyla pişmemiştir…” der.

İndirgemeci bir anlayışa düşmemek kaydıyla, Gazalî’nin bu hikmetinden pay alarak söyleyelim ki; İnsanın mâsivâ denilen dünya macerası/hayatı aslında sürekli firkat-vuslat arası geliş gidişlerle doludur. İnsan niçin firkat ve vuslat arasında yaşar? Çünkü, geçici olarak koptuğu, ayrıldığı, firkatte olduğu “asıl “ âlemin bu dünyada ‘vuslat’ı üzere yaşar. O âlemin visali hayatını manalı yapar. İnsan, dünyaya gelmekle “asıl alem”den ayrı düşmüştür. Oraya kavuşmak ister. Dünyada kendisini geçici görmesi firkat hali, geçici olmayana duyduğu arzu ve iştiyakı da vuslat halidir.

Karadenizli yaşlı bir kadına “aşk nedir?” diye sormuşlar. “Seversin alamazsın aşk olur.” demiş. Firkat ve Vuslatın kaynağı aşkı herhalde anlatabilecek güzel cümlelerden birisi bu olsa gerek.

Firkat ve Vuslat’la şehrimize yaklaştığımızda, şehrimizi bu iki yakıcı kelimeyle görmek istediğimizde; şehrin hakikatine nüfuz ederiz. Şehrimizden ayrılığımızda vuslatın, şehrimize yaklaştığımızda firkatin yükseldiğini görürüz, hissederiz. … İnsanın, yaşamalar âleminde şehrine duyduğu yakınlık “aşk”a dönüştüğünde “firkat” ve “vuslat” hallerini yaşar..

Hasret, hicran, elem gibi kelimeler de “firkat ve vuslat”ı yorumlayan, onları hale dönüştüren ifade biçimleridir.

Şehirden ayrılık ve şehre kavuşmak fizikî bir olay değildir. Bizim şehirle kurduğumuz ilgi kalbîdir. Aşk’ın konusudur. Büyük Velîlerin, âriflerin ve ediplerin insan vücudunu bir şehre benzetmeleri ve “kalb”i şehrin merkezine yerleştirmeleri, insanın şehirle olan ilişkisinin sadece fizikî bir ilişki olmadığına işaret eder. Aziz Mahmut Hüdai Hz.leri “Ey bu gönlüm şehrini bin lutf ile âbâd eden” diyerek bu manaya dikkat çeker.

Kurban Bayramı vesilesiyle bunlar döküldü kalemimize…

Kurban Bayramı’nda firkat ve vuslat (ayrılık ve kavuşmak)ı hatırlamak, bu kelimelerle, bu hallerle şehrimize bakmak “şehrin mânâsı”nı kavrayabilmek için önemlidir. Çünkü Kurban’ın anlamının “yakınlaşma” olması, bu manâsıyla vuslat (kavuşma)ı hatırlatıyor.

Şehrimizi düşünerek Ahmet Gazali’nin “Ayrılık, vuslattan bir derece üstündür” sözünü irdelediğimizde, kavuşmanın anlamını ‘ayrılığımızı’n farkına vardığımızda hissedebildiğimiz gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Muhiddin Arabî’nin “Zıdlar birbirine o kadar yakındır ki birleşselerdi bir daha ayrılmazlardı!” hikmeti, Gazali’nin “Vuslat bizzat kendinden ayrılıktır. Ayrılık kendine kavuşmadır” ifadesiyle aynı anlama geliyor.

Gazalî’nin cümlesini şehre uyarlarsak; “Şehre kavuşmak, şehirden ayrılmaktır. Şehirden ayrılmak da şehre kavuşmaktır.” Birbirine tezatlı görünen bu ifadelerdeki sırrı anladığımızda kendimizi de, şehrimizi de anlarız. Ne zaman? Yunus Emre’nin “Hamdım, piştim” dediği kıvama, Gazalî’nin “tam anlamıyla pişme” dediği kıvama kavuştuğumuz zaman.

Bu kıvam yoksa, firkatten de vuslattan da nasibimiz olmaz. Olsa olsa (Üstad’ın mısrasıyla) “Var olan yoklukların ömrünü sürüyor” oluruz.

Sözümüzün burasında Üstad’ın 1946’da yazdığı “İstanbul” başlıklı yazısından aldığımız bölümle firkat ve vuslatın kaynağı “aşk”ın şehir gerçekliğine nasıl yansıması gerektiğine bakalım:

“Ben İstanbul’un kara sevdalısıyım.
Sevmek; ne kolay lâf bu böyle!..
-Filân şeyi seviyorum, filân şeyi sevmiyorum!
Diye, en ucuz, keyfî ve insiyakî hükümlerimizi, çok defa bu lâfla ortaya atarız. Halbuki bana sorarsınız, sevgi kadar basit ve girift, alelâde ve harikulâde, hiç ve her şey hesabını vermediğimiz ve vermeye mecbur olduğumuz nesne yok bu dünyada.

Ben İstanbul’un kara sevdalısıyım…

Ve sevmek fiilinin, alelâdelik içinde harikulâdeliğe eş olarak, onu ancak en girift tecellisi içinde canlandırabileceğine inanıyorum.”

Şehrimizi bu anlamda “sevebiliyor” muyuz? Üstad gibi firkatte vuslatan, vuslatta firkatin farkına varabilenler ancak şehrini sevebilir. Gerisi şehrin plâstiğine, maddesine tutkunun ötesine geçmez.

Firkat ve Vuslat’ın hakikatinin âriflerin dilinde ne anlama geldiğinin idrakinde olarak; eğer şehrimiz bize yaşadığımız dünyanın bir gölge gerçeklik olduğunu ve bu ‘görünüş’ün asıl gerçekliğin basit bir yansıması olduğunu hissettirebiliyorsa ve böyle ancak bir şehrin “sevilmeye değer” olduğunu bilebiliyor ve sevebiliyorsak ne mutlu…

Kurban Bayramı vesilesiyle şehirde firkat ve vuslatı (ayrılık ve kavuşma) hatırlayabilme idraki, kurban idrakidir…

(Günebakış, 17 Kasım 2010)

9 Kasım 2010 Salı

ŞEHRİ SALONLARDA KONUŞMAK…

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Şehri konuşmak; tarihi, felsefeyi, dili, kültürü, sanatı, folklorü, mimariyi konuşmaktır. Mirası, ve geleceği konuşmaktır. Bir bütün olarak insanı ve varlığı konuşmaktır. Şehir aynı zamanda tarihtir. Şehir felsefedir, şehir dildir, şehir kültürdür, şehir sanattır, şehir folklordür, şehir mimaridir. Şehre nasıl bakarsanız şehir odur. Bütün bunların ötesinde şehir; dünya görüşünün medeniyet tasarımı haline geldiği, bu tasarımın da maddede tecelli ettiği mekândır.

Türkiye Yazarlar Birliği geçtiğimiz hafta sonu Ankara’da “1. Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi” ismiyle 3 gün süren önemli bir faaliyeti gerçekleştirdi. İsmindeki iddiasına uygun düşebilecek bir organizasyonu ‘sınırlı imkanları’na rağmen başarıyla tamamladı. Şehirle doğrudan ilgili 50’ye yakın bilim, sanat ve kültür adamının “şehir idrak”lerini kendi alanlarında ortaya koymalarına zemin hazırladıkları için başta D. Mehmet Doğan ve Türkiye Yazarlar Birliği yöneticilerini tebrik, takdir etmek gerekiyor.

D. Mehmet Doğan’ın kongreyi açış konuşmasında Hacı Bayram-ı Velî Hz.lerinin insanı bir “şehr”e benzeterek iç hakikatiyle anlattığı “Çalabım bir Şâr yaratmış” şiirinin tamamını okuması bile, anlayanlar-hissedebilenler için kongrenin bütününü kuşatacak bir manâ indifasıydı. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanına metaforik serzenişi oldukça anlamlıydı: “Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı, gençlerin ayaklarına verdiği önemi kafalarına verseydi bugün Ankara daha başka olurdu!... Burada kültürel faaliyet değil de, bir spor faaliyeti düzenleseydik, Büyükşehir Belediye başkanı herhalde Ankaragücü formasını giyerek gelirdi…”

Prof. Halil İnalcık’ın “Üç Osmanlı Payitahtı: Edirne, Bursa ve İstanbul” başlıklı konuşması ise kongrenin isabetini başında ortaya koyuyordu.

Ben de kongrenin ikinci gününe “Şehir Medeniyet ve Katliâm” başlığını taşıyan bir bildiri ile katıldım. Ancak programın oldukça yoğun olması nedeniyle ancak 15 dakika ile sınırlı olan konuşmamda, 1930’lu yıllarda İstanbul, Diyarbakır ve Trabzon’da yapılan “şehir soykırımı”na ve bugün TOKİ ve Belediyeler marifetiyle yapılan “şehir katliamları”na başlıklar halinde değinme fırsatı buldum.

Esefle söyleyelim ki, üç gün süren kongrede bir tane Belediye Başkanı, TOKİ yetkilileri ve konuyla doğrudan ilgili hiçbir devlet “yetkili ve sorumlusu” yoktu. Yazarlar Birliği’nin yeni binasının açılışını yapan İçişleri Bakanı’nın “resmî korumaları” hariç tabii (!)… Belediye Başkanları ve TOKİ Başkan ve bürokrasisi davet edilmesine rağmen “kendileriyle ilgili” böyle bir kongreye itibar etmeyişleri yaptıkları işe “ne kadar inandıkları”nın da bir göstergesiydi.

Ben irticalen yaptığım konuşmamda bu hususa vurgu yaparak özellikle “Katliamcı TOKİ” ifadesini ısrarla kullandım, fakat gerekçesini ayrıntılarıyla anlatma imkanım olmadı. “Böyle bir toplantıyı Ankara veya İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ve TOKİ’nin gerçekleştirmesi gerektiği”ne vurgu yaptım. Devamla da “Onların böyle bir derdi olduğunu da zannetmiyorum. Olsaydı bu toplantı bu küçük salonlara sıkıştırılmazdı” cümlesiyle konuşmama başladım.

Büyük Ârif Yunus Emre’nin “Kasdım budur şehre varam Feryad-ü figan koparam” mısra-ı bercestesini eksen alarak hazırladığım konuşmamda “Şehr derdiyle dertlenenler sürekli feryâd etmek, birileri de bu feryada kulak vermek zorundadırlar” ifadesini kullanarak, “Mensubiyet mes’uliyeti doğurur” idrakiyle şehrimize mensup isek, şehrimize ait isek sorumluluklarımızın da yoğunlaşarak ağırlaşması gerektiğinin farkına varmalıyız” dedim.

“Şehir idraki olabilmesi için öncelikle medeniyet idraki olmalıdır ki; şehir inşa edilebilsin. Şehir idraki; aynı zamanda “ben idraki”dir, kimlik idrakidir, varlık idrakidir. Ontolojik idraktir. İnsanın yaşamalar dünyasında yâni masiva dediğimiz fani alemde varlığını ifade edebilmesi ve öte dünya mes’uliyetinin idrakidir. Şehir insanın bu idrak zeminidir. …..İstanbul neyse, Saraybosna neyse Trabzon da O’dur. Bir medeniyetin şehirde nasıl tecessüm ettiğine bu üç şehrin ortak mekanlarında şahit oluyoruz. Aynı iklimin ayrı mekan şartlarında teneffüs edilmesi…”

Konuşmamdan bir not daha: “Şehirde Katliam”da büyük ölçüde günümüz örneklerini mükemmel biçimde sergileyen TOKİ’ye de vurgu yaparak “insanların bir şehirde “yaşanmaya değer hayat”ı yaşamalarına örnek olabilecek mekanlar yapmak yerine, insanı ‘hapseden’, şehre meydan okuyan, adeta maverayla yarışma iddiasındaki TOKİ siteleri tam bir ‘urbisid’ yani şehir soykırımı…”

Modern zamanlarda artık Medinetü-l Fazıla’lar inşa edilemiyor, çünkü Medinetü-l Hükemâlar yok. Çünkü idrak yolları iltihaplı.. Eski deyimle “kaht-ı rical: adam yokluğu” hakim..

Şehirlerde mekânların âhengi yok. Mekanlar birbiriyle muharebe halinde. Şehir, mekânların muhasarası-kuşatması altında.

Türkiye Yazarlar Birliği’nin düzenlediği Kongre’deki oturum başlıklarını okumak bile başlı başına dikkate değer: “Tarih ve Şehir”, “Şehir Tarihi”, “Şehir ve Medeniyet”, “Şehir ve Edebiyat”, “Şehir ve Hayat”, “Şehir Şiirleri”, “Şehir ve İnsan”.

Şehirlerimizin “sahih soy kütüğü”nü güncelleyecek, bugüne taşıyacak, yarınını hazırlayacak “şehir birikim”leri bu tür kongrelerle ve bu kongrelere gösterilecek ilgi ve itibarla kaim. Ancak şehir yöneticilerinin, Belediye Başkanlarının bu manada dertleri olduğunu söylemek çok zor.

Kongredeki konuşmamın sonunda anlattığım bir anekdot ve bir fıkra ile yazımı bitireyim:

Gandi bir konuşmasında diyor ki: “Hint okyanusunun dibinde iki balığın birbiriyle kavga ettiğini görürseniz, bilin ki onda bir İngiliz parmağı vardır.” Biz de diyoruz ki: Şehirlerimizde gördüğümüz tüm kaotik, iğrenç, çirkin görüntüler ile yapı ve mekanlarda mutlaka Belediye Başkanı ve ticarî iştahından başka hiçbir kaygı taşımayan müteahhitlerin parmağı vardır.

Fıkramız “proje bataklığı”na dönen şehirlerimizin Belediye Başkanlarıya ilgili: Temel Belediye Başkanı olmuş. Gazetecilere yaptığı hizmetler ve gelecek dönemdeki projesi ile ilgili beyanat veriyor. Diyor ki: “Programımızı tamamlamak üzere bir beş yıl daha istiyoruz.” Gazeteci: “Peki gelecek dönemdeki programınız nedir?” Temel’in cevabı: “5 yıl daha görevde kalmak!”

(Günebakış, 10 Kasım 2010)

1 Kasım 2010 Pazartesi

“YAVUZ SULTAN SELÎM DÎVANI”NA DÂİR…

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Trabzon, üç büyük Osmanlı padişahının ‘gözde’si olmuş bir ‘medeniyet şehri’ kimliğiyle Os-manlı dönemi boyunca önemini hissettirmiştir. Bu padişahlar: Fatih, Yavuz ve Kanuni’dir. Özellikle Yavuz ve Kanuni’nin ismi sıkça anılır ancak, sanal söylemlerin ötesine geçmeyen veya isimlerinin rastgele şehir mekânlarına konulmanın dışında veya hamasetin ötesinde bir ‘değer’e konu edilemez. Veya da ‘kifayetsiz muhteris’lerin elinde bu medeniyet bânileri bayağılaştırılır, kendi idrak seviyelerine indirgenir.

Medeniyet şehirlerine ruh kattığı kadar, medeniyet şehirlerinden ruhu beslenen ‘medeniyet bani’lerinin önemlilerinden Yavuz Sultan Selim, “Trabzon” dendiğinde ilk akla gelen isimdir. Trabzon’a çok genç yaşta gelen ve 29 yıl (1481-1510) yöneticilik (Şehzade, Vali) yapan ve ba-basına yazdığı mektupta “Bir kimse ki âl-i Osman’dan yirmi beş yıl sancak tasarruf edüp, gaza ve akın ve a’da-i din ile kıtal ve cidâl etmek üzere ola…” diyerek adeta hayatını özetleyen Yavuz Sultan Selim Osmanlı’nın “klâsik çağ” diye adlandırılan haşmetli dönemini zirveleştiren bir Padişahtır. 29 yıl gibi oldukça uzun bir süre Trabzon’da Annesi Gülbahar Hatun ile birlikte kalan ve Valiliği sırasında iki çocuğu ve annesi burada vefat eden Yavuz Sultan Selim’de Trabzon’un oldukça derin anlamı olsa gerek. Ancak, Yavuz’un Trabzon Valiliği dönemine ait kaynakların son derece sınırlı olması veya bugüne kadar üzerinde herhangi bir çalışma yapılmamış olması, Yavuz’un Trabzon’daki hayatını bütünüyle ortaya çıkaramamıştır.

Yavuzun bir hükümdar olmasının yanında edebiyatımızın en önemli dîvanlarından birisine sahip bulunması, onun şiir ve sanatta da zirve bir şahsiyet olduğunu göstermektedir. Trab-zon’da 29 yıl Vali’lik yapan Yavuz’un Padişah olarak saltanatı sadece 8 yıl sürmüştür. Şiirlerinden birçoğunu şehzadelik döneminde Trabzon’da yazdığını tahmin ettiğimiz Yavuz’un özellikle tarihe ve şiire verdiği önemi Osmanlı kroniklerinden ve divanından biliyoruz. Türkçe ve farsça yazdığı şiirleri bütünüyle “divan” olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Celâdetli bir yönetici olduğu kadar, derîn bir şairdir de Yavuz. Bu derinliğe divanının her mısraında şahit oluyo-ruz. Farsça yazdığı divanıyla, “arapça nebilerin, farsça velilerin lisanı” sözünden pay almış bir divan sahibi Yavuz…

Babür Şah hakkında söylenen “şahların şairi, şairlerin şahı” deyiminin en çok örtüşeceği padişahın Yavuz Sultan Selim olduğunu söylemeye gerek var mı? Dedesi Fatih başta olmak üzere Osmanlı hanedanı içinde çok güçlü şair padişahları biliyoruz. Dedesi Fatih’in “Avnî Divanı”, Babası II. Selim’in “Adlî Divanı”, oğlu Kanuni’nin “Muhibbî Divanı” bunların en önemlilerindendir.

Böyle bir Padişah’ın Divanı ne yazıktır ki bugüne kadar tam ve eksiksiz olarak yayınlanama-mıştır. 1890’da (1306) eski harflerle “Eski sekizinci daire-i belediye Mal Müdürü Hüseyin Hüsnü” tarafından eksik bir “Divan-ı Yavuz Sultan Selim” İstanbul’da “Sahip ve naşiri Kitapçı Arakl” künyesiyle “Maarif nezareti celilesinin ruhsatiyle tab olunmuştur” notuyla yayınlan-mıştır.

Daha sonra Prof. Ali Nihat Tarlan tarafından eksiksiz bir şekilde hazırlanan “Yavuz Sultan Selim Divanı” 1946 yılında İstanbul Ahmet Halit Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. 305 gazelin yer aldığı Ali Nihat Tarlan’ın bu çalışmada divanın orijinal harflerle metni ve transkribi olmayıp sadece tercümesi yayınlanmıştır. Tarlan’ın bu çalışması tek ve mükemmel metindir.

Gelelim işin trajik ve hazin tarafına…

Yavuz Sultan Selim’in “Divanı”nın kıymeti-değeri maalesef bugüne kadar “yerliler”ce bilinme-se de “yabancı”lar işin farkına varmışlar ve Alman İmparatoru II. Wilhelm tarafından Berlin Devlet Matbaasında 1904 yılında büyük boy mükemmel bir baskısı yapılarak II. Abdulhamid’e hediye edilmiştir.

“Acaba Türk Tarih Kurumu’nda Yavuz Divanı var mı?” düşüncesiyle uğradığım Ankara’daki Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi’nde gördüğüm “Divan” beni şok etti. Her sayfasını tek tek gözden geçirdiğim, sayfalarını çevirirken bile tedirgin olduğum bu Divanın her sayfası tezhiplerle işlenmiş, altın yaldızlı mükemmel bir baskı tekniğiyle 106 yıl önce II. Wilhelm tarafından bastırılıp, üstelik bize hediye edilmesi karşısında başta Devletin ilgili “tarih” ve “dil” kurumları olmak üzere tüm edebiyat-şiir adamları-yayıncılarının yüzleri kızarmayacak mı?

Asıl yüzü kızarması gereken Trabzon değil midir? Niçin? Böylesine bir vebal gerektiren görevi ilk önce üstlenmesi gerekirken bundan habersiz olmak affedilir bir vurdumduymazlık değildir de onun için !

“Kültür ve Sanat” dendiğinde sadece kalabalıkların reflekslerini tatmin edecek “ses ve ışık”lara milyarları sarfeden belediyelere yazıklar olsun !

Özellikle de Trabzon Belediyesi’nin “Yavuz Divanı” diye bir derdi bugüne kadar niçin olmadı? Hayret ediyoruz. Bundan sonra olacağı da şüpheli. Trabzon Valiliği’nin de aynı şekilde… Hele KTÜ’nün ilgili bölümlerinin böyle bir yükü üzerine almaya niyetleri olmadığı ortada…

İdrak yollarındaki iltihapların kronikleştiği bir şehir, kendi banilerinden haberdar olabilir mi, diye sormak herhalde en doğru soru olsa gerek.

Birçoğu gereksiz, kalitesiz, muhtevasız, hiçbir “kültür değeri” taşımayan kitapları basan Trab-zon Valiliği ve Trabzon Belediyesi “YAVUZ DİVANI”nı görmemekte ısrarlı ! Ne hikmetse 1970’li yıllarda Kültür Bakanlığı tarafından Prof. Coşkun AK tarafından hazırlanıp basılan Kanuni Sultan Süleyman’ın “Muhibbi Divanı”, önceki Belediye Yönetimi tarafından kültür bakanlığı nüshasının aynı şekliyle iki cilt olarak yayınlanmıştı. Kötü bir baskı olsa ve yayınlandığından çok kimsenin haberi olmasa da bu ihtiyacı kimler hissetmişse önemli bir işi gerçekleştirmişlerdir.

Trabzon’un tarih-kültür-sanat-dil yönünden zenginliğini ısrarla görmemek bilinçli bir tercih midir, bilemiyorum. Ayrıca, bu ilgisizlik veya ‘yoksaymak’ sadece Yavuz Divanı’yla da sınırlı değil. Trabzon’la ilgili veya Trabzon’lu önemli şahsiyetlerin ortaya koyduğu tarih, kültür, dil ve edebiyat şaheserlerini göremeyenlerin “Yavuz Divanı”nı görmeleri, görseler de önemini kavramaları tabii ki beklenmez.

Bu konuda Trabzon ve Trabzon tarih-kültür-dil-sanat-edebiyat’ını önemseyen yönetici, bü-rokrat, işadamı, akademisyen, vs.’lerin üzerinde çok büyük sorumluluk vardır. Bu sorumluluk yerine getirilene kadar tüm Trabzon’lular vebal altındadır.

Bu hal, vefasızlığı aşmış bir ‘akıl ve idrak tutulması’dır.

Teklifimize geliyoruz:

Öncelikle YAVUZ DİVANI, aslına uygun bir şekilde Türk Tarih Kurumu’ndaki nüsha esas alına-rak tıpkı basım yapılmalı, transkrip edilmeli, Prof. Ali Nihat Tarlan’ın çevirisi de divana eklenmeli. Bu VEBAL Trabzon Valiliği ve Trabzon Belediyesi’nin üzerindedir.

Hatta; Fatih’in “Avnî Divanı”, II. Bayezid’in “Adlî Divanı”, Kanuni’nin “Muhibbî Divanı” ve Ya-vuzun “Selimî Divanı”nın hepsi, bir külliyat halinde Trabzon’a yakışır bir prestij eser olarak yayınlanmalıdır!

Biraz daha ileri gidelim: 2002 yılından bu tarafa “kültür yayınları”na paydos diyen bir Kültür Bakanlığı ile karşı karşıyayız! Bu paydosun, zamanın Kültür Bakanlığı müsteşarı olan, bugünün Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Edebiyat Profesörü Mustafa İSEN’in marifetiyle gerçekleştirildiği söyleniyor.

Kültür Bakanlığı 8 yıldır terk ettiği kültür yayınlarına bir “iade-i itibar” olarak Osmanlı Padişahları’nın divanlarını hazırlayıp basarak yeniden başlasa nasıl olur? Sözümüz “kültür” diye derdi olanlar, kültürden nasibi olanlara…

Sözün burasında, tam da bu yazıyı bitirip kendisine okuduğum mesai arkadaşım Sami’nin anlattığı yaşanmış bir traji komik olayı Kültür Bakanlığımız etkili/yetkililerine hatırlatıyorum:

“Türkiye’den bir bürokrat heyet batı ülkelerinden birisine iş seyahati yapar. Heyet caddelerde dolaşırken büyük bir binanın önünde dururlar. Merak edip binanın önündeki görevliye: “Bu bina ne binası?” diye sorarlar. Görevli: “Deniz Bakanlığı” cevabını verir. Denizle hiçbir bağlantısı olmayan bu ülkede Deniz Bakanlığının bulunmasına bizim bürokratlar hayret ederler ve “Sizin ülkenizin denize sınırı yok ama Deniz Bakanlığınız var, niçin ?” diye sorduklarında, görevli gereken cevabı verir: “Bizim Deniz Bakanlığımız sizin kültür bakanlığınız gibi. Sizde de kültür yok ama Kültür Bakanlığınız var!”

Bir ek cümle: “Kültür yok” ifadesini “kültürünüzden haberiniz yok” anlamında alıyoruz.

Üstad Necip Fazıl’ın;
"Bir gün anlaşılır şiir; Çoğu gitti, azı kaldı.
Ekmek gibi azizleşir, Çoğu gitti, azı kaldı..." mısralarını büyük “Şahların şairi Şairlerin Şâhı” Yavuz Sultan Selim için söylemekte geç mi kaldık?
“Şiirin ekmek gibi azizleştiği” zamanlardan gelen bir geleneğin izini sürememekten büyük azap olabilir mi?

Wilhelm’in bastırıp II. Abdulhamid’e hediye ettiği nüshadan daha mükemmel ve geniş bir Yavuz Divanı hazırlanıp basılana kadar Alman İmparator’u II. Wilhelm’in hayaleti, duyarlılığı Trabzon’un üzerinde bir kabus gibi, bir karabasan gibi duracaktır !

Yavuz’un “Divan”ından aldığımız Gazelden birkaç mısrayı Ali Nihat Tarlan’ın çevirisiyle vererek bitirelim:

109. Gazel’den: “Âşıklığın alameti aşıkın kendine yabancı olmasıdır. Feryâd etmesi, kendinden geçmesi ve divane olmasıdır.”

115. Gazel’den: “Belki aşk belâsından kurtulurum diye sefere çıktım. Bilakis aşkım ziyadeleşti. İlaç olduğu gibi kaldı.”

150. Gazel’den: “Mecnun gibi aşık çoktur ama devran bir tane daha Selim gibi bir aşık yetişti-rirse hayrete şayan bir şey yapmış olur.“

Biz de Yavuz’un dediği gibi şehrimiz için “feryat edip kendimizden geçebiliyor ve divane olabi-liyor”sak akıl ve ruh sağlığımıza kavuşmuşuz demektir !

Son bir not: II. Bayezid’in Divanı oldukça güzel bir giriş, tahlil ve tenkitli metin halinde Trab-zon/Akçaabat doğumlu bir akademisyen olan Doç. Dr. Yavuz BAYRAM tarafından hazırlanıp Amasya Valiliği’nce 2008 ve 2009 yılında iki kez “ADLΔ ismiyle yayınlanmıştır.

(Günebakış, 3 Kasım 2010)