Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Geçtiğimiz hafta Pakistan’dan dönen kadîm gönüldaşım Hüsnü Kılıç’la telefonda görüşürken, oradaki müthiş sel felaketi ve getirdiği sefalet içerisinde bile insanların son derece tabii bir şekilde hayatlarını sürdürdüklerini, son derece kötü şartlara karşı nasıl mukavemet ettiklerini, felaket şartlarında yaşamakla normal şartlarda yaşamak arasında sanki hiçbir fark yokmuş gibi yaşadık-larını gözlemlediğini ifade etti. Bir yandan olağanüstü şartlarla mücadele ederlerken diğer taraf-tan davranışlarındaki insanîliği/tabiliği gördüğünü belirtti. İsyan, panik, huzursuzluk yok. Maddî hiçbir şeyi kalmamış insanın huzuru ile her şeye sahip insanın huzursuzluğu/tedirginliği arasındaki müthiş fark gibi… Devamla… Bizim burada her türlü alet-aygıt çeşitliliği ve teknoloji konforu (cep telefonu, bilgisayar, vs.) içerisinde nasıl sıkıntılı, kaotik bir günlük hayat sürdüğümüze vurgu yaptı.
Burada ise; bir saat cep telefonundan ayrı kaldığımızda hayatımızın nasıl altüst olduğunu, nasıl krizler geçirdiğimizle, cep telefonumuzun yanımızda olmadığı zaman kendimizi nasıl müthiş bir yalnızlık ve güvensizlik içerisinde hissettiğimizle ilgili konuştuk. Sözü Şarlo’nun meşhur “makine örneği”ni hatırlattı. Kimbilir, belki bir gün biz de bu “teknoloji kuşatılmışlığı”nda üzerimizde-ki/etrafımızdaki teknoloji aygıtlarının robotu (tutsağı zaten olduk) haline geleceğiz. Şarlo’nun insanın kontrolünden çıkan teknolojinin nasıl bir traji-komik sonuçlar doğurduğunu Üstad Necip Fazıl’ın ifadelerinden okuyalım:
“Bugünün en büyük problemi makine meselesidir. Şarlo’nun makine ile alayı, o kadar zariftir ki, ancak ruhçu telâkkiye yakışabilir. Meselâ: Bir filminde, bir fabrikada iş tasarrufu için her şey alete dökülmüştür. Amele, soframsı bir yerde oturur. Makine gelir bir kolla ağzına yemek verir, son-ra başka bir kolla da ağzını siler. Makinanın yemek veren kolu bozulur, havada işler ve yemekler yere dökülür. Fakat diğer kol tarafından aç adamın ağzı silinir. Şimdi bu komiklik midir, yoksa ağlatıcı fikir mi? Tam da maddeciliğe zıt...”
Aslında teknolojinin muhasarası altında ve his iptali içerisinde bu hali yaşıyoruz…
Daha sonra gazetelere bakarken birden “Afganistan kentleri New York’tan daha güvenli!” başlıklı bir haber gözüme takıldı. Haberi okuduğumda Hüsnü Kılıç’la sabah aramızda geçen konuşmanın sanki devamı mahiyetinde bir metin gibiydi. BBC ve Reuters’in dünyaya Kabil’den geçtiği haberde NATO yetkilisi Mark Sedwill, bombaların günlük hayatın doğal bir parçasına dönüştüğü Afgan kentlerinin çocuklar için Londra ve NewYork’tan daha güvenli olduğunu belirtiyordu. Sedwill, Kandahar da dahil olmak üzere, Afganistan’ın büyük kentlerinde yaşayan çocukların ‘muhtemelen Londra, New York, Glasgow ve dünyanın diğer büyük kentlerinden daha güvenli bir ortamda yaşadığını” belirtti. Sedwill “Afganistan’ın aile odaklı bir toplum olduğunu ve bu çerçevede biraz köylerden oluşan bir kent gibi görülebileceğini” söylüyor.
NATO yetkilisinin sözleri aslında Doğu ve Batı toplumlarının tarihsel genetiklerine kadar uzatıla-bilir. Bu genlerde yatan “güvenlik” algısı birbirinden çok farklı…
Gerçeklerden çok imajların ‘pazarlandığı’ modern zamanların batısında doğu imajının, doğu şe-hirlerinin de ‘istedikleri ve kurguladıkları biçimde pazarlanan’ şehirler olduğunu söylemeye gerek yok. Doğu şehirleri ve şehir hayatı batının doğuya yönelik ‘kurgu ihtiyacı’nı istediği zaman giderebilse de NATO yetkilisinin sözü bu kurguları bazen bozuyor.
“Batının doğu imajı”nda “Batı şehirlerinin güvenli, doğu şehirlerinin ise güvensiz olduğu” sürekli vurgulanır, servis edilir, zihinler bu yönde şartlandırılır. Bu yargı batı’nın tarihsel genetiğinin değişmez bir parçasıdır. Hatta batının doğuyla ilgili tarihsel yargıları bu temellendirme üzerine kurulmuştur. Ancak kimi gezginler ise bu yargının aksine doğunun son derece insanî olduğunu, gidip gördükleri doğu şehirleri ve insanlarından bizzat gördükleri yakınlıkla kayda geçirmişlerdir.
Güvenlik, temelde insanî bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaca gerek duyulmayacak çevre şartları oluşturul-duğunda “güvenlik ihtiyacı” diye bir şey sözkonusu olmaz. Batı’nın “güvenlik” algısı ile Doğu’nun güvenlik “algı”sı referanslar temelinde farklılık taşır. “Güvenli Şehir” batıda katil, uyuşturucu müptelası, sarhoş, psikopatların sürekli kontrol altında tutulduğu, onların her an suç işleyeceği düşüncesi ile takip edildiği ‘polisiye’ bir anlayış temeline dayanır.
Doğu’daki “Güvenli şehir” algısı ise; sokaklarında gece ve gündüz “suç işlemeye meyilli” olma ihtimali olmayan, böyle bir “güvenlik” algısının idraklerde yer bulamadığı bir anlayıştır. Batı’da müthiş “bireycilik”ten kaynaklanan ailede sağlanamayan “güven” ve “güvenlik”, Doğu’da ahlâkın da ötesinde bir “aile değeri”dir.
Üzerine her gün tonlarca bombalar yağmasına rağmen hayatını sürdüren Doğu toplumundaki insana/çocuğa karşı, Batı toplumunda bir saat elektriğin kesilmesiyle nasıl bir şehir yağmacılığı yaşandığına sık sık şahit oluyoruz.
İki zihniyet dünyasının insanı, şehir ve güvenlik algısı iki farklı dünya oluşturuyor. Farklı çünkü, referansları, kaynakları farklı.
Batı’nın oluşturmak istediği/oluşturduğu siyasî doğu imajına rağmen bugün elimizdeki batılı gez-ginlerin not defterleri, gezi notları Doğu toplumlarının yaşamlarıyla ilgili oldukça ayrıntılı bilgiler içerir. Doğu şehirlerinde şahit oldukları basit bir davranış biçiminin kendileri için ne kadar hayret verici olduğunu yazarlar. Sadece insanlar için değil, hayvanlar için bile son derece güvenli doğu şehirlerine ilişkin seyyahların notları batı için sadece “ilginç” ve “hayret” edilecek enstantanelerdir. İşte bir tek örnek: İtalyan roman ve hikâye yazarı Edmondo de Amicis 1874’te geldiği İstanbul’daki günlük hayat karşısında uğradığı şaşkınlık ve hayranlığı şöyle anlatır:
“Buradan gelip geçen seyyahların, şehre adım atar atmaz akılları başlarından gitmiştir. Pertusier’nin dili dolanır, Tournefort dilin aciz kaldığını söyler, Pouqueville başka bir alemde olduğunu sanır, La Croix mest olur, Vikont Marcellus kendinden geçer, Lamartine Tanrı’ya şükre-der, Gautier gördüklerinin gerçek olduğundan şüpheye düşer; her biri görüntüleri üst üste yığıp üsluplarını parlatarak düşüncelerinin altında sefilce ezilmeyecek ifadeler bulmak için kendilerine beyhude yere eziyet ederler…”
Sadece insanlar için değil, tüm canlılar için Doğu şehirleri Batı şehirlerinden çok daha güvenli ve yaşanılır. Gene Amicis’ten okuyoruz:
“… serçeler çekinmeden evlere girer çıkar ve çocukların, kadınların ellerinden yem yer; kırlangıç-lar kahvehane kapılarının üstüne, çarşıların tonozlarının altına yuva kurar; sultanlar ya da şahıs-ların katkısıyla beslenen sürüyle güvercin, kubbelerin saçakları boyunca ve minarelerin şerefelerinin altında beyazlı siyahlı kümeler oluşturur; martılar sevinçle uçuşur, binlerce kumru mezarlık-lardaki servilerin arasında sevişir… “
Yabancı bir seyyahın İstanbul’daki bu gözlemi bile batının “kurgulanmış doğu imajı”ndaki vahşiliğe ciddi ve yerinde bir cevaptır. Sadece İstanbul’da değil, bütün doğu şehirlerinde aynı duyarlılığın varolduğuna şahit oluyoruz.
Şehirlerimizde aletlerin, aygıtların, teknolojinin anaforunda kaotikleşen hayatımızda şikayet etmeyi varlık nedeni haline getirmek için var gücümüzle çabalıyoruz.
Hayatınızı nasıl kurgularsanız finali de o şekilde oluyor.
(Günebakış, 1 Aralık 2010)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder