Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Ait olmadığı yerde kullanıla kullanıla tabii yatağını kaybedip anlam kaymasına uğrayan kelimeler-kavramlar olduğu gibi, modern zamanlarda kavramların tahrif edilmesiyle o kavramlarla ifade edilen şeyler de ‘kendisi’ olmaktan çıkıyor ve anlam sapmasıyla “yer”ini ve “değer”ini kaybediyor. Bir delinin kuyuya attığı taşı kırk akıllının çıkaramaması türünden bir anlam kayması, sapması…
Doğru kullanıldığı zannedilen öyle kavramlar vardır ki, gerçek telaffuzuyla/manasıyla kullanmaya kalktığınızda artık kendisinden bir şey kalmamış, muhatabında hiçbir etki-tepki uyandırmayan kadavraya dönüşüyor. Kavramlar o hale geliyor ki, eski deyimle; “galat-ı meşhur lisan-ı fasihe müreccah” oluyor. Yâni yanlış kullanılan bir kavram giderek orijinaline tercih ediliyor ve gerçek manasını kaybediyor.
Son yıllarda çok sık kullanılan, muhtevasından çok dudak tiryakiliğiyle haz duyulan kavramlardan birisi olan “marka”, şehirle örtüşen veya şehrin ‘değer’inin izafe edildiği temel kavramlardan birisi haline geldi. Ancak, gerek “marka” gerekse de “değer”in şehirde kullanımı bu kelimelerin nasıl “yanlış” ve “yanlışta” kullanıldığına mükemmel örnekler…
Marka; lâtincede ticarî alâmet, damga demek. ‘Market’le akraba bir kavram. Latincesi mercatus. Yâni ticaret, çarşı, malların satıldığı yer anlamına geliyor. Marka ve değer kavramlarını birlikte düşündüğümüzde, marka ticarî bir kavram olarak marketlerde alınıp-satılabilen meta, mal anlamını taşıyor. Değer ise, eski Türkçede “tegir”den bozma olarak dilimize girmiş, ‘kıymet’ demek.
Modern zamanların yok ediciliğinin şehirlerimize giydirdiği ve her şeyi ‘market malzemesi’ haline getirdiğine bu kavramlar yerinde bir örnektir. Şehri nitelerken kullanılan bazı kavramların neleri çağrıştırdığının farkında olmayabilirsiniz. Bu affedilebilir bir masumluktur. Ancak şehirlerini “markalaştırma”, markete çevirme hummasına tutulan, şehir idraki olmayan, şehirden anladığı “beton istif”leri olan şehir yöneticileri için “marka”, uğrunda şehrin feda edileceği bir zümrüd-ü anka!
Marka batıda “market”te yerini alırken, doğuda maalesef şehirle bütünleşiyor. Şehir ‘marka’laşıyor, marka da şehirleşiyor(!)
Bu yeralış müthiş bir kompleksin, aşağılık ukdesinin sonucu. Sokağa ilk çıktığında gördüğü ilk kadına vurulan ‘şark külhanbeyi” gibi, ayağıyla gidip kafasını bıraktığı ilk batı şehrini gördüğünde ‘vurguna tutulan’ şehir yöneticilerinin şehvetine, sadizmine kurban giden şehirlerimizin hali, ‘benzeme, gibileşme ukdesi’nin sefaletini yaşıyor. İhtiyaçlarla değil ‘intihal’lerle, farklı yerlerden toplama organlarla şehir oluşturma çabası sadece bizim şehir yöneticilerimize mahsus bir garabet…
Ve tabii “yaşadığımız şehir”…
Değişen bir şey yok. Meşrutiyet ve tanzimatla başlayıp Cumhuriyetle devam eden “benzeme” veya “benzetilme” kompleksinin ürettiği yerel yöneticiler şehirlerimizi istila ediyor. Hele de “iktidar nimetleriyle” donandılar mı, şehri “markalaştırmakta” yâni tahripte sınır tanımıyorlar.
Örnek mi? Bir devlet kuruluşu olan TOKİ’nin şehirlerimizde yaptıklarıyla övünen idraklere “şifa dilemek”ten başka yapacak şey yok. Kent yöneticilerinin şehre davet ettikleri TOKİ, “kentsel dönüşüm” adına şehirlerimizde “kentsel deprem” alanları meydana getirdi/getiriyor. “TOKİ zihniyeti” bir terminatör gibi şehirlerimizi biçiyor. Bunda başta ülke yöneticilerinin, imar ve bayındırlıktan sorumlu bakanların, siyasilerin, üniversitelerin, kültür-sanat adamlarının, hâsılı derece derece herkesin payı var.
Modern zamanlarda ‘yaşanmaya değer bir şehir’e ilişkin ilk adımları atabilecek imkanlara sahipken, tam aksine böyle bir ‘idrakten yoksun’ olmanın sonucu şehirlerimiz ‘yaşanmaya değmez’ ama ‘yaşamaya mahkûm’ olduğumuz hale getirildi. Bu bir zihniyet problemidir. Şehirleri sınır tanımaz kâr hırsının tatmin alanı gören müteahhitler yerine, şehirleri sınır tanımaz zevksizliğin tatmin alanı haline getiren TOKİ zihniyeti…
İlginçtir ki,‘betonlar marketi’ haline getirilen şehrin ‘değer’ini de sadece ve sadece ‘estetik idraki dumura uğramış rant iştahı’ kabarmışlar biliyor !
Söylediklerimizi “TOKİ, şehirlerdeki gecekondu alanlarını modern kent binalarıyla donatıyor, temizliyor, yeni yerleşim alanları inşa ediyor” gerekçesiyle marjinal bulanların “şehir idraki, şehir bütünlüğü, şehir estetiği ve derdi” olmadığına şüphe yok.
Şehir yöneticileriyle birlikte tüm merkezi idare Şehirlerimizi illâ ki “virüslerle müzeyyen” bir şehir haline getirdi/getiriyor.
Şehrimizin ‘medeniyet şehri’ olduğu zamanlarda Evliyâ Çelebi Trabzon’u “şehr-i müzeyyen” olarak nitelendiriyordu. Bugün görse gene aynı ifadeyi kullanırdı herhalde. Bir küçük farkla: “Virüslerle müzeyyen şehir” diye. Şehir virüsleri oldukça çeşitli. Burada bahsettiğimiz sadece ‘maddi’ boyutu öne çıkmış virüs. Betonlarla kendini ortaya koyan virüs. Şehir halkı da o hale getirildik ki ancak ‘virüslerle mutlu’ olabiliyor. Şehir bu kıvama getirildiğinde artık o şehir halkı daha ‘muhteşem virüsler’ için hazır duruma gelmiş demektir.
İşte bu virüslerle öğünen “marka şehir”!
Ne “marka”dan ne de “değer”den haberi ve nasibi olan şehir!
Şehri markalamak, şehri “damgalamak” gibi bir şey. Damgalı olmak ise “muayeneden geçmiş”, satılabilir-pazarlanabilir anlamında sahip değiştirmeye, parayı çok verenin kullanımına hazır demek. Bu anlamda bile içinde yaşadığımız şehrin “ticarî değeri” olduğu söylenebilir mi? Ticarî değeri olabilmesi için her şeyden önce bütün bir “şehir değeri” taşıma gerekir. Bir şehir için ‘marka değeri yüksek’ demek, markette açık artırmaya çıkmış ‘değer’in fiyata indirgendiği, en çok parayı verenin sahip olacağı şehir anlamına geliyor.
Var gücümüzle şehri ‘şehir olmak’tan çıkarmak için çabalıyoruz. Yatağını bulduğunda, yerinde kullanıldığında anlamlı olabilecek ‘marka’yı da o hale getiriyoruz ki, ‘marka’ olmaktan çıkarıyoruz.
Şehir kendinden utanacak hale geliyor. Hal diliyle bunu ifade ediyor, muhatabına sunuyor ama nerde duyacak kulak, görecek göz, anlayacak idrak?
Tarihselliğinden arta kalan son parçasıyla bile kendini ‘bütün’ olarak ifade edilebilen bir dile sahip tarihî şehirleri yapay ve ilkel bir ‘marka virüsü’yle markete sunmak şehre ‘ihanet’tir. Ancak bu ihaneti ne anlayacak, ne de yargılayacak idrak maalesef yok. Olacağı da şüpheli. Şehir yöneticilerinin, merkezi yönetimlerin şehirlere ihanetinde zamanaşımı olmaması gerekir. Gerekir de… Ne şehirde ne de yaşayanlarda bu anlamda hafıza kaldı. Şehrin de yaşayanların da hafızası silindi…
Şehirlerine kötülük eden her yönetici hesap verebilmeli. Kötülük… Yâni şehir demek olan; estetik, mimarî, kültür, sanat, müzik, eğitim, vs.’de şehri tersine yürütmeye zorlamak…
Peki şehre kötülük yapanlara kim hesap soracak? Hesap soracak ‘rafineliğe’, şehir idrakine sahip şehirli var mı? Kimbilir… Şimdilik çirkini, kötüyü, yanlışı görelim yeter… Şehre böyle bakabilmek bile artık meziyet…
Ne diyelim? Acaba Peygamber ölçüsü şehirlerimizi bu hale getirenlere bir şey söyler mi: “Eğer utanmazsan dilediğini yap!”
(Günebakış, 2 Şubat 2010)
duzenliyahya@gmail.com
Ait olmadığı yerde kullanıla kullanıla tabii yatağını kaybedip anlam kaymasına uğrayan kelimeler-kavramlar olduğu gibi, modern zamanlarda kavramların tahrif edilmesiyle o kavramlarla ifade edilen şeyler de ‘kendisi’ olmaktan çıkıyor ve anlam sapmasıyla “yer”ini ve “değer”ini kaybediyor. Bir delinin kuyuya attığı taşı kırk akıllının çıkaramaması türünden bir anlam kayması, sapması…
Doğru kullanıldığı zannedilen öyle kavramlar vardır ki, gerçek telaffuzuyla/manasıyla kullanmaya kalktığınızda artık kendisinden bir şey kalmamış, muhatabında hiçbir etki-tepki uyandırmayan kadavraya dönüşüyor. Kavramlar o hale geliyor ki, eski deyimle; “galat-ı meşhur lisan-ı fasihe müreccah” oluyor. Yâni yanlış kullanılan bir kavram giderek orijinaline tercih ediliyor ve gerçek manasını kaybediyor.
Son yıllarda çok sık kullanılan, muhtevasından çok dudak tiryakiliğiyle haz duyulan kavramlardan birisi olan “marka”, şehirle örtüşen veya şehrin ‘değer’inin izafe edildiği temel kavramlardan birisi haline geldi. Ancak, gerek “marka” gerekse de “değer”in şehirde kullanımı bu kelimelerin nasıl “yanlış” ve “yanlışta” kullanıldığına mükemmel örnekler…
Marka; lâtincede ticarî alâmet, damga demek. ‘Market’le akraba bir kavram. Latincesi mercatus. Yâni ticaret, çarşı, malların satıldığı yer anlamına geliyor. Marka ve değer kavramlarını birlikte düşündüğümüzde, marka ticarî bir kavram olarak marketlerde alınıp-satılabilen meta, mal anlamını taşıyor. Değer ise, eski Türkçede “tegir”den bozma olarak dilimize girmiş, ‘kıymet’ demek.
Modern zamanların yok ediciliğinin şehirlerimize giydirdiği ve her şeyi ‘market malzemesi’ haline getirdiğine bu kavramlar yerinde bir örnektir. Şehri nitelerken kullanılan bazı kavramların neleri çağrıştırdığının farkında olmayabilirsiniz. Bu affedilebilir bir masumluktur. Ancak şehirlerini “markalaştırma”, markete çevirme hummasına tutulan, şehir idraki olmayan, şehirden anladığı “beton istif”leri olan şehir yöneticileri için “marka”, uğrunda şehrin feda edileceği bir zümrüd-ü anka!
Marka batıda “market”te yerini alırken, doğuda maalesef şehirle bütünleşiyor. Şehir ‘marka’laşıyor, marka da şehirleşiyor(!)
Bu yeralış müthiş bir kompleksin, aşağılık ukdesinin sonucu. Sokağa ilk çıktığında gördüğü ilk kadına vurulan ‘şark külhanbeyi” gibi, ayağıyla gidip kafasını bıraktığı ilk batı şehrini gördüğünde ‘vurguna tutulan’ şehir yöneticilerinin şehvetine, sadizmine kurban giden şehirlerimizin hali, ‘benzeme, gibileşme ukdesi’nin sefaletini yaşıyor. İhtiyaçlarla değil ‘intihal’lerle, farklı yerlerden toplama organlarla şehir oluşturma çabası sadece bizim şehir yöneticilerimize mahsus bir garabet…
Ve tabii “yaşadığımız şehir”…
Değişen bir şey yok. Meşrutiyet ve tanzimatla başlayıp Cumhuriyetle devam eden “benzeme” veya “benzetilme” kompleksinin ürettiği yerel yöneticiler şehirlerimizi istila ediyor. Hele de “iktidar nimetleriyle” donandılar mı, şehri “markalaştırmakta” yâni tahripte sınır tanımıyorlar.
Örnek mi? Bir devlet kuruluşu olan TOKİ’nin şehirlerimizde yaptıklarıyla övünen idraklere “şifa dilemek”ten başka yapacak şey yok. Kent yöneticilerinin şehre davet ettikleri TOKİ, “kentsel dönüşüm” adına şehirlerimizde “kentsel deprem” alanları meydana getirdi/getiriyor. “TOKİ zihniyeti” bir terminatör gibi şehirlerimizi biçiyor. Bunda başta ülke yöneticilerinin, imar ve bayındırlıktan sorumlu bakanların, siyasilerin, üniversitelerin, kültür-sanat adamlarının, hâsılı derece derece herkesin payı var.
Modern zamanlarda ‘yaşanmaya değer bir şehir’e ilişkin ilk adımları atabilecek imkanlara sahipken, tam aksine böyle bir ‘idrakten yoksun’ olmanın sonucu şehirlerimiz ‘yaşanmaya değmez’ ama ‘yaşamaya mahkûm’ olduğumuz hale getirildi. Bu bir zihniyet problemidir. Şehirleri sınır tanımaz kâr hırsının tatmin alanı gören müteahhitler yerine, şehirleri sınır tanımaz zevksizliğin tatmin alanı haline getiren TOKİ zihniyeti…
İlginçtir ki,‘betonlar marketi’ haline getirilen şehrin ‘değer’ini de sadece ve sadece ‘estetik idraki dumura uğramış rant iştahı’ kabarmışlar biliyor !
Söylediklerimizi “TOKİ, şehirlerdeki gecekondu alanlarını modern kent binalarıyla donatıyor, temizliyor, yeni yerleşim alanları inşa ediyor” gerekçesiyle marjinal bulanların “şehir idraki, şehir bütünlüğü, şehir estetiği ve derdi” olmadığına şüphe yok.
Şehir yöneticileriyle birlikte tüm merkezi idare Şehirlerimizi illâ ki “virüslerle müzeyyen” bir şehir haline getirdi/getiriyor.
Şehrimizin ‘medeniyet şehri’ olduğu zamanlarda Evliyâ Çelebi Trabzon’u “şehr-i müzeyyen” olarak nitelendiriyordu. Bugün görse gene aynı ifadeyi kullanırdı herhalde. Bir küçük farkla: “Virüslerle müzeyyen şehir” diye. Şehir virüsleri oldukça çeşitli. Burada bahsettiğimiz sadece ‘maddi’ boyutu öne çıkmış virüs. Betonlarla kendini ortaya koyan virüs. Şehir halkı da o hale getirildik ki ancak ‘virüslerle mutlu’ olabiliyor. Şehir bu kıvama getirildiğinde artık o şehir halkı daha ‘muhteşem virüsler’ için hazır duruma gelmiş demektir.
İşte bu virüslerle öğünen “marka şehir”!
Ne “marka”dan ne de “değer”den haberi ve nasibi olan şehir!
Şehri markalamak, şehri “damgalamak” gibi bir şey. Damgalı olmak ise “muayeneden geçmiş”, satılabilir-pazarlanabilir anlamında sahip değiştirmeye, parayı çok verenin kullanımına hazır demek. Bu anlamda bile içinde yaşadığımız şehrin “ticarî değeri” olduğu söylenebilir mi? Ticarî değeri olabilmesi için her şeyden önce bütün bir “şehir değeri” taşıma gerekir. Bir şehir için ‘marka değeri yüksek’ demek, markette açık artırmaya çıkmış ‘değer’in fiyata indirgendiği, en çok parayı verenin sahip olacağı şehir anlamına geliyor.
Var gücümüzle şehri ‘şehir olmak’tan çıkarmak için çabalıyoruz. Yatağını bulduğunda, yerinde kullanıldığında anlamlı olabilecek ‘marka’yı da o hale getiriyoruz ki, ‘marka’ olmaktan çıkarıyoruz.
Şehir kendinden utanacak hale geliyor. Hal diliyle bunu ifade ediyor, muhatabına sunuyor ama nerde duyacak kulak, görecek göz, anlayacak idrak?
Tarihselliğinden arta kalan son parçasıyla bile kendini ‘bütün’ olarak ifade edilebilen bir dile sahip tarihî şehirleri yapay ve ilkel bir ‘marka virüsü’yle markete sunmak şehre ‘ihanet’tir. Ancak bu ihaneti ne anlayacak, ne de yargılayacak idrak maalesef yok. Olacağı da şüpheli. Şehir yöneticilerinin, merkezi yönetimlerin şehirlere ihanetinde zamanaşımı olmaması gerekir. Gerekir de… Ne şehirde ne de yaşayanlarda bu anlamda hafıza kaldı. Şehrin de yaşayanların da hafızası silindi…
Şehirlerine kötülük eden her yönetici hesap verebilmeli. Kötülük… Yâni şehir demek olan; estetik, mimarî, kültür, sanat, müzik, eğitim, vs.’de şehri tersine yürütmeye zorlamak…
Peki şehre kötülük yapanlara kim hesap soracak? Hesap soracak ‘rafineliğe’, şehir idrakine sahip şehirli var mı? Kimbilir… Şimdilik çirkini, kötüyü, yanlışı görelim yeter… Şehre böyle bakabilmek bile artık meziyet…
Ne diyelim? Acaba Peygamber ölçüsü şehirlerimizi bu hale getirenlere bir şey söyler mi: “Eğer utanmazsan dilediğini yap!”
(Günebakış, 2 Şubat 2010)