27 Eylül 2011 Salı

VEHİMDEN AİDİYETE ŞEHİR...

Yahya DÜZENLİ

duzenliyahya@gmail.com


Yahya Kemal “Aziz İstanbul”da “Bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkı arasında halis ve tam bir ahenk varsa orada gözlere halis bir vatan tablosu görünür. İklimden anlayan gerçek ve hassas bir sanatkâr, İstanbul’un eski semtlerinden herhangi birini, meselâ Koca Mustâpaşa semtini, yahut Eyüb’ü yâhut Üsküdar’ı, yahut da Boğaziçi’nin henüz mülkî hüviyetini muhafaza eden herhangi bir köyünü seyredince kat’i bir hüküm vererek der ki; “Bu halk bu iklimde ezelden beri sâkindir ve bu iklime bu mimarîden ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz.”

Devam eder Yahya Kemal: “Vatan toprağı her hissedene bu vehmi veren topraktır.”

Bir vefat vesilesiyle geçen hafta ani olarak Ankara’dan gittiğim Trabzon’a yaklaştığımda, şehrin çirkinleştirilmiş beton siluetinin arkasında ısrarla bizi kendine çeken, aslî hüviyetiyle bize bakan şehri tıpkı Yahya Kemal’in satırlarındaki İstanbul gibi hissettim ve aklıma yukarıdaki cümleler geldi.

Kendisine aidiyetin ‘ne olması gerektiği’ni insana vehmettiren şehir, insanı içine çeken, vehmin bilince taşındığı ve insanın “ben buraya aidim” diyebildiği şehir, ‘yaşanmaya değer hayat’a insanı davet eden şehirdir.

Çocukluğumuzun büyük kısmının geçtiği Amasya’daki hayatımı düşündüğümde, Trabzon bizim için ‘şehirlerden bir şehir’ değil, “memleket”ti. Hayatınızın tamamı ondan ayrı da geçse orası tartışmasız “memleket”ti. Memleket, etimolojide ‘mülk’ten türeme olarak ‘sahip olunan’ anlamına geliyor. Nerede olursanız olun, kendinizi ona ‘sahip’ hissettiğiniz, fizikî ‘mülk’ün ötesinde bir önem taşıyan yerdir memleket.

Dil ailesinde Vatan ile Memleket arasında doğrudan bulunan akrabalık en derin anlamını Trabzon dil havzasında bulur. “Vatan” kelimesinin özel bir anlamı var. Vatan, Trabzon insanı için hamasetin ötesinde bir anlam yükü taşır. “Vatan etmek” bir kavram olarak hayatın bir parçasıdır. “Vatan etmek”, toprağı ıslah etmek, terbiye etmek, mamur etmektir.

Yahya Kemal’in “iklimden anlayan” dediği insan gözüyle şehrimizin semtlerine, mahallelerine bakabiliyor muyuz? Bakabiliyorsak içinde yaşadığımız şehirde her karış toprak bize “şehir vehmi” veriyor!

Üstad Necip Fazıl’ın “Ölüm güzel şey” dediği, ölümü bile güzelleştiren, ölüm ötesinden sırlar, işaretler taşıyan “taç şehirler”e nisbetle hayatı çirkinleştiren “harabeler”de hayat süren bizler, herhalde “şehir vehmi”ni bize hissettirecek şehirlerin hasretiyle fâni hayata veda edeceğiz.

Gene Yahya Kemal’in “halkın iklimle imtizacı” dediği şehir ruhunu kaybettiğimiz modern zamanlarda, Dersaadet İstanbul’un ‘medeniyet bestesi’ni yüzyıllar boyu kuzey doğuda terennüm ve temsil eden Trabzon’un “ruhunu teslim etmemek” için son çırpınışlarını ruhsuzca seyrediyoruz. Şehrin çırpınışlarını ‘hayat belirtisi’ zannediyoruz.

Şehrimizin varlığını stadyuma mahkûm eden,

Şehrimizin sesini “stadyum nâraları”na mecbur eden,

Şehrimizin mekânlarını “beton sütunlar”la maktul eden,

bir zihniyetin hüküm sürdüğü şehrin mazisi ne olursa olsun, hâli ve akıbetinden endişe duyuyoruz.

Şehirden çıkarak köyümüzün içlerine doğru yol aldığımızda… “Henüz mülkî hüviyetini muhafaza eden herhangi bir köyü seyredince…” diyen Yahya Kemal’in objektifiyle kendi köyümü seyrettiğimde oranın da ‘hüviyetini kaybettiği’ni, bu hale sadece coğrafyanın direndiğini, ancak coğrafyanın da kendisine adeta hücum eden insan ordusuyla nasıl başa çıkabileceğini bilemiyorum.

Kısa bir şehir yazısına ‘aidiyet’le başlayıp ‘endişe’ ile bitirmek ne kadar hüzün verici.

Yazımızı Yahya Kemal’in İstanbul’a duyduğu “aşk”ı şehrimize uyarlayarak bitirelim:

“Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rü'yâda

Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.”

Şehrinize bakın ! Öyle mi dersiniz?

(Günebakış, 28 Eylül 2011)

19 Eylül 2011 Pazartesi

TRABZON SOLAKLI VADİSİ'NİN TERMİNATÖRÜ "HES"LER !

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

“Enerji açığı” HES’lere meşruiyet kazandırmanın tek gerekçesi olabilir mi? Bâkir vâdilerimizin kirletilmesi bu gerekçeyle izah edilebilir mi? Bu gerekçe, muhteşem vadilerin yeşil örtüsünü yırtarak, doğal organlarının yerine protezler takarak ondan yararlanmak gibi bir şeydir.

HES’lerden elde edilecek elektrik enerjisinin ülkemizin enerji ihtiyacının sadece % 2’sini karşılayacağı bilgisini aktararak ifade edelim ki; tabiatın tahribine gerek olmadan, rüzgar ve güneş enerjisinden yararlanmak için imkan ve potansiyel olmasına rağmen bu yönde niçin çaba gösterilmiyor? Yoksa ülkemizin en bakir, en muhteşem vadilerine, akarsularına musallat olan HES OPERASYONLARI, dünyamızı, çevremizi, atmosferimizi yok etmeyi hedefleyen, insanın “kendi helâkini hazırlayan” bir ceza mı?

Veya insanoğlu işlediği suçtan dolayı, sürekli tepeden aşağı yuvarlanan kayayı tekrar tekrar yukarı taşıma cezası verilen mitolojideki Sisyphos haline mi geliyor?

Kim bilir?

HES’ler ve HES iştahlıları, nerede bir su damlası görürse oraya doğru saldıran bilim-kurgu film yaratıklarını hatırlatıyor. Maslow’un meşhur sözünde olduğu gibi “Elinizde sahip olduğunuz tek şey çekiç ise, her şeyi çivi gibi görmeye başlarsınız.” Trabzon ve Rize başta olmak üzere nerede bir yeşil vadi ve akarsu görse, devletlû müteahhitlerimiz ellerindeki iş makinalarıyla, bu vadi ve akarsuları kendilerinin yaşamaları için “cansuyu” görüyor ve ‘kıyamet alameti’ gibi gürültüler çıkararak hücuma başlıyorlar.

Vadilere üşüşen HES RANTI yeni bir orta ölçekli sermayedarlar gurubunun gelir kapısı mıdır? Baksanıza, Solaklı vadisinde “Kutsal Trabzonspor”(!)’un bile HES İŞLETMESİ var. Onsuz olur mu? İsteyen ihale kovalayacak da, Trabzon’un “mukaddeslerinden” olan Trabzonspor bu ihaleden aslan payını almayacak mı? İlgili Bakanlık ve kurumlar onu da düşünmüşler tabii..

Suya pranga vurup, onu kendi yatağında hareket edemez bir mâhkum-tutuklu haline getirdiniz mi ne kadar da mutlu oluyorsunuz! Ondan kopardıklarınızla ürettiğiniz enerjiyi satarak kazandıklarınızı, kat kat fazlasıyla, gelecek nesillerin geri ödeyeceklerine dair bir endişeniz var mı?

Doğduğum coğrafya olan, kendi köyümün alt kısmında (Visir Deresi’nin Solaklı Deresi’ne karıştığı noktada) da hummalı bir HES inşaatı var. Of’tan Uzungöl (Şerah)’a kadar dere yatağında insanın atardamarını yırtar gibi HES’ler yapılıyor. Solaklı Deresi üzerindeki topoğrafyayı alt üst eden manzaralar gerçekten dehşet verici. Vadi yoluyla içerilere gidenlere de “tablo (!) gibi seyrettiriyorlar. Yılda birkaç kez gittiğim Solaklı Vadisi’ni bilen, oralı birisi olarak söyleyeyim ki: Şu anda vadinin yatağı bütünüyle değiştiriliyor. Tabii ekolojik yapı bozuluyor. İş makinalarının bir “terminatör” gibi daldığı Solaklı Deresi ve vadinin akıbeti ne olur bilmem. Elektrik enerjisi adına, ülkemizin en mükemmel havzalarından birisi bozulmaya, değiştirilmeye değer mi? HES’lerle dere yatağındaki suyun mecrası değiştirilirken, suyun sadece görünen akar tarafı değil, görünmeyen derin tarafıyla toprağı besleyen yapısı da imha ediliyor.

Orman ve Su İşleri Bakanı, -geçtiğimiz haftanın yazısında birkaç sözünü alıntıladığım- Trabzon İl Koordinasyon toplantısında varolan ve gelecek muhtemel tepkilere karşı hazırlıklı olarak şunları da ilave ediyor: “Karadeniz’de ise küresel iklim değişimi sebebiyle gelecekte yağışların yüzde 25 artacağını, anlık yağışların olabileceğini dikkate alırsak, HES’ler aynı zamanda nehri kontrol ettikleri için taşkın koruma için de büyük faydası var. Başlangıçta HES’leri yapan bazı firmalar vahşice çalıştı. Bu fazla değil ama örnek olarak gösterildiler. Bu firmalara gereken cezayı verdik, kapattık, ruhsatlarını iptal ettik. Şu anda firmalar daha çevreci. Bir ağaç keserse 5 ağaç dikmek için gayret ediyorlar.”

Bakan’ın bu sözleri, işi meşrulaştırma türünden, “kerameti kendinden menkul” cümleler. Kendi deyimiyle “vahşice çalışma” ya devam ediliyor. Bakanın bahsettiği firmaların çevreciliği bizim anlayabileceğimiz bir çevrecilik değil. Tıpkı Nasreddin Hoca’nın “minare, tersine çevrilmiş kuyudur” tarifi gibi bir çevrecilik.

Ülkemizde, şehrimizde çok şey değişiyor. Tabiata yapılan her müdahale, doğal yapıya vurulan her kazma çok şeyler götürüyor. Bitki ve hayvan varlığıyla canlı bir hayat yok ediyor. Bilinmeyen bir hayata koridor açıyorsunuz. Artık giden canlılar bir daha geri gelemeyecek, üreyemeyecekler.

İnsanları zorla yurtlarından çıkarmak, kovmak neyse, nehir yatağındaki canlıları kovmak da aynı… Hatta daha vahim. İnsanlar ‘yaşayabilecekleri’ yeni yerler bulabilirler ama yatağından kovduğunuz diğer canlıların yaşaması artık imkânsız.

Devletlûlar “İklim değişikliği”nden, “Atmosferin kirlenmesi”nden, vs. vs. bahsederlerken, bunların sadece ‘zihin konforu’ndan ibaret ‘resmî sempozyum söylemleri’ olduğunu kendileri de biliyor mu acaba? Çünkü, bir taraftan dünyamızın geleceğini tehdit eden şeylere karşı herkesi tedbir almaya çağıracaksınız, diğer taraftan doğal-canlı hayatın hüküm sürdüğü vadilere bir terminatör gibi gireceksiniz!

Karar verici irade, götürülenleri önemsemiyor, getirileri kutsallaştırıyor. Getirilerdeki tek hesap: Ekonomik. Solaklı Vadisi’ndeki HES’leri görünce Orman ve Su Bakanı’nın 3 E’sindeki “emniyet, ekonomi ve estetik” cümlesini de tebessümle hatırlıyoruz. Hangi emniyet, hangi estetik? Emniyet ve estetikten anladıkları Picasso’nun tablolarındaki tabiatı deforme edilmiş varlıklar ise buna sadece gülünür. Sayın Bakan 3 E yerine 3 T dese daha doğru olurdu: “Tahsisat, Tahribat, Trajedi.” Yâni, “para, yıkım ve dram”.

Orman ve Su İşleri Bakanı’nın konuşmasının devamındaki şu sözler ise işin gerçek maksadını netleştiriyor: “Biz enerjide yüzde 74 dışa bağımlıyız. Cari açığımızın tamamı bu enerji ithalatından kaynaklanıyor.” Cari açığı kapatmak için tek çıkar yol; ülkemizin akciğerleri olan Karadeniz vadilerini paramparça etmek! Ne kadar öğünseniz azdır!

Peki doğrusu nasıl olmalıydı? Onu bilemiyorum. Konunun bilirkişisi değilim. (Burada “bilmeyenler konuşuyor” şeklinde, hemen bir menfez açılabilir:) Bildiğim odur ki: siyasilerin ellerini yıkarken gösterdikleri dikkat ve hassasiyeti, tabiata müdahale konusunda göstermedikleridir.

Of’dan Çaykara’ya doğru yol alırken takip ettiğimiz Solaklı deresinin kıvrımlı su yatağına uyarak çağıldayıp akan hali, hep Fuzuli’nin Su Kasidesi’nde söylediği “Başını taştan taşa vurup gezer avare su….” mısrasını hatırlatırdı bana. Ancak bundan sonra Solaklı Deresi “şiir gibi akamayacak! Çünkü bugün, Of’dan karayoluyla Uzungöl’e kadar Solaklı Vadisi’ni takip ederek gittiğinizde rastladığınız trajik manzara şudur: Gövdesi parça parça kesilmiş, cansız bir kadavra şeklinde hareketsiz duran Solaklı Deresi’ni göreceksiniz. “Burada bir zamanlar çağlayarak akan Solaklı Deresi vardı” deseniz kimse inanmayacak!

Tabiat, insana emanet edilmiş en önemli varlıktır. Tabiat, emanete ihanet edenden, kendisini bozanlardan intikam alır. Hem de korkunç bir şekilde. Tsunami örneğinde olduğu gibi. Kıyıları işgal edip, yerleşim yeri haline getirirseniz, nüfusu oralara yığarsanız, tabiat bir gün kendinden alınanın intikamını, bedelini size ödetir.

Bakalım diğer vadilerle birlikte Solaklı Vadisi de kendisini tahrip edenlerden, yatağını, iklimini, kimliğini değiştirenlerden nasıl intikam alacak? Bu intikamın bedelini hangi günahsız, masum nesiller ödeyecek? O zaman HES’lerin hesabını kim soracak? Beledi kim ödeyecek?

Elde edilecek kârların bir gün “kâbus” olarak geri dönmesi ihtimali yok mudur?

Bunlar düşünülüyor mu? Hiç zannetmiyorum. Bu yazdıklarımızı kimileri, büyük ihtimalle (tesadüfen bir ilgili okuyacak olursa) “duygu sömürüsü” olarak niteleyecektir. Kimileri de Çevre bilinci mücadelesi verenlere Brezilya’nın Amazon ormanlarında yeni keşfedilmiş son kabile muamelesi yapacaktır.

Bir şeye taraf olmak kadar muhalif olmanın da meşru bir zemini olabileceğini, insanî tepki verilebileceğini “devletlûlar” düşünebilirler mi acaba?

Yapmaya mezun değilken yaptıklarınızın da bir gün hesabını vereceğinizin idrakinde misiniz?

Bugün Of ve Çaykara’da yaşı 80’in üzerinde olan yaşlılara doğum tarihini sorduğunuzda 1929 yılındaki büyük felâkete gönderme yaparak, “Seller senesinde doğdum” veya “Seller senesinde iki yaşında idim” şeklinde cevaplar verdiklerini görürsünüz. Korkarım ki; yarım yüzyıl sonra aynı soruyu bölge insanına sorduğunuzda “HES’ler senesinde doğdum” veya “HES’ler senesinde beş yaşında idim” şeklinde “trajik” bir tarih düşeceklerdir.

Yaklaşık yetmiş yıldır Solaklı Vadisi’nin köylerinde söylenen şu türkü sanki Solaklı Deresi’nin yaşadığı trajediyi anlatır:

“Dere akayi dere
O da nafile yere
Bağladiler başumi
İstemeduğum yere.”

(Günebakış, 21 Eylül 2011)

13 Eylül 2011 Salı

TRABZON SOLAKLI VADİSİ'NDEKİ "HES TRAJEDİSİ"...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

“Çevre idraki”, insanın kendisini var etme biçimini besleyen temel idrak alanlarından birisidir. İnsan’a “emanet edilen” yeryüzünü maddi ve manevi olarak âbâd etmek, emaneti sahibine iade edene kadar varoluşunu anlamlı kılacak bir ‘görev’ olarak ona verilmiştir. İlk insandan itibaren insanoğlu bu emaneti ihyâ veya imhâ yolunda uğraşıp duruyor. İnsanın bu idrakine bağlı olarak yaşadığı çevrenin doğal yapısına müdahalesi de bu iki temel yönde gelişiyor. “Çevre idraki” çağrıştırdıklarıyla sadece doğal çevreyle sınırlı değil, onu aşmış, onun ötesinde ‘ontolojik bir idrak’tir.

Orman ve Su İşleri Bakanı’nın Trabzon’lu Çevre ve Şehircilik Bakanı ile birlikte 16 Ağustos’ta Trabzon’da HES’lerle ilgili yaptığı açıklamadan yola çıkarak, çevre ve geleceğimize ilişkin düşüncelerimi ifade etmek istiyorum. Bakan/Bakanların aşağıdaki sözleri “şecaat arzederken sirkatin söyler” türünden, “asalım, mahkemesini sonra görürüz” niteliğindeydi. Jakoben bir “mühendis kafası”nın ürünü bu beyanları, gecikmiş olmakla birlikte biraz irdeleyelim. Çünkü açıklama, Ülkemizin en güzel yerlerinden Trabzon “Solaklı” Vadisi’yle ilgiliydi.

Orman ve Su İşleri Bakanı, Trabzon İl Koordinasyon toplantısında şunları söylüyor: “Solaklı Vadisi ile ilgili örnek çalışma var. Onu sunacağız önce. Solaklı Vadisi'ni niye seçtik. HES’lere karşı kamuoyunda bir tepki var. Bunun pek çoğu yersiz aslında ama biz de bu konuda HES’lerden önce bir vadinin durumu neydi, HES’lerden sonra bunu göstermek için böyle bir örnek vadi seçelim dedik. Biri Solaklı Trabzon'da, diğeri ise İyidere Vadisi. Vatandaşlar bu iki vadideki ekolojik muhteşem çalışmaları görünce diğerlerinin de böyle olmasını isteyecektir. HES’lerin asla çevreyi tahrip etmediğini, çevrenin bu şekilde daha muhteşem bir dönüşümle mesirelik alan kullanımına, hatta turizme açılabileceğini de göstermiş olacağız. Vadileri o şehir için hayat kaynağı şeklinde düşünüyoruz. Bizim ‘üç E’ prensibimiz vardı. Emniyet, ekonomi ve estetik. Estetik daha önce son plana atılıyordu, hatta dikkate bile alınmıyordu. Bundan sonra birinci plana alınacak dedik.”

Çevre ve Su İşleri Bakanı açıklamasında “kamuoyundaki tepkilerin çoğu yersiz” derken, aslında tepkilerin haklılığını da kabul ediyor.

Bizim gördüğümüz Solaklı Vadisi ile “Sayın Bakan”ın gördüğü Solaklı Vadisi aynı değil. Sayın bakan herhalde kendisine sunulan ‘Solaklı simülasyonu’nu gerçek zannediyor. Çalışma yapmak, daha doğrusu tahribat yapmak için örnek vadi olarak da Trabzon Solaklı Vadi’sini seçtiklerini öğünerek söylüyor. Yanındaki Trabzon’lu Çevre ve Şehircilik Bakanı da herhalde açıklamalardan mutlu oluyordur. O da söze katılarak beylik bir laf ediyor: “Bizim insan olarak hayatta kalabilmemiz için damarlarımızda kan dolaşmadan olmaz, enerji de bir ülkenin bağımsızlığı için, gelişmesi için, ayakta kalabilmesi için en temel faktördür.”

Kamuoyundaki marjinal grupların tepkilerini bir yana bırakırsak, Hükümet ve ilgili bakanlar da “acaba bu tepkiler niçin?” diye kendilerine sorarlar mı bilmem. Herhalde sormuyorlardır. Çünkü, “iktidar zehirlenmesi”nin verdiği etkiyle böyle bir soruyu kendilerine sorabileceklerini zannetmiyorum.

Bir olay karşısında verilen “ilk tepki”ler önemlidir. Hele de bir vadinin doğal kimliğine yönelik bir müdahaleye verilecek tepkilerde haklılık payı oldukça fazladır. “Nehirlerimiz boşa akıyor, suyumuz boş yere denize dökülüyor. Bunu ekonomik değere dönüştürmeliyiz” mantığıyla girişilen HES SEFERBERLİĞİ, rant iştahına dönüşüyor.

Öncelikle Doğu Karadeniz’in vadilerindeki akarsular olmak üzere ülkemizin neresinde bir akarsu yatağı varsa, HES (Hidroelektrik santral) yapımı için devlet ve müteahhit seferberliği devam ediyor.

HES’lerin öncelikle flora ve faunanın bozulması, hayvan ve bitkilere verdiği zararın yanında çevrede yaşayan köylere, insanlara vereceği zarar konusunda hiç araştırma yapılmış mıdır? ÇED (Çevresel etki değerlendirmesi) raporları hazırlanırken çevresel etkileri nasıl araştırılıyor? Sadece isimden ve şekilden ibaret bir kavram. ÇED’ler sadece mühendislerin işi midir? Bölgeyle ilgili sosyolojik, psikolojik, antropolojik değerlendirmeler yapılıyor mu? Hiç zannetmiyorum.

Bu yazıyı yazdığım sırada, “Kamulaştırma Kanunu”ndaki boşluktan yararlanılarak savaş hali, afet, vb. durumlarda söz konusu edilecek “acele işlerde el koyma” maddesine istinaden “bir damla suyu bir külçe altın” gören zihniyetçe bölge insanına yönelik hiçbir detaylı bilgilendirme yapılmadan ve rızası alınmadan, iştihanın mevzuatı deldiğini öğrendim.

Bir ilginç durum daha… Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlı “Çevre Yönetimi Genel Müdürlüğü, Çevresel Etki Değerlendirmesi, İzin ve Denetim Genel Müdürlüğü, Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü”; Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na bağlı “Çölleşme ve Erozyonla Mücadele Genel Müdürlüğü, Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü, Su Yönetimi Genel Müdürlüğü” gibi ismi “muhteşem(!)” ancak isminin cismine delâlet edip etmediği meçhul, isimleri fonksiyonlarını aşmış genel müdürlükler ne yaparlar bilemem. Büyük ihtimalle onlar da “masa başında yeni mevzuatlar, genelgeler hazırlamakla” meşgullerdir(!) veya bizim gibi onlar da durumdan şikayetçidirler.

İklim değişikliği, ozon tabakasının delinmesi, küresel kirlenme, kimyasal atıkların tehdidi, gıda kaynaklarının gayrisıhhiliği, vb. gibi nedenlerle insan ve tüm canlı neslinin geleceğine ilişkin endişelerin arttığı bir dünyada Doğu Karadeniz, sahip olduğu coğrafya avantajıyla, flora ve faunasıyla geleceğin “yaşanabilir” bölgelerinden biri olmasına rağmen; başta HES’ler olmak üzere benzeri kontrolsüz-denetimsiz ‘yatırım işgalleri’yle yaşanamaz hale gelmektedir. Akrebin çaresizlik içinde “kendi kendisini sokması”ndan daha vahim bir durumdur.

HES’lerle kısmen ve tedricen başlayan flora ve fauna değişikliği giderek iklim değişikliğini, iklim değişikliği de farklı bir florayı ve faunayı beraberinde getirecektir. HES inşaatlarında tabiata vurulan her kepçenin geleceğimize vurulan baltalar olduğunu söylemekte yanılıyor muyuz?

HES’ler tespit edilir ve izin verilirken şekil şartları ve teknik şartnameye uygunluğun ötesinde bir değerlendirmenin yapılmadığını düşünüyorum. HES’lerin ekonomik getirisi düşünülüyor da uzun vadeli “ekonomik götürü”sü düşünülüyor mu? Örneğin 50 yıl sonra bölgede şu an ekonomik değeri olan Çay, fındık gibi mahsuller, mısır, fasülye gibi henüz ‘genetiği değiştirilmemiş’ organik ürünlerin soyunun kuruyacağı, gelecekte yok olabileceği düşünülüyor mu?

15 ve 16. yüzyıl Trabzon Tahrir defterlerini bu yönde incelediğimizde, tabiata hiçbir müdahalenin olmadığı bu yüzyıllardan günümüze 400 yıl geçmesine rağmen bitki örtüsünün nasıl değiştiğini hayretle görebiliyoruz. Bazı örnekler verelim: 1486, 1553, 1583 tarihli Trabzon Tahrir Defterlerinde vergiye konu olan zirai mahsullerden bazıları şunlardı: Öşr-i Kapluca (Kabuklu Buğday), Öşr-i Hınta (Buğday) Öşr-i Bostan (Kavun, karpuz, kabak..), Resm-i Kevvare (nohut, mercimek, bakla), Resm-i harîr (ipek. İpek kozasından alınan vergi), Öşr-i duhne (Darı).

4 yüzyıl önce ekonomik değeri ve vergiye konu olan bu mahsullerden bugün kimsenin haberi yok. Hatta “yetişmesi mümkün değil” deniliyor. Çok değil, birkaç nesil sonra da bölgemizin/vadimizin yeni kimyasal canlılarla/bitki mi hayvan mı olduğu anlaşılamayan ne idüğü belirsiz yaratıklarla dolmayacağını kim söyleyebilir?

Bugün yaşı 70’in üzerinde olan bölge insanlarıyla konuştuğunuzda, kestane, kiraz, ceviz ve bazı önemli bitkilerin kuruduğu, yerlerini ise kızılağaç, çam ve benzeri ağaçların istilâ ettiğinden şikayet etmektedirler.

Elli yıl öncesine kadar Solaklı Vadisi’nin bütün köylerindeki küçük dereler üzerinde (bugün yalnızlığı yaşayan) o güzelim “su değirmenleri” tarihe karıştı. Yerine Solaklı’da küstahça boy gösteren, “buranın tek hakimi benim” diyen HES’ler boy gösterdi.

Nostalji peşinde değiliz. Trajediye kapı aralayan muhtemel gelişmelere işaret ediyoruz.

Yazımızı bir soru ile bitirelim: Solaklı Vadisi’nde HES’lerin yok ettiği hayatların hesabını kim verecek?

HES trajedisine haftaya devam edeceğiz.

(Günebakış, 14 Eylül 2011)

5 Eylül 2011 Pazartesi

ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANI’NA “OKUMA KILAVUZU V ” -Şehir ve Konut Üzerine Düşünceler-

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com


Tarihî kültürümüzde “eserde müessiri” görmekle “müessirden esere” gitmek gibi iki temel usûlden haberdar olanlar bilirler ki; konu “bizim şehrimiz ve mimarîmiz” olduğunda hangisinden hareket ederseniz edin yolunuz, “hayatını eser, eserini hayat” haline getirmiş olan muhakkik mimar Turgut Cansever’e çıkar. Büyük bir medeniyet birikimini şehir ve mimarî prizmasıyla süzen ve günümüze aksettiren muhakkik mimarımızın modern zamanlar ve geleceğin şehirleri için yaptıkları-söyledikleri ne yazık ki bugüne kadar karşılığını bulamamıştır.

Üstad Necip Fazıl’ın şu sözleri şehircilik davamızda Turgut Cansever için de geçerli. Diyor ki Üstad: “Ben bu davayı eğer Avrupa’da, Amerika’da, Afrika’da, hattâ kutuplarda müdafaa etmiş olsaydım belki bir anlayış istidadı, bir ‘acaba?’ merakı olsun bulabilirdim. Burada ise, her şeyin anlaşılmış olduğunu zannetmenin, sadece kabuktan ibaret kalmanın ve böylece her türlü nefs muhasebesinden mahrumluğun düzelmez akameti vardır.”

Biz de diyoruz ki; “Eğer Turgut Cansever şehir ve mimarî davasını Türkiye’nin dışında dünyanın herhangi bir yerinde müdafaa etseydi, mutlaka ‘ekol’ olacak ve modern zamanlarda orijinal bir çığır açacaktı.”

Derin bir düşünce, hissediş ve seziş sahibi olan Cansever’i hayattayken anlayamadık diyelim. Ancak, eser sahibi olanların ‘öldükten sonra da yaşadıkları’nı düşündüğümüzde, onun eserlerine niçin bakılmadığını, niçin görülmediğini anlamakta güçlük çekiyoruz.

Bunun sebebi: “Cansever gerçekliği”ni idrak yetersizliği mi dersiniz? Evet, tam da bu. Ancak bu bir mazeret olamaz. Çünkü Cansever o kadar zemine iniyor ki, karşımızda o kadar ‘bizim dilimizle konuşuyor, meselesini öyle yoğurup rafine hale getiriyor ki; yerel yöneticilerin, şehir plancılarının, imarla görevli teknik kadroların ‘anlayış seviyeleri’ne, onların idrak düzeylerine bile hitap edebiliyor. Ama gene de anlaşılmıyor. Problem Cansever ve eserleri değil, muhataplarının zihin yapılarının idrake kapalı olması, algılamaya müsait olmaması.

Tekrar vurgu yapalım ki; bu konuda en büyük vebal yerel yönetimler ve siyasî iktidarların… ‘Şehir derdi’ olmayan veya başka dertleriyle paralellik arz etmeyen yerel yöneticiler ve siyasî iktidarların ilgili bakanları için şehir, mimari, imar, bayındırlık ‘günü kurtaracak’ birtakım bürokratik ve teknik mevzuatın ötesinde bir şey ifade etmiyor.

Ülkemizin neredeyse yarım yüzyıldır yerli olduklarını iddia eden iktidarlarca yönetildiği düşünüldüğünde, özellikle de tek parti iktidarının sürdüğü son 9 yılda (2002-2011) çevre şehir ve mimarî anlayışımızda Cansever’in ikazları, feryatları duyulmamış, dev eserleri maalesef görülmemiştir. 2009 yılında vefat eden Cansever’den 7 yıl boyunca iktidar veya yerel yönetimlerce hangi proje kendisinden istenmiştir? Sadece bir tane. Ki o da bir Büyükşehir Belediye Başkanı ve ekibinin “idrak yetersizliği” veya “rant kaygıları” yüzünden akîm kalmıştır.

Üç kez Uluslararası Ağa Han Mimarlık Ödülü almış ülkemizin tek mimarı olan Cansever suyun ‘öte yaka’sınca fark edilmiştir. ‘Bu yaka’da ise 2005’de Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca ‘Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne, 2007’de TBMM Üstün Hizmet Ödülü’ne, 2008’de de Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne lâyık görülen rahmetli Cansever’e “NİÇİN BU ÖDÜLLERİ VERDİKLERİ”nden verenlerin haberi var mıdır bilemiyorum? Sadece yapaylaşan ödül geleneğine bir halka daha eklenmiş oldu, o kadar. Verenlerce, “niçin ödül?” sorusunun bugüne ve geleceğe dair cevabı olsaydı, kendisi hayattayken ülkemizin şehircilikte tarihsel bir dönüşümü hazırlamasını istemelerine ‘koşarak’ cevap vereceğinden şüphemiz yoktur. Ancak ne hazîndir ki, bizde ilgililer-yetkililerin, alanlarında muhakkikleşmiş büyük insanları ‘ontolojik bir ihtiyaç’ olarak görme melekesi kaybolmuş, yok olmuştur.

Bir değeri tanımak ve takdir etmek o değeri yaşatmakla, hayata katmakla olur. Bilenleri tenzih ederek söylüyoruz ki; kadri “seng-i musalla”da da bilinmeyen büyükler vardır. Rahmetli Cansever de kadri seng-i musalla’da dahi bilinmeyen ‘büyüklerden’… Varsın bilinmesin. “Bu da ilâhi bir tecelli herhalde” demekten başka bir şey gelmiyor elimizden…

Peki, bundan sonra? Bazen zemin ıslahı yapıldığında ilâhî tecelliler birdenbire ortaya çıkar. Cansever’in eserleri için de imkânlar âleminde böyle bir ihtimal var mı dersiniz?

Önceki yazılarımızda bazı kitaplarını ilgililerin (öncelikle Çevre ve Şehircilik Bakanı ve Bakanlığı’nın) fark etmelerini sağlamak için her biri için ayrı ayrı kaleme aldığımız “Okuma Kılavuzu”nun bu son bölümünde rahmetli mütefekkir-muhakkik mimar Turgut Cansever’in “Şehir ve Konut Üzerine Düşünceler” isimli kitabını söz konusu ediyoruz. Cansever’in bu kitabı, 1996 yılında İstanbul’da gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Konferansı (United Nations Conference on Human Settlements) Habitat II için hazırlanan “Türkiye Raporu”dur. Bu rapor-kitap, Cansever’in yayınlanmış diğer eserlerinin özeti mahiyetinde ve bir “yol gösterici kılavuz kitap” niteliğindedir.

Altı bölümlük bu “okuma kılavuzu” her ne kadar “Çevre ve Şehircilik Bakanına” yazılmış ise de, daha da önemlisi tüm yerel yöneticilere (Belediye Başkanları, Vali, Odalar, vs.) yönelik bir kılavuzdur. Çünkü Cansever’in kılavuzluğunda çıkılacak şehir ve mimarî yolculuğunun bizi salîm, sakîn ve sahih bir şehre çıkaracağından şüphemiz yoktur.

Bu tespitlerimizden sonra gelelim kitabın konu başlıklarına…

“Sorunlar ve Yöntem
Türkiye Konut ve Şehirleşme Sorunları
Süreç: Katılımcılar
Geleceğin Sorunları ve Yapılması Gereken İşler
(Öncelikli Konu I Konut üretimi için tercihler. Öncelikli Konu II Ülke yerleşme sisteminin kurulması, Öncelikli Konu III Ülke yerleşme sistemi, Öncelikli Konu IV Şehirleşme ve konutta israf, Öncelikli Konu V Şehir ve çevre, Öncelikli Konu VI Kaynakların doğru kullanımı, Öncelikli Konu VII Toplumsal hayat ve işsizlik, Öncelikli Konu VIII Sürdürülebilir gelişme, Öncelikli Konu IX Tarihi mimarlık mirası, Öncelikli Konu X Konut güvenliği, Öncelikli Konu XI Çevre ve sağlıklı şehir, Öncelikli Konu XII Güzel bir dünya inşa etmek, Öncelikli Konu XIII Kentsel rantın dağılımı, Öncelikli Konu XIV Adaletin Tesisi, Ek: 1 Türk ailesinin yaşadığı mekanlara/konutlara ilişkin eğilimler, Eylem Programı)

Cansever, rapor-kitabının başında “Derin ve köklü değişmelerin yaşandığı ülkemizde, konut, şehirleşme ve çevre sorunlarının oluşumundaki olumlu ve olumsuz sonuçları ve gelişmeyi şekillendiren etkenleri belirleyecek tarihçenin, varılan noktayı ve en önemli değişmelerin cereyan ettiği dönemleri (evveli ve sonrasıyla) anlatır tarzda ele alınması zorunludur. Keza bu önemli değişmeleri kapsamayan bir tarihçenin yanıltıcı sonuçlar vereceği de aşikardır.” tespitinde bulunarak, “şehir ve konut” meselesinin hayatî bir davâ olduğuna şöyle dikkat çekiyor:

“Maddî varlık alanında, teknolojide sosyal-ekonomik veya psişik-kültürel varlık alanlarında-cereyan eden bir olayı, yalnızca, teknik veya sosyal bakış açılarıyla anlamak gibi bir yanılgıya düşmeden, bütüncül tahlil, tesbit ve değerlendirmeler ile yeni yaklaşımların uygulanması konut-şehir gibi varlığın bütün alanlarını kapsayan konularda başarılı çözümlere ulaşmak için kaçınılmaz bir zarurettir.”

Cansever, ülkemizdeki şehirciliğin yakın tarihine ise şöyle vurgu yapıyor: “Şehirleşmenin yalnızca ekonomik politikaların yansıması ile şekillenmediği, fikri ve ideolojik yönelişler; doğrudan veya müesseseleşme ile toplum telakkisi vb. pek çok ideolojik ve yapı ve etkenlerin, dolaylı katılımı ile oluştuğu bilinmektedir. Mesela ülkemizde Batılılaşma, Batılılar gibi yaşama biçimi, düzen ve kalıcı olma gibi kavramların ve bunlara göre hazırlanıp şekillendirilen imajların, şehirlerimizin oluşumundaki etkileri açıkça bilinmektedir. Toplumsal idarî yapının, otorite ve halk ilişkisinin, halkın insan olarak katılım hakkının; vücuda getirilen yapıların, şekillerin kalıcı veya değişmeye açık olması ile ilgili tercihlerin, konut ve şehirde oluşumu nasıl etkiledikleri ülkemizin yaşadığı değişmelerde açıkça görülmekte ve bilinmektedir. Keza, Osmanlı idare sisteminde, mahallenin kendi kendisini idare etmesine ve bunun gerektirdiği bütün malî ve hukuki vecibeleri üstlenmesine karşılık, her kararın merkezî otorite tarafından oluşmasını öngören 1928 sonrası şehir idaremizin etkisi ile ortaya çıkan sonuçların karşılaştırılmaları; katılım, süreklilik, adalet üzere ve insanların yapabilir olmalarını amaçlayan ve mahalli değerlerimizin tam bir devamı olan evrensel tercihlerle kıyaslanması kısacası bu tarihin de değerlendirilmesi bir zarurettir.”

Cansever, müthiş sorgulamaları arasında modernizm kompleksi ve saplantılarına da açıklık getiriyor:

“Modernizmi doğru tanımlamak lâzım. Modernizm, New York’ta başka, Paris’te başka, İstanbul’da başka şekildedir. Fransa ve Almanya’da modernizm, bu ülke kültürlerine hakim olan Hıristiyan etkileriyle 19. asır tutarsızlıklarının yok edilme çabasıdır. Türkiye’de ise modernizm, mimari alanında birçok temel ilkesini işlemez hale getirmiştir… Her şeyimizi tahrip edip kendimizi maymun düzeyine yerleştirmek bizim için modernizmdir…”

Turgut Cansever, HABİTAT II’ye sunduğu rapor-kitabın amacını özetliyor ve ülkemizin şehir ve konut sorununa ilişkin önemli bir teklif sunuyor. Günümüzün “ilgilileri”ne çap ve idrak kalıplarının yetersizliğinden “olur mu bu da yaa?” dedirtse de, TOKİ zihniyetinin algılaması zor olsa da Cansever “yapabiliriz!” güveni içinde konuşuyor:

“Bu rapor, birleşmiş Milletler Teşkilatınca öngörüldüğü şekilde ülke raporunda toplumumuzun bütün kesimlerinin katılımını sağlamak amacı ile kaleme alınmış ve yayınlanmış bulunmaktadır…

Türk halkının % 92 kadarı ABD’de, Japonya’da, Almanya’da, İngiltere’de, eski Türk şehirlerinde olduğu gibi bahçesi bulunan evlerde yaşamak isterken, bir avuç teknokrat Türk halkını apartmanlarda yaşamaya mahkûm etmektedir. Konut üretimi ve işletmesinde, yatırım ve işletme masraflarının ekonomik gelişmeyi önleyen israf düzeyine gelmesinden doğacak sorunlarda halkımızın ve ülkemizin uzman ve yapımcılarının bu katılımı ile çözümlenebilecek, ayrıca ülkemiz bu çok önemli uluslar arası platformda 50 yıl evvel geçersizliği kesinleşmiş yaklaşımlar ile temsil edilmenin utancından da kurtulmuş olacak ve çağdaşlığın onurunu yaşayabilecektir.”

Ne TOKİ’nin, ne ilgili Bakanlığın ne de “şehir ve konut” sorununda “evsizlere ödeyebilecekleri şartlarda koğuşlar-tabutlar inşa etmek”ten başka derdi olmayan iktidarların pek anlayamayacağı bu sözler, zamanı gelmiş çevre, şehircilik ve mimarî fikrini idrak edecek muhataplarını beklemektedir.

Temel tespitleriyle, sorunlar ve çözüm önerilerini yer, zaman, imkan, malzeme ve takvime bağlayıp bunları da tanımlayan Cansever’in bu rapor-kitabı “şehir ve konut üzerine”manifesto niteliğindedir.

Sözün burasında Çevre ve Şehircilik Bakanı’na kabine arkadaşı Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun 2003 yılında İstanbul’un fethinin 550. yıldönümü münasebetiyle gerçekleştirilen “1453’ten 2053’e İstanbul: Şehir ve Medeniyet” sempozyumuna sunduğu “Fetih ve Medeniyet” başlıklı tebliğden önemli bir paragrafı hatırlatalım. Sanki konuşan geleceğin Dışişleri Bakanı değil de “Şehircilik bakanı”. Davutoğlu, “Medeniyet mi önce doğmuştur, yoksa şehir mi? Şehir mi medeniyeti şekillendirmiştir, medeniyet mi şehirleri ortaya çıkarmıştır?” tartışmalarından bahsediyor ve “eksen şehir” kavramını ortaya atarak şehircilikle ilgili önemli ve dikkat çekici tespitlerde bulunuyor: “Eğer bir ‘eksen şehir’ varsa, bu şehirler tarihte nasıl seyrediyorlar? Mesela, Yunan medeniyetinin eksen şehri olarak Atina, Karadeniz’deki ya da Akdeniz’deki kolonilere kendini nasıl yansıtabilmiştir? Takip eden dönemdeki şehir ve medeniyet ilişkisi bakımından en önemli örneklerden bir tanesi de Büyük İskender’in, fütuhatının ulaştığı hemen her yere, kendi ismini taşıyan bir şehir kurmuş olmasıdır: İskenderun, İskenderiye, Kandehar. Bu şehirler Büyük İskender’in ait olduğu Helenistik medeniyet telakkisini aktaran istasyonlar olarak işlev üstlenmişler. Ardından Roma, her yolun kendisine çıktığı bir düzenin merkezi haline geldi. Marcus Aurelius’tan sonra medeniyet yeni yollar aramaya başladı. Modern dönemlerde Londra ve New York bu arayış neticesinde ortaya çıkan yeni şehirlerdir.

İslam medeniyeti açısından da durum böyledir. Lineer tarih bağlamında, genellikle, 1258’de Bağdat’ın düşüşü öne çıkarılarak İslâm medeniyetinin bir çöküş içerisinde olduğu iddia edilir. Ancak bundan yaklaşık 50 yıl evvel Müslümanların, tarihin en kadim medeniyet merkezlerinden biri olan Delhi’yi fethettikleri gerçeği görmezden gelinir. Sanki gizli bir el, Medine’nin ruhunu bir başka yere taşımaktadır…”

Bu kadar alıntıyla iktifa ederek, adeta Cansever’in muakkibi: takipçisi olan Davutoğlu’nun bu önemli tebliğinin bütününü ve tebliğin sonundaki “tarihî derinliği tekrar keşfeder ve coğrafî derinliği bu anlamda kendimize eklemlersek bizim eksenimizde yepyeni şehirler oluşur ve o şehirleri özne haline getirebiliriz” tavsiyesini Çevre ve Şehircilik Bakanı ve bakanlık ilgililerine ‘okuma notu’ olarak derkenar düşelim.

Gerçekleşmesi belki zor bir öneri ama gene de biz, “Çevre ve Şehircilik Bakanı”nda mevcut Dışişleri Bakanı’ndaki “şehir ve medeniyet” derinliği ve idrakinin olmasını ve bunu bakanlığına yansıtmasını tavsiye ediyoruz.

Cansever’in rapor-kitabında her konu başlığını “Öncelikli Konu” olarak ele aldığına vurgu yaparak, şehirleşme ve konutta israf bölümünden bir paragraf alalım: “Ülkemizde son bir asırdır konut ve şehir inşa alanında tam bir israf hakim olmuş, şehirlerimiz kısmen harabeye, kısmen de düzensizlik ve kargaşa cehennemine dönmüş; halkımız ya gayri sıhhî gecekondularda ve evlerde veya lüks, fakat gayri insanî konut silolarında yaşamaya mahkûm edilmiştir. Ülkemizin sahip olduğu teknik gücün konut silosu diyebileceğimiz apartmanların tasarım ve inşasında israf edilmesi, bütün halk kesimlerine hizmet götürmeyi imkânsızlaştırmış, bu durum gecekondu ve sefalet mahallerinin oluşmasında önemli bir faktör olmuştur.”

“Yık-yoğunlaştır-yap’ yanılgısı” ara başlığıyla da “Şehir planlamasında ‘yok-yoğunlaştır-yap’ yanılgısı, arsa spekülasyonunun ve spekülatif baskının oluşmasına yol açmış; gecekondu dahil şehirleri birer cehennem haline dönüştüren etkenlerin gün yüzüne çıkmasına kapı aralamıştır.

Büyük insan kitleleri ülkenin çeşitli yerlerinden ve özellikle kırsal alanlardan büyük şehirlerimize yığılırken, şehirlerin geleceğini belirleyecek plânlar, tarihî şehirlerimizi yıkıp aynı alanda konut yoğunluğunu artırarak şehir toprağının değerinin artmasına zemin hazırlamış, spekülatif kazanç düşkünlerinin körüklediği kazanç hırsı ile hareket eden kitlelerin de baskısı ile her gün biraz daha bozularak varlığını sürdürmüştür. Her safhada spekülasyon ve gayr-i meşru uygulamalar artarak devam etmiştir. “

Her satırı şehirlerimizin varlığı için “hayatî” nitelikteki tespit, teklif ve teknikte olan Cansever’in “şehir ve konut üzerine düşünceleri”ni ilgililerin adeta “hıfzetmesi” gerekiyor.

Güya şehirlerimize tarihî bir ton verme gayretiyle, Başbakan’ın “Ankara için Çılgın Projeler”i içerisinde “Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından Kızılay'daki binalar Selçuklu mimarisine uygun şekilde yeniden dizayn edilecek” mantığı ne tarihî şehir ve mimarimiz ne de modern zamanlar şehrine ilişkin hiçbir fikrin olmadığına işaret ediyor. Eğer bir fikirleri olsaydı, Cansever’in akamete uğrayan “Ankara Ballıkuyumcu evleri projesi”ni sonuçlandırırlardı. Ayrıca, Selçuklu ve Osmanlı örneklerini bir genetik ruh olarak ele almak yerine, ortada günümüze taşınacak hiçbir ‘prototip’i kalmamış “Selçuklu evi”nden bahsetmek abesle iştigaldir. Bu konuda da tek kılavuz gene rahmetli Cansever’dir.

Cansever’in rapor-kitabından bazı cümleleri daha aktaralım:

• Geleceğe yönelik her geçerli çözümün arkasında derin bir tarih bilinci yer alır.
• Her nesil, kendi döneminde üretebileceği en iyi mimariyi, en yaygın bir şekilde gerçekleştirmek ile mükelleftir.
• Yeni şehirler kurularak mevcut şehirler üzerindeki baskıya son vermek,
• Toplumların kalıcı değerlerine tekabül eden yapıların daha uzun ömürlü olacak şekilde inşa edilmesi.

“Habitat II” konferansı için kendisiyle yapılan bir söyleşide “ne yapılmalı?” sorusuna şu cevabı veriyor Cansever: “Eğer bugün mevcut şehirlerimizi büyütürsek, onları birer İstanbul haline getirmek, İstanbul’u bugün olduğundan kat kat büyük ve dolayısıyla kat kat yaşanmaz bir duruma getirmek, İstanbul’un gayri iktisadiliklerini, irrasyonalitesini bütün Türk şehirlerine teşmil etmek, birinci sınıf tarım topraklarını yok etmenin ötesinde ikinci ve üçüncü sınıf tarım toprakları halkalarını da yok edecek yanlışları devam ettirmek Türkiye’de tam bir felaket olacaktır.” Öneri olarak da şunları söylüyor: “…Yaşanılamayacak kadar korkunç bir şehirleşmenin devam etmesini durdurabilmek için şehirleşecek yeni nüfusu yeni şehirlere yerleştirmek mecburiyetindedir. Bu Türkiye için müthiş bir fırsattır. Çünkü yeni şehirlere yerleştirildiği takdirde bugünkü şehirlerde spekülasyon ve kar transferi için planlama ve uygulama kararlarını etkileyen güçlerin olumsuz etkileri yeni şehirlerde bertaraf edilmiş olacaktır…” 500 bin konut söyleminde Cansever’in 1996’da yâni 15 yıl önceki bu uyarıları maalesef dikkate alınmamış, söyledikleri vahim gerçekler olarak yıllar sonra tezahür etmiştir.

“Çevre ve Şehircilik Bakanı’na okuma kılavuzu”nu burada bitiriyoruz. Amacımız sadece “Bakanlık isminin değişmesi”nden başka bir değişime, kök telâkkiye imkân vereceğini zannetmediğimiz “değişikliğin” batıdan ‘kopya’ bir transferden ibaret olduğu endişelerimizi bu sınırlı satırlarda ortaya koymaktır.

Diğer taraftan… Türkiye’nin geçmiş 9 yıllık ve önümüzdeki dört yıllık döneminde şehirciliği tarihsel bir dava ve iddia haline getirmesinin tek yolu; yapılanlardan ‘nâdim:pişman’ olup, Mütefekkir-muhakkik Mimar rahmetli Turgut Cansever’e kulak vermesi ve onun kılavuzluğunda yeni bir yol haritasıyla yoluna devam etmesidir.

“Mumun dibine ışık vermediği”ni yeniden test etmek istemiyoruz.

Geç mi kalınmıştır? Evet… Çevre ve Şehircilikte ‘yürüyen tarih ve tefekkür’ ayağınıza gelmişken, onu görmemek, onu fark etmemek olsa olsa ‘şark’a mahsus bir vurdumduymazlık olabilir. Rahmetli Turgut Cansever’in öldükten sonra da yaşayan kitap-eser’leri halâ önümüzü aydınlatabilecek kandiller-projektörler olarak karşımızda duruyor.

İş görecek gözde, karar verecek iradede, uygulayacak kadroda…

Başka ne diyelim?

Misyonunu ve yaptıklarını “81 il, 800 ilçe, 2079 şantiyede 511 bin 529 konut. Bu rakam 100 bini aşkın 20 şehir demektir” diyerek ilân eden devlet müteahhidi TOKİ’nin yeni bir ‘toplu yaşama mekânı’ modeli ortaya koyamadığına, yâni bu fırsatı heba etmekten öte mahvettiğine vurgu yaparak endişemizi tekrarlayalım: Bundan sonraki hedefi olan 500 bin konutluk 20 şehrin akıbeti inşallah hayr’olur! Yaptıkları, yapacaklarının göstergesi ise vay /veyl şehirlerimizin haline!

Rahmetli Cansever, “Mimarın görevi dünyayı güzelleştirmektir” diyor ya, sanki ona inat olarak “Devletin/ilgili bakanlıkların görevi de ülkeyi çirkinleştirmektir” dercesine ‘kentsel dönüşüm’ adı altında ülkemizi, çevremizi çirkinleştirmekte yarış var.

Önemli bir tarihî olayı günümüze taşıyalım: Hindistan’ın büyük mücadele önderi Gandi bir ara büyük şehirden ayrılıp küçük bir köye yerleşiyor. Gandi’ye soruyorlar: “Bu köyde ne yapacaksın? Senin önderlik edeceğin yer büyük şehirlerdeki kalabalıklardır.” Gandi cevap veriyor: “Ben bu köyü değiştirebilirsem bütün ülkeyi ancak değiştirebilirim!”

Trabzon/Oflu Sayın Bakan’a Gandi’nin cevabını hatırlatarak son bir soruyla öneride bulunalım: Sayın Bakan, şu anda ne tarihî, ne de güncel hiçbir şehir ve mimarî özelliği kalmayan, muhteşem coğrafyasına rağmen ısrarla çirkinleştirilmiş bir ilçe haline getirilen kendi ilçesi Of veya Çaykara’da ‘kentsel katliam haline gelmeyecek topoğrafya ve tabiatla bütünleşmiş, örnek bir “şehir dönüşümü” gerçekleştirebilir mi?

Bugün eğer Safranbolu, Beypazarı, Göynük gibi ilçeler hâlâ otantik eski yapı ve yerleşim biçimleriyle ilgi çekebiliyor ve yaşanılır kılınabiliyorsa Of veya Çaykara’nın da sahip olduğu muhteşem doğal peyzajı içerisinde farklı ve yeni bir ‘şehir-ilçe modeli’ ortaya çıkarılamaz mı?

Veya şöyle diyebilir miyiz?: “Kendi evini ıslah edebilme irade ve başarısı” bütün bir ülkede örnek bir dönüşümü başlatabilir.”

Son söz: Üstad Necip Fazıl’ın bir konferansında meseleyi bütün kuşatıcılığıyla anlatmasından sonra sanki son cümlesini Cansever ebedî âleme göçerken söylüyor:

“Daha ne söyleyeyim; hoşça kalınız!”

Anlamak isteyen için bu ‘şah cümle’ yeter…

Ülkenize, çevrenize, şehrinize hizmete sevdalıysanız, bu hizmeti ibadet addedebiliyorsanız formül, harita, çözüm muhakkik mimar Turgut Cansever’de.

Devri devranın gelip geçici şaşaasını, buraya ait kaygıları, niceliğin egemenliğindeki dünya tasavvurlarını atın gitsin bir köşeye! Yüreğinizin sizi götürdüğü yere gidin yeter. Kalbi olanlara daha ne söylenebilir ki?


(Günebakış, 7 Eylül 2011)